Ne insan bu kadar basit, ne de hayat sıradan

Metin Karabaşoğlu

TASAVVUFUN EN BÜYÜK İSİMLERİNDEN, ŞEYH-İ Ekber ünvanıyla da tanınan Muhyiddin-i Arabî’nin bir risalesi, “et-Tedbîrâtü’l-İlâhiyye fi Islâhi Memleketi’l-İnsâniyye” (İnsan Memleketinin Islahı İçin İlâhî Tedbirler) başlığını taşır. Sayısız duygu, lâtife, cihazat ve kabiliyetle örülmüş insanın, bütün bu techizatını âhenkle varediliş maksadı için nasıl kullanabileceğini ele alan bu eser, henüz başlığından başlayarak ‘insan’ın basite alınamazlığını bize ders verir. İnsan, bir ‘memleket’ gibidir-içinde şehirler barındıran; âhenkle idaresi için sultanı, veziri, elçileri, hademeleri.. bulunan bir memleket.

Muhyiddin-i Arabî’nin ‘insan memleketi’ tabiri ekseninde sundukları, Risâle-i Nur okuyucularına sanırım yabancı gelmeyecektir. Zira, Risâle-i Nur müellifi de, insanı binler odaları bulunan bir saray gibi, yahut bir şehir veya bir memleket veya bir âlem gibi sunar eserlerinde. Bu memleketin veya âlemin, ‘ruh’ adlı bir sultanı, ‘kalb’ adlı bir veziri; akıl, vicdan, zihin, dimağ, duygular ve lâtifeler gibi değişik makamlarda vazifedarları ve nefis gibi, beş duyu gibi, mide gibi hizmetkârları vardır. İnsan öyle câmi’, öyle küllî, kendisi cüz’î bir cüz iken kâinatın özeti hükmünde öyle bir mevcuddur ki, Bediüzzaman insanı anlamak için ‘harita-i insâniye’de yaptığı yolculuklardan bahseder. Onun belirttiği üzere, insan “hakikat-ı insâniyeye baktığı vakit, o câmi’ mikyasta, o küçük haritacıkta, o doğru nümunecikte, o hassas mizancıkta, o enaniyet hassasiyetinde öyle kat’î ve şuhudî ve iz’anî bir vicdan, bir itmi’nan, bir iman ile o sıfat ve esmâyı tasdik eder.” Ki, “en kuvvetli ve hakkalyakîn derecesinde vicdanî ve hissî, bir derece şuhudî olan hakikat-ı insaniye haritasını ve enaniyet-i beşeriye fihristesini ve mahiyet-i nefsiyesini mütalâa” ile insan, “imanın, şüphesiz ve vesvesesiz mertebesine çıkar” ki, bu da ‘sırr-ı akrebiyet ve veraset-i nübüvvet’e bakmaktadır (bkz. Emirdağ Lâhikası, I, eski Sözler Yay. baskısı, s. 143).

Risâle-i Nur müellifinin, bir memleket, hatta bir âlem mesabesindeki insanı anlamak için bu ‘hakikat-ı insaniye haritası’nda yaptığı yolculukların incelik ve derinliği, bütün risâlelere yayılmış haldedir. Bununla birlikte, yalnızca bir “Yirmiüçüncü Söz”e ve “Ene” bahsine, yanı sıra “Dördüncü Şuâ”ya ve “Yirmidördüncü Mektub”a bakmak dahi, Bediüzzaman’ın ‘insan’ın câmiiyetini ve her bir duygusunun, hatta bir sorusunun incelik ve derinliğini kavrama noktasında bize ne büyük açılımlar sunduğunu belgeleyecektir.

Kısacası, Risâle-i Nur’dan öğrendiğimiz, insanın ‘basite alınamaz’ ve ‘basite indirgenemez’ bir ‘halita’ ve bir ‘harita’ olduğudur. İnsan, gergef gibi içiçe örülmüş sayısız duygu, lâtife, kabiliyet, soru ve arayışın nakşolduğu benzersiz bir halita hükmündedir. Yine insan, o kavrandığında bütün âlemin hakikatinin de kavrandığı ‘harita’ hükmündedir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin binlerce sayfayla anlattığı insan gerçeğine; ve gerektiğinde insanın tek bir duygusunun (örnek olarak bkz. Dördüncü Şuâ) veya tek bir sorusunun (örnek olarak bkz. Yirmidördüncü Mektup) tahlili için bir risâle yazmış olmasına karşılık, bugünlerde yayın dünyasına hâkim olan bir moda var ki, insanı da, duygularını da, sorularını da, sorunlarını da basite alıyor, basite indirgiyor. Haydi bırakalım insanı ‘moleküller yığını’ olarak gören, duygularını bile ‘beynin kimyası’yla açıklamaya çalışan materyalist indirgemeciliği veyahut insanın neyi var neyi yok her bir şeyi ‘cinsellik’le açıklamaya çalışan Freudyen maddeciliği; sözümona ‘maneviyat’a açık nice kitapta dahi, insana dair müthiş bir basitçilik karşımıza çıkıyor.

Dahası ve en garibi, Risâle-i Nur’dan insanın ‘giriftliği’ne, ‘câmiiyeti’ne, bir duyguyla veya bir unsurla açıklanamazlığına, bir sorusunun cevabının bile ‘harita-i insaniye’de ve ‘hakikat-ı âlem’de genişlemesine ve derinlemesine bir yolculuk gerektirdiğine dair dersler almış olması gereken kimi kalemlerde dahi bir kolaycılık ve basitçiliğin geçer akçe hale geldiğini görüyoruz. Öylelerimiz var ki, Risâle-i Nur’un ‘aşk’a dair çekincelerine karşılık, herşeyi ‘aşk’la çözüveriyorlar. Öylelerimiz var ki, ‘sevgi herşeyi çözer’ deyip bir çırpıda herşeyi çözüyorlar. Öylelerimiz var ki, ‘hidayet’ denilen şey, ‘ihtida,’ yani ‘hidayete yürümek’ gibi uzun, bazen yıllar, hatta onyıllar alan bir sürecin, bir fiilî duâ ve arayış halinin ardından geliyor iken; bir cümle, bir kelime, bir mektupla meseleyi hallediveriyorlar.

Hayat bu kadar basit mi sahi? İnsanı kavramak, insanın sorularına cevap bulmak, insanın sorunlarını çözmek bu kadar mı kolay?

Öyle olsaydı, Bediüzzaman, tek bir yalnızlık hissine bedel “Dördüncü Şuâ” gibi hâlâ daha her veçhesiyle kavradığımızı söyleyemeyeceğimiz içiçe örülmüş bir hakikatler manzumesini niye yazsın? Öyle olsaydı, bir tek “Bu gidenler neden gidiyorlar?” sorusunun eşliğinde, Risâle’nin en ince ve en derin bahislerinden biri olarak “Yirmidördüncü Mektub” niye telif edilsin?

Onun yerine, o da, yalnızlığını aşk çözer, sorunun cevabı sevgidedir, aradıktan sonra da nasıl olsa bulursun demekle yetinmez miydi?

Hayır, ne insan bu kadar basit değil; ne de hayat bu kadar sıradan. Bir amipin, bir tek hücrelinin hayatı bile sayısız unsurun varlığına bakarken, ‘zübde-i âlem’ olan, ‘kâinatın misal-i musağğarı’ olan insanın hayatı bu kadar basite alınamaz, bu kadar basit açıklanamaz.

Açıklamaya kalkanlar, en başta, insanı insana yaraşır şekilde anlamaya çalışan Bediüzzaman misal büyük insanların emeğine ve eserine haksızlık ediyorlar.

Bir görebilseler...




Yeni Asya Gazetesi, 21.06.2005

  21.06.2005

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu