Namaz ve tesettür

Metin Karabaşoğlu

İKİSİ DE HER ZAMAN İÇİN boynumuza borç iki emr-i ilâhîden biri adına diğerini ihmal eden bir tutum, normal şartlarda, düşünülemez. “Şu emre uyuyorsan, diğerine uyman şart değil” demeye kulların ne kendileri, ne başkaları için hakkı ve yetkisi yoktur.

Ancak, bugünün tablosuna baktığımızda, biri yokken diğerinin olabildiği hayatlar hatırı sayılır bir çoklukla karşımıza çıkıyor. Bu durumun en göze çarpan tezahürlerinden birini, gündelik hayatın içinde tesettürsüz olmakla birlikte beş vakit namaz kılanlar, buna karşılık tesettürlü olduğu halde beş vakit namaz kılmayanlar vâkıası teşkil ediyor. Genel olarak, beş vakit namaz kılan hanımların tesettür emrine, tesettürlü hanımların da beş vakit namaz emrine riayet ettikleri de bir vâkıa olmakla birlikte, ikisinden yalnızca birine riayet edildiği durumlar da az değil.

Böyle bir tablo karşısında, namaz ile tesettür arasında hangisi lehine bir vurguda bulunulduğu sorusunu sorduğumuzda ise, vurgunun genelde tesettür lehine olduğunu söylemek zor değil. Bunun en önemli sebebi ise, tesettürün ‘daha görünür’ olması olsa gerek. Nitekim, birçok mütedeyyin ailenin, çevreden gelmesi muhtemel olumsuz değerlendirmelerin de endişesiyle, ergenlik çağına gelmiş kız çocuklarının tesettürüne beş vakit namazdan daha fazla vurguda bulunduklarını biliyoruz. Bunun bir yansıması ise, bazı mütedeyyin ailelerin çocuklarının veya bazı ailelerde eşlerin tesettürlü olduğu halde beş vakit namaz kılmıyor oluşları...

Bu gözlemime binaen, şahsen, değişik vesilelerle, artık birer genç kız olmuş çocuklarının veyahut eşlerinin ‘tesettürsüz’ oluşlarından dolayı üzülen ve bu meseleyi nasıl halledebileceklerini soran annelere, babalara veya eşlere, öncelikle şu soruyla karşılık veriyorum: “Kızınız (veya eşiniz) beş vakit namaz kılıyor mu?” Cevap ‘evet’ ise, cevabın kıldığı beş vakit namazın onu bir gün tesettüre de götüreceği şeklinde oluyor. Cevap ‘hayır’ ise, öncelikli vurgunun ‘namaz’a olması gerektiğini söylüyorum.

Zira, biliyoruz ki, namaz, her birine uymamız gereken İslâmî vecibeler silsilesinin ilk sırasında yer alıyor. Siyer kitaplarında, Cebrail aleyhisselamın daha ilk vahyin geldiği gün Hz. Peygamber’e namazı da öğrettiği şeklinde rivayetler mevcut. Ki, mü’minlerin daha en baştan itibaren, Mekke hayatı boyunca namaz kılıyor olduklarını hem Mekkî sûrelerdeki namaza dair âyetlerden, hem hadislerden, hem yine siyer kitaplarından öğreniyoruz. Beş vakit namazın ise, Mirac’ın bir meyvesi olarak yine Mekke döneminde emredildiğini biliyoruz. Oruç, zekat, hac, tesettür gibi emirleri getiren âyetler ise, Medine yıllarında nazil olmuş âyetler... Bu silsilenin de gösterdiği gibi, namaz, insanı aklı, kalbi ve ruhuyla bütünüyle ilâhî emirlere riayete hazırlayan bir ‘âzam ibadet’ hükmünde. (Ki, Bediüzzaman’ın 1922’de Ankara’da ‘namaza dair’ beyannamesinden rahatsız olan malum şahsa “İslâmiyette imandan sonra en yüksek hakikat namazdır” diye başlayan bir karşılık vermesi de, hapishane hayatı boyunca da mahpuslara en ziyade söylediği şeylerden birinin ‘farz namazlar’ olması da bu sırdan olsa gerek.)

Diğer taraftan, namazı, başka bütün ibadetlerin bir bakıma fihristesi olması, onların hepsinin bir çekirdeğini taşıması itibarıyla da ‘âzam bir ibadet’ olarak görüyoruz. Bu bakımdan, beş vakit namaz kılan bir hanıma veya genç kıza kelimenin tam anlamıyla ‘tesettürsüz’ demek de haksız ve yakışıksız düşüyor. Zira, ‘setr-i avret’ olarak, tesettür, namazın şartlarından biri. Dolayısıyla, gündelik hayatın içinde sokakta, okulda veya işyerinde tesettürsüz gördüğümüz bir genç kız veya bir hanım, en azından beş vakit namazını kılarken güzelce tesettüre bürünüyor.

Tesettür üzerine daha dün okuduğum bir kitapta gördüğüm şu ‘tesettür’ süreci, bu bakımdan dikkat çekici: birinci aşamada namaz esnasında tesettür, ikinci aşamada camiye veya dinî toplantılara giderken tesettür, üçüncü aşamada tam olarak tesettüre bürünme.

Bu bakımdan, tesettürün de bir emr-i ilâhî olduğunu asla unutmadan ve atlamadan, merkezinde namazın olduğu bir hayat inşa etmemiz; çocuklarımızı, eşlerimizi ve dostlarımızı da merkezinde namazın olduğu bir hayata davet etmemiz gerekiyor.

Karakalem’in yeni sayısında Prof. Dr. Ümit Meriç’le Pınar Demir’in yaptığı söyleşi, başka şeyler kadar, bu bakımdan da bana son derece anlamlı gözüktü. Kendi ifadesiyle tesettürünü ‘ne gizleyen, ne de ilan eden,’ kendisini ‘bir bayrak olarak ortaya atma gibi bir tasa’ duymadan tesettüre karar veren Prof. Dr. Meriç’in şu cümlelerini çok ama çok dikkat çekici buldum: “Başımı örtmekle İslâmî kimliğim görünür hale geldi. Fakat aslında bu 1977’den beri devam eden bir süreçti. Başımı örttüğüm zaman, yirmiiki yıldır namaz kılan, oruç tutan bir insandım. (...) Ben hayatının bir dönemini namazsız geçiren bir insan olarak namazsızlığın ne demek olduğunu iyi biliyorum. Benim hayatım secdeden önce ve secdeden sonra diye ikiye ayrılabilir. Yani, benim hayatımda bir milat var. O da bir sabah ezanıyla ilk namazı kıldığım gündür.”




Yeni Asya Gazetesi, 05.06.2005

  5.06.2005

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu