‘İslâm sanatı’nın söylediği

Metin Karabaşoğlu

DAHA ÖNCE BU KÖŞEDE İSMİNİ defalarca zikrettiğimiz İngiltereli Müslüman düşünür Abdülhakim Murad, Postmodern Bir Dünyada Kıbleyi Bulmak adlı kitabının “Bir Temel İlke Olarak Sünnet” başlıklı bölümüne, çağdaş Batı sanatının bazı örneklerine değinerek başlar. ‘Çağdaş sanat’ın ‘yapıt’ları arasında öyle şeyler vardır ki... Meselâ, Damien Hurst’ün en önemli ‘yapıt’larından biri, çürümeyi engelleyen formaldehit adlı kimyasal sıvı içinde yüzen bir koyundur. İngiliz sanat dünyasında en prestijli ödül olan Turner Ödülü’nü 1998 yılında fil dışkısıyla boyanmış bir heykel kazanmıştır!

Abdülhakim Murad, bir mü’minin nazarının böylesi bir sanat anlayışıyla uzlaşmasının mümkün olmadığına değinir ve şunu söyler: “Köprüyü yıkan, biz değiliz. Biz, tarihinin yüzde doksandokuzluk diliminde türümüz tarafından genel kabul görmüş normları elimizde tutmaktan öte birşey yapmıyoruz. İfrat eden, aşırılığa giden, acayip bir şekilde büyümüş olan, ve çıldırmak üzere imiş gibi görünen, Batıdır!”

Gelin görün ki, böyle bir değerlendirme, sadece Batıda değil, Batı bir coğrafyadan ziyade bir ‘dünya görüşü’nü ve ‘hayat anlayışı’nı ifade ediyorsa eğer, bu ülkenin ‘Batılı’larında açık ve keskin bir itiraz görecektir. Abdülhakim Murad’ın sözünü ettiği türden sanat ‘yapıt’larını bu diyarda yapanlar da vardır; meselâ, tesettür başta olmak üzere İslâmı hatırlatan herşeye muhalif olmasıyla tanınmış bir ‘yerli’ ressam, her akıllının aklına gelmeyecek ‘yapıt’lar ‘yaratması’yla da ünlüdür. Her bir karesinde mütemadiyen yenilenen eşsiz bir sanatın sergilendiği şu muhteşem kâinat sözkonusu olduğunda ‘kendiliğinden,’ ‘şans eseri,’ ‘tesadüfî evrimleşmeler’ yoluyla vukua gelen ‘oluşum’lardan söz edenlerin, iş kendilerinin yaptıkları anlam ve hüsn-ü mücerred fukarası ‘yapıt’lara gelince ‘yaratma’ kelimesini dillerinden düşürmemesi, mazur görülür türden bir çelişki değildir elbette. Ama, işin bu kısmı bir yana, ortaya konulan bu ‘yapıt’ları birşeye benzetemediğimizi, daha aklı başında, bir anlam taşıyan, insana ‘hüsn-ü mücerred’i ihsas eden birşeyler görmeyi umduğumuzu söylediğimizde; ve sanat adına giderek artan dağılma ve bozulmayı eleştirdiğimizde, duyacağımız cevap dünden hazırdır ve ezberedir: “Sanatçının kendisini özgür hissetmesi gerekir. Sanatçının imgelemi sınır tanımaz, tanımamalıdır. Sınırlamalar, sanatı öldürür!”

Kendini sınırdan ve ölçüden bağımsız hisseden bir sanatın varıp dayanacağı yeri, başkaları bir yana, yukarıda aktardığımız örnekler açıkça göstermektedir.

Diğer taraftan, sözümona ‘sanat adına’ dile getirilen bu iddiayı yanlışlayan bir gerçek daha vardır: İslâm sanatı.

Mâlûm, İslâm, bırakın böyle müptezel malzemeler kullanımını ve müstehcen tasvirlere müsaade etmeyi, malzeme olarak iğrenç şeyler kullanılmasa ve müstehcen bir görüntüyü tecessüm ettirmese bile heykeli yasaklamış; ayrıca, resim için de çok ciddi sınırlar koymuştur. Ve bütün bu yasaklar ve sınırlar, İslâmın tevhid üzerindeki müthiş ısrarından, şirke ve putperestliğe yönelik muazzam muhalefetinden beslenmektedir. Zira, çağlar boyu, şirke ve putperestliğe giden yolda heykelciliğin ve sınır konulmamış bir resim anlayışının da dahli vardır.

Peki, İslâm’ın koyduğu bu yasak ve sınırların, kalbleri, akılları ve elleri sanata yatkın Müslüman ruhlarda nasıl bir aksisadâsı olmuştur? Meselâ, dünyanın neresinde olursa olsun ‘Batılı’ çizgide yürüyen sanatçıların dediği gibi, “Ama böyle sınırlar ve yasaklar konulursa sanat yapılmaz ki! Bu, sanatçının muhayyilesini, dolayısıyla da sanatı öldürür!” deyip isyan bayrağını çekmiş; kafalarına estiği gibi işgörmeye mi kalkmışlardır?

Bilakis, kalbleri, akılları ve elleri sanata yatkın bu Müslüman ruhlar, Yaratıcılarının koyduğu ve muhakkak ki bir hikmete dayandığına iman ettikleri bu ‘sınır’lara riayet etmiş; bunun karşılığında Rableri onlara muazzam sanat eserleri lutfetmiştir. Selimiye’den Tac Mahal’e, İslâm coğrafyasının her tarafında karşımıza çıkan müthiş güzellikte mimarî şaheserler; bu şaheserler içerisinde yer alıp hüsn-ü mücerrede aşık, anlam sevdalısı sanatperver ruhları mesteden hüsn-ü hat ve tezhib örnekleri; ahşap kapılara, pencerelere, minberlere işlenen ve insana ‘kesret içinde vahdet’i hatırlatan muhteşem nakışlar; yeri geldiğinde toprağı, yeri geldiğinde suyu, yeri geldiğinde kağıdı, yeri geldiğinde taşı Allah adına konuşturan daha nice soyut sanat eseri...

İslâm sanatına dair kuşbakışı bir inceleme dahi, Yaratıcının koyduğu sınırların ‘sanat’ı öldürmediğinin; bilakis güya ‘sınırsızlık’ adına nefsin sınırlarında patinaj yapa yapa çürüyen ‘modern sanat’ın uzun zaman geçmeden hafızaların çöplük kısmına atılacak ‘yapıt’larına karşılık, nice alanda ölümsüz eserler ilham ettiğinin aşikâr bir delili olacaktır. Dahası, modern çağların Müslüman zihinlerde yol açtığı darbeye rağmen, İslâm sanatları, kendi özgün yolunda yürümeye devam etmektedir.

Bir yanda bugün ‘sanat’ adına sınır tanımayan Batıda ve Batılılaşmış her iklimde yapılanlara bakın, öte yanda Yaratıcının koyduğu sınırlara riayet içinde doğup gelişen İslâm sanatının insanlık âlemine sunduğu anlam yüklü güzelliklere...

Görülecektir ki, İslâm sanatı, başka herşey kadar sanatta da kemale erişmenin, ancak âlemler Rabbini tanıyıp O’nu ve ölçülerini sevmekle mümkün olacağı gerçeğini fısıldamaktadır.




Yeni Asya Gazetesi, 14.06.2005

  14.06.2005

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu