Tarih okuyanlar, tarihin canına okuyanlar

Metin Karabaşoğlu

BİR MADDE İLE İÇİNDE BULUNDUĞU şartlar arasında nasıl bir etkileşim olduğunu tesbit etmek zor değildir. Laboratuvar şartlarında, bu kolaylıkla tesbit edilebilir. Hatta, bitkiler ve hayvanlar gibi canlı organizmaların, dahası bir dereceye kadar insanın belirli şartlardan nasıl etkilendiğini, belirli durumlarda nasıl bir tepki verdiğini ölçmek ve ona göre çıkarımlarda bulunmak da imkân dahilindedir. Yine laboratuvar şartlarında bu pekâlâ mümkün olabilmektedir.

Ama sözkonusu unsur toplumlar, dahası bir bütün olarak insanlık olduğunda, ‘laboratuvar şartları’ndan ve ‘deney’den söz etmemiz neredeyse imkânsızlaşıyor. Toplumları ne deney tüpüne sığdırmak mümkün, ne de laboratuvara.

Dolayısıyla, toplumlara dair ‘tecrübî bilgiler’ edinmek için, başka bir unsur devreye giriyor: geçmiş, yani mazi. Geçmişte toplumların ve bir bütün olarak insanlığın başından geçenlere bakarak, bugüne ve yarına dair çıkarımlara ulaşabiliyoruz. Kur’ân-ı Hakîm’de peygamber kıssaları hayli büyük bir yekûn teşkil ediyor ve hatta kimi önemli ayrıntılara yer veriyor olması; kıssalardan ayrı olarak, Kur’ân’ın “fesîru fi’l-ard” buyruğu eşliğinde bizi ‘geçmiş kavimlerin başından geçenlere’ ibret ve hikmet nazarıyla bakmaya çağırması bu açıdan son derece manidar.

Bu noktada, tarih de, vazgeçilmez önemde bir disiplin olarak karşımıza çıkıyor. Zira, ‘geçmiş’in vukuatını bize tarih bildiriyor. Bediüzzaman’ın, “Hakikî vukuatı kaydeden tarih, hakikate en doğru şahittir” dediği tarih...

Tarih boyunca, güçlülerin en önemli işlerinden birinin tarihle oynamak oluşu; ‘hakikî vukuat’ın yerine bir ‘muhayyel tarih’ icadına teşebbüs edilişi; bu uğurda bazı yaşanmış olaylar gözardı edilirken bazı tarihsel gerçeklerin tersyüz edilişi; sebep ile sonucun yer değiştirmesi; bir tarih okumasında kahraman olarak gözükenin diğerinde hain olarak sunuluşu.. ve benzeri nice hal de işte bu sırdan olsa gerek.

Tarih üzerindeki bu oynamalar iledir ki, çıkarılması gereken bir ders çıkarılamazken, olmadık dersler ihdas olunabiliyor; yaşanmış bir tecrübe buharlaşırken, gerçekte yaşanmamış birşey bize bir ‘tecrübe’ olarak sunulabiliyor. Azizler zelil, zeliller aziz kılınabiliyor. Böylece, ‘tarih okumak’ isteyenlerin önüne sunulan sözde tarihle, gerçekte tarihin canına okunuyor!

Tarihin bu şekilde suiistimalinin; bu suiistimalin güdümünde kişi olarak veya toplum olarak belli bir istikamete ‘güdülmeme’nin yolu ise, ‘eleştirel akl’a sahip olabilmekten, bu çerçevede özellikle tarih sözkonusu olduğunda tek bir kaynakla ve tek bir bakışla yetinmeyip ‘alternatif okumalar’ yapabilmekten geçiyor. Elbette, iş bu kadarla bitiyor da değil. Diğer bir deyişle, bunu yapabilmek, ‘gerek şart’ olmakla birlikte, ‘yeter şart’ değil. Ormana bakarken ağacı atlamayan, ağaca bakarken ormanı unutmayan bütüncül bir bakışa sahip olabilmek; hoşuna gitmeyen bir tarihsel gerçeklik ile karşılaştığında bunu örtbas etmek veya tevile kalkışmak yerine vâkıayı teslim edebilen ‘taassuptan azade’ bir ruh haliyle donanmak.. gibi başkaca şartlar da mevcut. Daha da ötesinde kimi şartlar var ki, onlar bizim gibi ‘tarih okuyucuları’nın boyunu aşıyor, ‘tarih araştırmacıları’nın meşguliyet alanına giriyor.

Yaşadığımız ülkede, herşeyi bildiğini sanan papağanların sayıca bu kadar çok olup seslerinin bu kadar gür çıkması, gerçekte bu noktadaki bir zaaftan; ‘alternatif’ okumalardan mahrum tek boyutlu ve at gözlüklü bir okumanın hakimiyetinden kaynaklanıyor. Ve ne yazık ki, bu tek boyutlu, at gözlüklü okuma, yalnızca ‘resmî’ dogmaların esiri olanlar için geçerli değil; daha mikro düzlemlerde de benzer bir durumdan pekâlâ söz edilebilir.

Meselâ, genel olarak Türk tarihine, özelde yakın dönem Anadolu tarihine dair ‘Türkçü’ tarih yorumunun problemlerinden pekâlâ söz edebiliriz? Ama, güya buna ‘alternatif’ olarak üretilmiş ‘Kürtçü’ tarih yorumu, bu problemlerden azâde midir? Bilâkis, en az onun kadar problemli değil midir?

‘Bilgiye müstenid yorum’larıyla her Cuma bu köşeyi dolduran, bu köşeyi kelimenin tam anlamıyla ‘dolu’ kılan sevgili köşedaşım ve arkadaşım Refik Yıldızer tarihin ortaya koyduğu tecrübelerin tahlili konusunda benim gibilere göre daha ehildir, bunu peşinen belirteyim. Ama zaman zaman, bu köşede ben de tarihten öğrenebildiklerimi, ya da alternatif tarih okumalarının düşündürdüklerini paylaşabilme niyetindeyim.

Nitekim, bugüne niyet ettiğim bir konu var ki, sayfanın nihayetine geldiğimiz için biiznillah Perşeme günü yazma niyetindeyim.

Şimdilik şu kadar ipucu vereyim. Yazacağım şey, Ermeni tehciri, Kürt politikası vs. üzerine değil; Pakistan’ın kuruluş serencamı üzerine olacaktı. İlk kez onbeş yıl önce öğrendiğimde bu konuya dair bildik ‘tarih yorumu’mu sarsan çok öğretici bir gerçekti karşımdaki... Perşembe’ye konuşalım inşaallah.




Yeni Asya Gazetesi, 17.05.2005

  17.05.2005

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu