Diyaloğun adresi!

Metin Karabaşoğlu

MÜ’MİNLER ARASINDA YAŞANAN FİKRÎ VE fiilî gerilimlere bakıldığında, büyük bir kısmının ‘mutlaklaştırma’ problemiyle ilgili olduğu görülür. Bu mutlaklaştırma, bir de âyet veya hadise dayanarak yapılıyorsa, gerilimin had safhaya tırmanması kaçınılmazdır.

Diyalog söylemi ekseninde yaşanan tartışmalara baktığımızda, bu durumun tezahürlerini açık bir biçimde görüyoruz. Bu ülkede ve sair İslâm diyarlarında, Hıristiyanlar deyince akıllara yerleşmiş Kur’ân âyeti herkesin mâlûmudur: “Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin.” Mü’minlerin büyük kısmında Yahudilerin yanısıra, Hıristiyanlara bakışı da belirleyen, bu âyet ekseninde gelişmiş olup, âyetin hükmünü ‘mutlaklaştıran’ yorumlardır. Madem ki bu âyet Hıristiyanları ‘dost’ edinmeyi yasaklamaktadır; o halde, demek ki bir Hıristiyanları her hâlükârda ‘düşman’ bilmek gerekir. Onlara dostâne bir yaklaşım, âyetin hükmünü çiğnemektir!

Geliştirilen yorum, özetle, budur.

Oysa bu âyet, Hıristiyanlara karşı nasıl muhatap olacağımızı bize bildiren yegâne Kur’ân âyeti değildir. Kur’ân-ı Hakîm, bir diğer âyetiyle, mü’min erkeklerin Kitab ehli bir hanımla evlenmesine izin vermektedir. Ki, tek başına bu ikinci âyet, ilk âyetten hareketle geliştirilmiş ‘mutlaklaştırıcı’ yorumun isabetsizliğinin delilidir. Zira, insan kendisine ‘düşman’ bildiği ve ‘düşman’ olarak gördüğü biri ile evlenip evini ve çoluk çocuğunu ona emanet edecek değildir! Bu âyet de göstermektedir ki, ‘dost olmama’ emri, her hal ve şartta geçerli değildir, bilakis belli şartlar dahilindedir.

Ayrıca, başkaca âyetlerin yanında, şu iki âyet de, ‘her hal ve şartta düşmanlık’tan yana yer alanların yanıldıklarının, ‘diyalog’ üzerinde duranların ise isabet ettiklerinin delilidir:

“Ehl-i kitabla—zulmedenleri müstesna—,en güzel olan sûretten başkasıyla mücadele etmeyin ve deyin ki: ‘Biz hem bize indirilene, hem size indirilene iman ettik. Bizim ilâhımızla sizin ilahınız birdir.” (Ankebût, 29:46)

“De ki: ‘Ey ehl-i kitab! Sizinle bizim aramızda eşit bir kelimeye gelin. Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim, O’na hiçbir şeyi eş koşmayalım, ve Allah’ı bırakıp bazımız bazımızı ilahlaştırmasın.” (Âl-i İmran, 3:64)

Bu noktada, en ziyade gözden ırak kalmış âyet ise, son birkaç yazımızda mealen zikrettiğimiz, Maide Sûresinin 82. âyetidir. Bu âyette Cenab-ı Hak mü’minlere düşmanlıkta en ileri gidenler olarak ‘Yahudiler ile müşrikler’i haber verirken, ‘mü’minlere sevgice en yakın’ olanların ise “Biz Hıristiyanız” diyenler olduğunu bildirmektedir. Bu âyet de, hakikat-ı halde, yine Maide Sûresinde yer alan (âyet: 51) ‘dost edinmeme’ âyetini ‘mutlaklaştırarak’ yorumlamaya mani teşkil etmektedir.

Maamafih, zikrettiğimiz diğer âyetlerle birlikte, özellikle Hıristiyanlarla diyaloga mü’minleri teşvik ve sevk eden bu âyetin son cümlesi ise, diyalog ekseninde geliştirilen yaklaşımları ve tartışmaları ifrat-tefrit zemininden çıkarıp mü’minleri vasat bir noktada buluşturur niteliktedir. Zira, Rabb-ı Rahîm, sözkonusu âyette, “Mü’minlere sevgice en yakın olarak, her halde, ‘Biz Hıristiyanız’ diyenleri bulacaksın” buyururken, bu ‘sevgice en yakın’lığı üç sebebe dayandırmaktadır: “Çünkü bunların içinde kıssîs’ler [ilim ve ibadetle meşgul keşişler], ruhban’lar [dünyadan yüz çevirmiş rahipler] vardır; ve bunlar kibirlenmezler [büyüklük taslamazlar].”

Açıkçası, her Hıristiyanım diyen de, mü’minlere ‘sevgice en yakın’ değildir. Mü’minlere ‘sevgice en yakın’lık, bir Hıristiyanın kendi inandığı şekilde Hâlık-ı Zülcelâle tanıma ve O’na ibadet etme iştiyakı ve gayreti ile; O’nun rızası için dünyadan uzak durabilme yeteneği ile; ve de yine kendi itikadınca kulluğunu, dolayısıyla kibir ve gururun kulluğun edebine aykırılığını idrak edebilme kapasitesi ile ilgilidir. Yani, diyalog söyleminin en birinci muhatabı, bir bütün olarak Kur’ân’dan ve bilhassa Maide sûresinin 82. âyetinden anlaşıldığı üzere, özellikle Hıristiyanlar; Hıristiyanlar içinde de bu üç vasfa daha yakın olanlardır. Bir kez daha vurgularsak: Allah’ı tanıma ve O’na ibadet etme yolunda azamî gayret sarfedenler; O’nun rızası yolunda, bu dünyadan, dünya menfaatinden, dünya için dinini satma gibi hallerden uzak durma yeteneği gösterenler; ve yaratılmışlıklarını, kul olduklarını bilmenin bir göstergesi olarak sair insanlara karşı ve de hakka karşı ‘büyüklük taslamaktan,’ kibirden uzak duranlar...

Ve, ilgili âyetin son cümlesinde yer alan bu üç tarif nazara alındığında, yaşadığımız çağda dinsizlik ve ahlâksızlığa karşı Hıristiyanlarla işbirliği lüzumunu ısrarla vurgulayan ilk isim olarak Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerine, bilhassa lâhika mektuplarına yer etmiş bir nüansın hikmeti, daha aşikâr biçimde beliriyor. Manidardır, bu noktada Hıristiyanlarla değil diyalog, ‘ittifak’tan dahi söz eden Bediüzzaman, ancak bu çabaların muhatabı olarak ‘herhangi bir’ Hıristiyanı değil, ‘Hıristiyanların hakikî dindar ruhanileri’ni bize gösteriyor. Bediüzzaman’ın gösterdiği bu adres, âyetin tarifine nasıl da denk düşüyor!

Açıkçası, âyetin tarif ettiği üzere, feraset ve cesaret timsali bir Kur’ân talebesi olarak Bediüzzaman Said Nursî’nin Kur’ânî bir temelde dile getirdiği ‘diyalog’ ve hatta ‘ittifak’ teşebbüslerinin muhatabı, kendi bildiği ve inandığı şekilde de olsa, aslî derdi ‘Allah’ı tanımak, O’na ibadet etmek, O’nun rızasını kazanmak’ olan insanlardır; ‘hakikî dindar’ ruhanîlerdir.

Yani, mefhum-u muhalifi ile tarif edecek olursak, dünya menfaati peşinde koşan Hıristiyanlar değildir, Hıristiyan siyasetçiler değildir; kendisini sair insanlardan ve de Müslümanlardan üstün gören, mağrur ve kibirli Hıristiyan din adamları da değildir.

Oysa, bugün diyalog söylemi ekseninde gelişen tartışmalarda, yanlış ve isabetsiz bir surette diyalog-karşıtı bir tavır sergileyen kesimlerin dayandığı bir zemin var ise, bu, diyalog söylemini bugün en ziyade vurgulayan bir mü’minler topluluğunun bu haklı ve isabetli çabasındaki bir uygulama yanlışıdır. Bu uygulama yanlışı da, diyalog yelpazesine girenler arasında, hatırı sayılır oranda ‘dünya menfaati’ni arayanların bulunmasıdır. Ki bu durum, vâkıa öyle olsun olmasın, bu söylemin son tahlilde ‘Amerikan şahinleri’nin çıkarlarına hizmet ettiği, yani ‘kullanıldığımız’ duygusu ve intibaı uyandırmaktadır. Ki, haksız biçimde, sığ ve düz bir mantıkla, üstelik bir mü’minler topluluğuna ‘küfür’ izafe edecek derecede haddi aşarak diyalog-karşıtlığı sergileyenler, en ziyade bu ‘intiba’dan nemalanmaktadır.

Bu noktada, ‘Hıristiyanların hakikî dindar ruhanîleri’ ile—diyalogdan da öte—’ittifak’tan söz eden Bediüzzaman’ın, ‘dostumuz ve kardeşimiz’ diye tarif ettiği bir mü’min ‘Amerikan sefiri vasıtasıyla’ bir teşebbüs dile getirdiğinde “Sefirlerin kafası siyasetle meşgul olduğundan ve Risale-i Nur siyasetle alâkası olmadığından, siyasî bir kafa, çabuk takdir edemiyor. Hem Risale-i Nur, müşterileri aramaz; müşteriler onu aramalı, yalvarmalı” dediğini de hatırlayalım.

Hem, hatırlamakla da kalmayalım.

Unutmayalım...




Yeni Asya Gazetesi, 17.03.2005

  30.03.2005

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu