Üzülebilmek

Metin Karabaşoğlu

11 EYLÜL’ÜN HEMEN SONRASINDA gittiğimiz ve bir yıl kadar kaldığımız Amerikan diyarında yaşadığımız evin iki sokak aşağısında, ikisi de müze haline getirilmiş iki ev vardı. İkisi de ondokuzuncu yüzyılda doğmuş iki Amerikalı yazarın evi...

Evlerden ilki Amerikan edebiyatı deyince akla gelen ilk isimlerden olan Mark Twain’e aitti. Nisbeten daha küçük olan diğer evde yaşamış bulunan yazar ise Amerikan edebiyatı deyince akla gelen ilk isimlerden değildi, ama yazdığı roman yüzelli yıldır en çok bilinen ve okunan romanlar arasındaydı. Nitekim, Harriet Beecher Stowe ismi muhtemelen size birşey çağrıştırmayacaktır. Ama “Tom Amca’nın Kulübesi” dediğimde, ya okumuşluğunuz, ya izlemişliğiniz yahut duymuşluğunuz vardır muhakkak. Eseri kendi isminden daha fazla tanınan biridir H.B. Stowe.

Orada bulunduğumuz zaman zarfında, haftanın birkaç günü, bir zamanlar Mark Twain’in ve Harriet Beecher Stowe’un yaşamış olduğu bu iki evin önünden geçip durduk. Zira, İngilizce pratiğimizi geliştirmek üzere gittiğimiz kursa bizi götüren yol, bu evlerin önünden geçiyordu.

Ve bir sabah, H.B. Stowe’un evinin bahçesinde belki on metre uzunluğunda bir bez afiş gördük. Stowe’un yanılmıyorsam ya doğum ya da ölüm günü anısına, bir ay boyu H.B. Stowe House’da özel etkinlikler vardı; ve bez afiş bunu onun bir sözüyle duyuruyordu: “Any mind... capable of real sorrow is capable of good.” Bu kısa cümleyi benden daha iyi tercüme edecek arkadaşlar vardır şüphesiz. Yine de bir tercüme teşebbüsünde bulunacak olursam, “Gerçekten hüzün duyma kabiliyeti olan bir ruhun, iyiliğe de kabiliyeti vardır” diyordu Stowe. Yani, ‘üzülebilme’ ile ‘iyilik’ ve ‘hayr’ arasında kesin bir bağ olduğuna işaret ediyor; mânâ-yı muhalifiyle, ‘hüzün duyma’ yeteneğinden mahrumiyet ile de kötülük arasında bir irtibat olduğuna dikkat çekiyordu.

Stowe’un başkaca sözleri arasından neden bu sözün özellikle seçilip afiş haline getirildiğini anlamak için ise, bir parça ansiklopedik malumat edinmemiz gerekiyor. H.B. Stowe, çocukluk ve gençlik yıllarını, köleliğin kanunî koruma altında olduğu bir ortamda yaşamış. Bu süreçte gördükleri ve gözlemledikleri onda gerçek ve derin bir hüzün uyandırmış olmalı ki, yaşı kırka doğru ilerlerken Amerika’da hüküm süren kölelik uygulaması ekseninde yaşananlara tepkisini “Tom Amca’nın Kulübesi” adlı romanıyla açığa vurmuş. Önce bir gazetede fasikül fasikül basılan bu roman, 1852’de müstakil bir kitap olarak yayınlanmış. “Tom Amca’nın Kulübesi” romanı, gerek gazetede, gerek kitap olarak yayınlandığı ilk yıllar boyunca, okuyan insanlarda ‘gerçek bir hüzne’ yol açarak, içlerindeki ‘iyilik’ yeteneğini harekete geçirmiş. Açıkçası, işin ucu Amerika’nın ikiye bölündüğü o büyük İç Savaş’a da uzansa milyonlarca insanın köleliğin kaldırılması için harekete geçmesinde, bu romanın ciddi bir rolü olmuş. Stowe’un romanında anlattığı şeyleri ‘uydurmadığı’nı, bu romanın yaşanmış gerçeklerden hareketle yazıldığını ortaya koymak üzere, 1853’te bu kez “Tom Amca’nın Kulübesi’ne Anahtar” adı altında, köleliğin yol açtığı zulümleri belgelerle ortaya koyduğu bir kitap da yazdığını yeri gelmişken hatırlatalım.

Harriet Beecher Stowe’un yazdığı bu romanın uygulamada Siyahlara yönelik ayrımcılık değişik suretlerle devam etse de en azından resmen köleliğin kaldırılması sonucunu veren süreçte oynağı role binaen, köleliğin kaldırılmasında en büyük rolü oynayan ve hayatını da bu yüzden yitiren Abraham Lincoln, bir keresinde, onun bulunduğu bir mecliste kendisine şöyle iltifat etmiş: “Bu küçük kadın, sözleriyle büyük bir savaşı başlatmış bulunan bir kadındır.”

Stowe’un ‘üzülebilme’ ile ‘iyilik’ arasındaki, dolayısıyla ‘üzülememe’ ile ‘kötülük’ arasındaki irtibata dikkat çeken bu sözünden oturduğu tarihsel zeminle birlikte haberdar olduğum zamandan beri, ‘gerçekten üzülebilen’ insanları daha da fazla seviyorum. Kendini hep haklı gören, yaptıkları nice yürekte ve nice insanın hayatında çok zulümlere kapı aralamış bile olsa yaptıklarını haklılaştırmanın bir yolunu bulan insanlar ise ruhumu daha da fazla incitiyor.

Zira, şöyle bir bakalım etrafımıza... Dünyada bu kadar zulüm, bu kadar acı, bu kadar gözyaşı varsa, zaman zaman rol gereği ‘üzülüyormuş gibi’ gözüktükleri sahneleri TV kameralarına armağan etseler de aslında ‘gerçekten üzülebilme’ yeteneğinden mahrum olanlar yüzünden var. Dünyanın her bir tarafında ve de bu ülkede yaşanan hangi zulmü, hangi haksızlığı, hangi acıyı biraz deşseniz, ardında ‘üzülebilme’ yeteneğinden mahrum kötülerin kansız, duygusuz ve ruhsuz yüz ifadeleri karşılayacaktır sizi. Dünyanın her tarafında ve bu ülkede...

Ama şükür ki, ‘üzülebilenler’ de var. Gerçekten hüzün duyma yeteneği duydukları için, ellerinden birşey gelmediği durumda dahi hiç olmazsa kalbleriyle haksızlığa ve kötülüğe buğzedip onlara onulmaz bir meşruiyet krizi yaşatan insanlar da var.

Yarınki dünya daha iyi bir dünya olabilecekse, yaşadığımız şu ülkede bugün yaşanan haksızlıklar yarın ortadan kalkabilecekse, bu, ‘üzülebilenler’ sayesinde olacak. ‘Gerçekten hüzün duyma’ yeteneği olan, dolayısıyla ‘hayra ve iyiliğe’ de kabiliyeti olanlar sayesinde...

‘Üzülebilenler’e selâm, ‘üzülemeyenler’e yazıklar olsun!




Yeni Asya Gazetesi, 01.03.2005

  30.03.2005

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu