Milliyetçiliklerin milletlere ettiği kötülükler

Metin Karabaşoğlu

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’NİN RİSALE-İ NUR’UN her tarafına yayılmış ‘milliyetçilik’ analizlerinde öne çıkan unsurlardan biri, ‘adalet’tir. Bediüzzaman, genel olarak ‘hayat-ı içtimaiye’ ve ‘siyaset’e bakışını da belirleyen ‘adalet-i mahzâ’yı merkeze alarak milliyetçi anlayışı eleştirmektedir. “Onbeşinci Mektub”da Hz. Hasan ve Hüseyin’in Emevîlerle olan mücadelesini ‘din ile milliyetin muharebesi’ olarak tarif eden Bediüzzaman’ın, ‘Arapların diğer Müslüman kavimlere üstünlüğü’ iddiasına dayalı Emevî anlayışın ‘iki cihetle zarar verdiğini’ belirtirken zikrettiği şu satırlar, bu noktada, son derece manidardır:

“Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder. Adalet üzerine gitmez. Çünkü, unsuriyetperver bir hâkim, milletdaşını tercih eder, adalet edemez. (...) Râbıta-i diniye yerine râbıta-i milliye ikâme edilme; edilse, adalet edilmez; hakkaniyet gider.”

Tarihin her dönemi, özellikle de ‘ulus-devletler çağı’ olarak modern zamanlar, bunu belgeleyen sayısız örnekle doludur—her biri masumların kanına ve canına kasdetmiş sayısız örnekle dolu...

Modernitenin en ziyade kırılmaya uğrattığı yapılardan biri olarak Osmanlının son dönemi de, ‘unsuriyet ve milliyet esasları’nın açtığı zulümlere, yol açtığı adaletsizliklere dair örnekler içerir. Batıda boy vermiş milliyetçi akımların ve ulus-devlet yapılanmalarının farklı dinlere ve ırklara da mensup oldukları halde asırlardır aynı çatı altında beraberce yaşamış insanlar nezdindeki izdüşümü, birbirini besleyen milliyetçiliklerdir. Garip bir şekilde, bir milliyetçilik karşıtını üretmiş, karşıt milliyetçilik diğerini güçlendirmiş, diğerinin kazandığı güç berikini beslemiştir. Böylece milliyetçilikler karşıtlarını da üreterek güçlenirken, hepsinin ortak faturası, üç kıtaya yayılmış olup farklı dinlere ve farklı milliyetlere mensup insanları asırlardır birarada tutan bir sosyal-siyasal hamurun dağılıp bozulması olmuştur.

Üstelik, bu hesap, bu milliyetçiliklerin tesirine maruz kalmış Osmanlı bakiyesi toplumlarda hâlâ daha tam anlamıyla kapanmış durumda da değildir. Asırlarca beraber yaşadığımız insanları barındıran topraklardan ‘dört tarafı düşmanla çevrilmiş’ söyleminin devşirildiği, bu noktada, sorulması gereken bir sorudur. Bu söylemi de besleyen kapanmamış hesaplardır ki, çocuklarımız hâlâ daha toptancı söylemlerin egemenliği altında ‘yetiştirilmekte’dir. Etrafımızdaki herkes kötüdür. Yunanlıların yaptığı ortadadır; ki hâlâ daha düşmanımızdırlar. Araplar bizi arkadan vurmuşlardır. Acemlerin bize yönelik gizli emelleri vardır. İçimizdeki Türk olmayan unsurlara da asla güvenilmez.

Böylece, belli bir tarihte bir ulusun içindeki belli bir zümrenin yaptıkları bütün bir ulusun geçmişine ve geleceğine mal edilmekte; zihinler bu şekilde toptancı, adaletsiz, hakkâniyetsiz bir algılama ve anlayışa teslim edilmektedir. Dahası, işin içinde, tarihî gerçeklerin tersyüz edildiği durumlar dahi vardır.

Ve en önemlisi, çarpık bir tarih yorumuyla ‘dört tarafımızdaki düşmanlar’ın analizi yapılırken, en basit bir fizik kuralının, etki-tepki ilişkisinin gözardı edilmesidir. Özellikle de İttihad ve Terakki’nin milliyetçi tehevvürünün, gözardı edilmesidir. Oysa, ‘Araplar bizi arkadan vurdu’ söylemini besleyen ‘açıklamalar’ın arka planında İttihad ve Terakki’nin hakim milliyetçi kanadının damgası vardır. Hâlâ daha başımızı ağrıtan ‘Ermeni tehciri’ meselesi, bir İttihad ve Terakki uygulamasıdır. Sair müslim ya da gayrimüslim unsurlarla olan gerilimlerin önemli bir kısmında İttihad ve Terakki yönetiminin milliyet-eksenli uygulamalarının rolü vardır. Bu arada, tek parti dönemine hakim olan kadronun mühim kısmının, Osmanlının son döneminde yolunun bir şekilde İttihad ve Terakki’ye uğradığı da unutulmamalıdır.

Hayır, bu analizler eşliğinde, İttihad ve Terakki’ye karşı da bir ‘toptancılık’ uygulayacak değiliz. Toptancı bir yaklaşım, birinin veya birilerinin hatasıyla o câmia içindeki herkesi mahkum eden bir tutum, ‘adalet-i mahzâ’ esasına uymuyor. Ama manidar olan şu ki, sittin senedir bu ülkede Taşnak ve Hınçak çetelerinin neler yaptığı, Osmanlı üzerinde hesapları olan dış güçlerin de elinin karıştığı ne tür işlere giriştikleri konuşuluyor da, İttihad ve Terakki’nin icraata hakim olan milliyetçi kadrolarının bundan hareketle geliştirdikleri, sonuçta çok sayıda masumun da ölümüne sebebiyet veren ‘tehcir’ politikasının ‘adalet-zulüm’ denklemi içinde tahlili düşünülmüyor.

Oysa, bu vâkıa, birbirine karşıt ama birbirinden beslenen iki milliyetçiliğin iki milletin başına ne tür kötülükler açtığını (ve açmaya devam ettiğini) belgeliyor.

Bu olaya, ‘milliyetçiliklerin milletlere ettiği kötülükler’ bağlamında bakmak hiç de zor değil. İki taraftan masum insanların ölümüne sebebiyet veren olayların “Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder. Adalet üzerine gitmez” dersini çıkaracak şekilde okunması da asla zor değil.

Ama bu yapılmıyor. Dahası, bundan sanki özenle ve özellikle kaçınılıyor.

Benedict Anderson’un sosyal bilimler literatürüne yer etmiş ifadesiyle ‘muhayyel kimlikler’ tepişirken, gerçek kişilerin, her biri ‘âlem’ kadar değerli insanların başına gelenler vicdanıma yer etmiş ‘hiss-i adalet’i incitiyor ve kanımı donduruyor.

Ne hazin bir durum: Muhayyel kimlikler çarpışıyor, gerçek insanlar ölüyor!




Yeni Asya Gazetesi, 12.05.2005

  12.05.2005

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu