Ehakkı ararken

Metin Karabaşoğlu

KATEGORİLER, DÜŞÜNMENİN VAZGEÇİLMEZ BİR ARACIDIR. Gördüğü, duyduğu, düşündüğü şeyleri tasnif ederek, kategorilere ayırarak akıl yürütür insan. Başka türlü yürütemez de zaten.

Doğru-yanlış yahut hak-bâtıl ayrımı da, bu kategoriler arasındadır. İnsan ya bizzat düşündüğü yahut başkasından aktarılan bir düşünceyi mihenge vurur, akıl terazisinde tartar ve buna göre onun ‘doğru’ veya ‘yanlış’ olduğuna hükmeder.

Ancak, iş burada bitiyor da değildir. Çünkü, bir tasnifatın tamamlandığı noktada yeni bir tasnifat devreye girer. Meselâ ‘doğru,’ tek-boyutlu birşey değildir; hakikat tektir, ama çok-boyutludur. Hakikatli bir ölçünün yorumlama ve uygulama safhasında, ‘doğru-daha doğru-en doğru’ gibi tasnifler devreye girmektedir.

Ki, hepsi de Kur’ân-ı Hakîm’in tefsiri olarak yüzbinlerce cilt eser yazılmasının, hepsi de hak yolda olduğu halde İslâm dairesinde tarih boyunca bu kadar çok düşünce akımı, mezhep, meslek ve meşrebin varlığının bir sırrı budur. Hepsi de ‘hak’ta ittifak eden mü’minler, ‘ehak’ta, yani ‘en doğru’ yorum ve uygulamanın ne olduğu konusunda ihtilâf etmişlerdir. ‘Zaruriyat-ı diniye’de ittifak halindeki mü’minler, ‘nazariyat’ sözkonusu olduğunda birbirinden farklı, hatta birbirine açıkça muhalif görüşler sergilemişlerdir.

Tam da burada, Bediüzzaman Said Nursî’nin Muhakemat’ında, “Onbirinci Mukaddime”de dile getirdiği bir ölçüyü hatırlıyor insan: “Kelâm-ı vahidde, ahkâm-ı müteaddide olabilir.” Yani, tek bir söz, çok ve farklı hükümler içeriyor olabilir. Bediüzzaman’a göre, meselâ hadislere bu ölçü dahilinde yaklaştığımızda, düşüncemiz şu üç sacayağına oturmalıdır: (i) Bu söz peygamber sözüdür. (ii) Peygamberin bu sözden muradı haktır, doğrudur. (iii) Bu sözden murad budur.

İşte, içtihad bu üçüncü noktada devreye girer. ‘Müçtehidin, başka müçtehidin taklidine mükellef olmayışı’na da bu çerçevede dikkat çeken Bediüzzaman, “Bu üçüncü kaziyede, ihtilâfât feveran ederler. Kal u kîl buna şahittir.”

Bediüzzaman’ın belirttiğine göre, birinci kaziyeye aykırı davranan, yani gerçekten peygamber sözü olan bir söze ‘hayır, peygamber sözü değildir’ diyen yalancı duruma düşerken; ikinci kaziyeye aykırı davranan, peygamber sözü kabul ettiği bir sözün yanlış ve hakikatsız olduğunu ileri süren ise dalâlete düşer. Buna karşılık, üçüncü kaziyede hâkim yoruma aykırı düşünen kişi—meğer ki içtihad ediyor, bu sözdeki mânâ-yı muradı anlamaya çalışıyor olsun—ne yalancıdır, ne de dalâlette. Zira, ilgili bahsin en başındaki cümleye dönersek, Kelâm-ı vahidde, ahkâm-ı müteaddide olabilir.” Dolayısıyla, bir hadisten veya bir âyetten umumen anlaşılanın şu olması, o âyet veya hadisin başka mânâlara kapalı olduğu anlamına gelmez.

İslâm düşünce geleneği içindeki muazzam çeşitlilik, işte bu sırdandır zaten. Yine bu sırdandır ki, tefsir kitaplarında görüldüğü üzere, İbn Mes’ud ve İbn Abbas gibi sahabilerin içinde dahi âlim olarak temayüz etmiş bazı simalar dahi bazı âyetlerin tefsiri bâbında umumî anlayışa muhalif görüşler serdedebilmişlerdir. Ama serdedilen bu kabil görüşler ‘zaruriyat-ı diniye’ye değil de ‘nazariyat’a dair olduğu için, en fazla ‘şâz’ bir görüş olarak tasnif olunmuşlardır. Azınlıkta kalan bu farklı yorumdan dolayı kimse onları ithama kalkışmamıştır. Tâbiîn arasında ve sonraki âlimler arasında da, âyet ve hadisi anlama yolunda, ‘zaruriyat-ı diniye’ye ilişmediği için kimsenin kimseyi yalancılık veya dalâletle suçlamadığı muazzam bir içtihadî zenginlik sözkonusudur.

Tekrar Bediüzzaman’a dönersek, İslâmî düşünce geleneği içinde ‘içtihad’ ölçüleri dahilinde gerçekleşen bu farklılığı hazmetmenin, Risale-i Nur’da ‘ihlas’ın bir şartı haline getirildiğini görürüz. Birinci İhlas Risalesi’nde belirtildiği üzere: “‘Mesleğim haktır’ yahut ‘daha güzeldir’ diyebilir. Yoksa, başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden ‘Hak yalnız benim mesleğimdir’ veya ‘Güzel, benim meşrebimdir’ diyemez.”

Bu ölçünün, dayandığı zemini ise, Muhakemat’ın ilgili ‘mukaddimesi’ kadar, Eski Said’in yazdığı ve hakikat dairesinde ‘farklı düşünce’lere hayranlık uyandırıcı derecede açık sair risalelerde rastlıyoruz. Bunlar içinde en dikkat çekici olanlarından biri ise, bu köşede yeniden yazmaya başladığımız ilk hafta içinde giriş kısmındaki çoğulcu yaklaşıma değindiğimiz Tuluat’tır. Aynı risalenin sonlarına doğru, Bediüzzaman’ın da âzâları arasında yer aldığı “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’nin neden hizmet edemediği, neden muvaffak olamadığı” sorusuna cevap sadedinde, tecrübe yüklü bir dizi hikmetli ölçü sıralar Bediüzzaman. “Hem de, tenkitleri çok keskinleşmiştir; karşısına çıkan fikir parçalanır, söner” der meselâ. (Ki, hemen sonraki bahiste, ‘tenkidde ölçü’ verilir bize: “Sıhhat ve fesada muhtemel bir şeyde kabule temayül ve tercih şefkatten, redde temayül ve tercih—vesvese olmazsa—nefretten geldiğine ayardır. Saik-i tenkid, aşk-ı hak ve arzu-yu tenzih-i hakikat olmalı; selef-i sâlihînin tenkidleri gibi...”) Şunu da der: “Ehakkın müddet-i taharrisi zamanında, bâtılın vücuduna bir nevi müsamaha var.” Ki bu söz, “Hakta ittifak, ehakta ihtilâftır” ölçüsü dahilinde söylenmektedir.

Açıkçası, Bediüzzaman’ın da net bir biçimde gösterdiği üzere, ‘hak’ta ittifak eden mü’minler, bu hakkın en doğru, en güzel yorumu ve tatbikatı noktasında ihtilâfa düşebilirler, düşmeleri de normaldir, çünkü işte burası ‘içtihad’ın alanıdır. Hakta ittifak üzere olduktan, meselâ âyet ve hadisin hakkâniyetini kabul ve tasdik ettikten sonra bu hakkın ‘en doğru’ yorumuna ulaşma arayışı esnasında bir deneme-yanılma süreci yaşanıyor olması dahi normaldir. “Ehakkın müddet-i taharrisi zamanında, bâtılın vücuduna bir nevi müsamaha var.”

Meseleyi, doğru için ‘tek doğru yorum’ öngörmek değil; ehakkı ararken yanlış yorumlar da getirebilmesi muhtemel mü’min kardeşine—selef-i sâlihînin vaktiyle yapabildiği şekilde—şefkatten gelen, kabule mütemayil, yani dışlayıcı olmayan haklı ve insaflı tenkidler getirebilmek çözecektir. Böyle bir zihnî hareketliliğin, böylesi bir düşünce alışverişinin, Tuluat’ın en başında zikredilen ‘rahmetli bulut’un mü’minler cemaati nezdinde teşekkülünü ve tahakkukunu getireceği de aşikârdır.

Sözün özü, ‘hakta ittifak’ vâki olduktan sonra, ‘ehakta ihtilaf’a açık olmak gerekiyor. Ehakkı ararken dile getirilen bir düşünce bizim için ‘şok edici’ olsa bile...




Yeni Asya Gazetesi, 17.04.2005

  17.04.2005

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu