Derin bir nefes…

Rabia Nazik Kaya

Ne değdi benliğimize bu denli? Nasıl bir sihirli değişti ki, bu karmaşıklık ve yorgunluğun izlerini bıraktı üzerimize… Yorgunluğun esmediği, dokunmadığı insan yüzlerine rastlamak gitgide zorlaşıyor. Tazelik bayatlıyor galiba..


OKUDUĞUM KİTAPTA, BİR KÖYDE İŞİTİLEN hoş sedalardan bahsediliyordu... Yaprak hışırtılarından tekerlek takırtılarına, çocukların oyunlarından insanların yürürken çıkardıkları seslere kadar çeşit çeşit sesler tariflenmişti. Ben de bu sırada yokuşu tırmanmaya çalışan körüklü otobüsün bir kenarında motorun çıkardığı o korkunç ses eşliğinde kitaptaki sesleri hayal etmeye çalışıyordum. Otobüsün vites değiştirirken motoru birazcık olsun serbest bırakışları dinlemeye mecbur olduğumuz bu sesin ne kadar yüksek olduğunu hatırlatıyordu. Kulaklarım âdeta tırmalanıyordu.

Otobüs sağa-sola yalpalandıkça kitap da elimden kayıyor, okumak güçleşiyordu. Sayfaların arasına sıkıştırdığım ayraç bile ters dönmüştü. Kitabın içinden ruhuma akan güzel kelimeler vardı ve bu sarsıntılı yolculuk beni kelimelerden ayırıyor, kitap ile arama hasret katıyordu. Gerçekten, kitabı kenara bırakamıyordum. Nuriye Akman’ın “Nefes” isimli kitabı benim de nefesime karışmaya başlamıştı. Kendisini alıp uzaklara gitmek istediğim başımı iyiden iyiye özlemlerle donatmıştı bu satırlar...

Otobüsün gıcırtısı bir yandan devam ediyordu. Aynı zamanda telefonum ikide bir çalarak beni melodisine aşina etmişti. Çalmadığı sırada bile kulağımda uğuldayan melodi beni ufak bir paranoyaya itiyordu. Sürekli çantamı yoklama gereği hissediyor, telefonun yine çalıp çalmadığını kontrol ediyordum. Bir ferahlık olsun diyerek gözlerimi pencereye uzattığımda ise, karşılaştığım dev reklam panoları iyice huzursuz ediyordu beni…

“Gitsem uzaklara, bıraksam buradaki koşturmacayı” diye geçirdim içimden. Sonra içimden ayrı bir ses cevap gönderdi sanki:

“Kim bırakıp gitti ki, bu telaşlı koca şehri...”

Sahi gidemezdim, değil mi? Gözlerimi bu şehirde açmıştım. Ben doğduğumda da kalabalıktı sokaklar. Yine arabaların egzos dumanları karışıyordu göğün maviliğine. Karıştırıp bulandırıyordu telaşlı alışverişler kimilerinin dimağını. Kalabalığa doğmuştum, kimilerinin ıssız bir köyde özlediği kalabalıklar içindeydim. Acaba uzaklarda olsam özler miydim ben de herşeyin yığınlarca olduğu bu yerleri. Bir heves miydi benimki sadece, uzaklaşmak arzusu bir hayal miydi, bilmiyordum..

Ama içimde birşeyler yarımdı, bunu biliyordum… Bir halının her kenarından bir motif başlanıyor, gösterişli renkler bir uçtan başlıyor kendini göstermeye sonra bunlar birleşip bir desen oluşturmuyordu. Aksine başlanmış, bitirilmeyi isteyen, zaman ve ilgi bekleyen dekorlar kaplıyordu zemini. Yarımlardan kolleksiyonum vardı benim de herkes gibi.

Bir bulsaydım bütünleri toplayanları. Ya da eksiklerini tamamlayanları.

O zaman alıp başımı uzaklara gitmek istemez miydim? Bir küçük odaya, bir ağaç kovuğuna çekilmek istemez miydim? Bunu da bilmiyorum.

Nefesim sıklaşıyor bazen, nabzım artıyor. Heyecanlar kaplıyor içimi. Alışmışlığın atmosferinin kara kara üzerimde bulutlanmak üzere olduğunu hissediyorum.

Bugünlerde, düşüncelerimi de yarım bıraktım galiba. Tamamlamadığım ders notlarım gibi..

Keçeli kalemin ucunu açık bıraktığımda uçması gibi, bazen açık unuttum ruhumun pencerelerini. Ayaz mı vurdu nedir?

Ne değdi benliğimize bu denli? Nasıl bir sihirli değişti ki, bu karmaşıklık ve yorgunluğun izlerini bıraktı üzerimize… Yorgunluğun esmediği, dokunmadığı insan yüzlerine rastlamak gitgide zorlaşıyor. Tazelik bayatlıyor galiba...

Bayatlamaya direnmeliyim. Yorgunluğu yenmeli, usanma ve alışma illetini atmalıyım üstümden. Canlanmalıyım. Ölmedim ki henüz… Toprak olmadım daha… Toprak bile canlıdır. Hatta belki ayaklarını üstünde dolaştıran insanları izliyordur toprak üzülerek. Kendisini daha canlı ve bereketli buluyordur onlara göre. Çünkü artık toprağa insan ayağı da değmez, insan eli eğilmez oldu.. İnsan ayakları daha çok metal arabalara değiyor. Yahut betonlara, asfaltlara...

Toprak buradan bile anlamıştır insanın canlılıktan uzaklaştığını…

Hava da, derin derin solunamadığından, bilmiştir insanın solunumunun düzensizleştiğini... Belki bizden öte tüm varlık teşhisimizi koymuştur bize. Bıkmışlık, yorgunluk, keyifsizlik, kaygısızlık, telaşlılık, tembellik, ve buna benzer başka bulgular da yer almıştır belki tanılarında… Bir de reçete önerirler mi bizlere, bilmem.

Pek çok ihtiyacımız var öylesi reçetelere. Yaratılışımızın dar kalıplara sığmayacağını haykıran engin gökyüzünden birkaç seyirlik, birkaç solukluk atmosfer kapmak gibi… Dört duvardan biraz ayrılmak gibi... Bir de toprağa dokunmak gibi. Üzerimizde biriken statik elektriği atmak adına, akan bir suda yüzümüzü yıkamak gibi...

Enfeksiyonların arttığı, karın yağmadığı şu son dönemlerde, doktorlardan eksiksiz hep aynı haliyle aldığımız reçetenin yanında biraz da bu reçetelerden almalıyız galiba..

Hareket, aksiyon, ritim, düşünce, dinlenme, sentezleme bunlardan birazı olabilir..

Ümidim o ki, beden ile ruhu aynı kıvamda hareket ettirecek, kabına sığmayan ruha kaplar bulacak güzellikler eklenir hayatlarımıza..

Hayatlarımız her daim eklentilere yer bırakacak kadar açık olur, umarım…

  17.02.2005

© 2021 karakalem.net, Rabia Nazik Kaya