Milliyetçilik ve tarih: mutasavver 'hal'lerin plastik geçmişleri

Ahmet Yıldız

BÜTÜN MİLLİYETÇİLİKLERİN KENDİ TARİHLERİ VARDIR. ‘Yeni tarih,’ milliyetçi güçlerin siyasî iktidarı ele geçirmeleriyle eski rejimin ‘millî şuuru’ çarpıtan ve uyuşturan (!) etkileri karşısında, hem millî şuuru seferber etmeye, hem de yeni rejimi haklılaştırmaya dönük ideolojik programların en önemli unsurudur. ‘Mazi’nin ‘şimdi’ için kullanıma sokulmasıdır. Milliyetçiliğe Marksist bir yorum getirmeye çalışan Tam Nairn, bir ideolojik program ve siyasî pratik olarak milliyetçiliğe ‘çağdaş Janus’ nitelemesini yakıştırır. Mitolojik bir unsur olan Janus, Romalıların hem ileriye hem de geriye bakan iki başlı klasik tanrısıydı. Bütün milliyetçilikler de aynı şeyi yapar.

Milliyetçi tarih yazımı Uyuyan Güzel kompleksinin bir tezahürüdür. ‘Murdar’ bir ‘hal’ içinde bulunan ve gerileme dönemi yaşayan her milletin hamasî unsurlarla örülü epik bir altın çağı vardır. Uyuyan Güzeli uykudan uyandıran sihirli öpücük gibi, milliyetçi önderlerin gayretiyle millî şuura kavuşturulan kitleler asırlık uykularından uyanacak ve tarihin derinliklerinde bir şekilde yaşanılmış olduğuna inanılan eski haşmetli dönemlerini yeniden yakalayacaklardır. Milliyetçi seçkinlerin tarihî görevi, bu hayat öpücüğünü vermektir. Şimdi’yi haklılaştırmak ve geleceği arzu edilen yönde planlamak için yeni bir ‘geçmiş vizyonu’ oluşturmak bütün milliyetçi ‘iktidar seçkinleri’nin başvurduğu bir yoldur.1

Milliyetçi tarih, olgu–efsane karışımı bir mahiyet arzeder. E. Hobsbawm, “Tarihi yanlış yazmak millet olmanın bir parçasıdır”2 derken, milliyetçi tarih yazımının efsanevî karakterinin fonksiyonelliğine dikkat çeker. Çünkü milletlerin teşkili ile tarihin millî tarih olarak yeniden oluşturulması arasında doğrudan bir gereklilik ilişkisi vardır.

Hanedanlığa dayalı devletlerarası sistemde halk siyasî bir aktör değildi. Batı Avrupa’da ondokuzuncu yüzyıl boyunca genişleme gösteren demokratikleşme, o zamana kadar sadece ‘yönetilen’ kitleleri yönetim alanına müdahil kılarken, devlet olmanın tarihî gereklerinde de önemli dönüşümler doğurdu. Hanedan devletlerinde hükümranlığın (egemenlik) meşruiyeti hükümranın (kral/padişah) veraset hakkı kuralına dayanırdı. Ahaliyi hükümdarın mülkü sayan (patrimonyalizm) ve yönetme hakkını ‘Tanrı’dan alınmış bir hak’ olarak gören bu telakkide—ki, sultan–halifeleri ‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’ sayan anlayış da bunun bir tezahürüdür—yönetici hanedanların soyağacı anlatımı en önemli ‘tarih’ idi. Osmanlı tarihini yalnızca ‘padişahlar tarihi’ olarak anlatan yaklaşımda bunun izleri açık değil mi? Otoriter ya da demokratik, güdümlü ya da spontane, hangi şekilde olursa olsun, siyasetin alanının geniş halk kesimlerini içine alacak şekilde genişlediği ‘milliyetçilik çağı’nda, yeni milletler dünyasına bu anlayışın uyması elbette düşünülemezdi. Çünkü sembolik bir başın, yani kral yahut padişahın değil, halkın geçmişle ilişki kurmaya ihtiyacı vardı.

Yeni millî tarihlerin ilk keşiflerinden biri, bazı tarihlere özel önem atfetmek oldu. İlk defa herhangi bir ‘şey’in, bizim de toplum olarak pek aşina olduğumuz ‘yüzüncü yılı’ kutlanmaya başlandı. Şüphesiz bu kutlamaların amacı, övüneceği nihayetsiz mefâhiri olan bir millî aidiyet duygusu geliştirmekti. Nitekim, Amerika ve Fransız Devrimlerinin yüzüncü yıldönümleri, 1876 ve 1889’daki milletlerarası sergilerle kutlandı. Milliyetçi rüzgârın etkisi altına aldığı diğer Avrupalı ‘milletler’ de bunun dışında kalmadı. Macar yurtseverleri, tarihî ataları olarak kabul ettikleri Magyarlar’ın 896’daki istilâlarının millî varlıklarının başlangıcını oluşturduğunu ancak bin yıl sonra, 1896’da hatırlayabildiler! Neden mi? ‘Uyuyan Güzel’i uyandıracak prens henüz zuhur edebilmişti de ondan! İsviçreliler İsviçre’nin kuruluşunu kutlamak için bir yüzyıl dönümü yakalamak amacıyla 1891’i değerlendirmek istediler ve bunun için de İsviçre’nin kuruluş tarihi olarak 1291’i seçtiler. Polonyalı ‘yurtseverler’ 1960’larda bininci yıldönümü vesilesini kaçırmamak için Lehlerin Hıristiyanlığa geçiş tarihi olan 966’yı başlangıç olarak aldılar. Macaristan, İsviçre ve Polonya’da, sırasıyla 1796, 1791 veya 1766’da hiçbir kutlama yapılmadığı biliniyor. Çok basit bir sebepten dolayı: Bu tarihler, yeni tarihlere olan ihtiyacın henüz doğmadığı bir zamana rastlamıştı. Kutlayacak birşey yoktu!1

Bu tür yıldönümlerinin özü, millî toplumun bütünü için bir çekim merkezi oluşturmasıdır. Geçmiş, millî birlik gösterisi olarak herkes tarafından paylaşılır. Millete yüklenen anlam hayli derindir: “Tarih kaderimizin ön şartı, ebediyetimizin teminatı, gelecek kuşaklar için derstir.”2 Kısacası, tarih olmadan millet olamaz. Smith üç tür millî tarih şekline işaret eder:

1) Yeni milletin uzun bir resmî siyasî geçmişinin bulunduğu durumlar: Bu durumlarda ihtiyaç duyulandan da fazla tarihî malzeme mevcuttur. Tarih, bu durumda yeni tarih için yeni olgular yelpazesi seçilerek yeniden keşfetmek sûretiyle oluşturulur.

2) Yeni milletin tarih oluşturacak malzeme bakımından az donanımlı olduğu durumlar: Tarih tahmin ve yakıştırma sûretiyle yeniden inşa süreciyle oluşturulur.

3) Ender durumlarda tarih, uydurmalar üzerine kurulur. Bütün bu tarihler, Benedict Anderson’ın deyimiyle ‘olgu, folklor (halk kültürü) ve hayalin zengin bir karışımı’ arasında oluşturulan farklı dengelerden oluşur.3

Bütün tarihî dramaların iki boyutu vardır:

1. Milleti başlangıcından bugüne taşıyan bir süreklilik hikâyesi.

2. Bütün milletin özdeşleşebileceği birkaç anahtar olaydan oluşan sembolik ‘tablolar.’ Bunun en ünlü iki örneği, oğlunun başındaki elmaya okla nişan alan William Tell ve kazıkta yakılarak öldürülen Jean d’Arc’tır. Her iki hikâye de milletin maruz kaldığı sapkın yabancı tehdide karşı savaşan masum yurtseverleri yüceltmeye dayalıdır.

Millî tarihler hem tanımlayıcı, hem de yönlendiricidir. Öncelikle milletin, zaman–mekân koordinatları sunulur: Smith’in deyimiyle şiirsel coğrafya, miletin yerini, manzarasını, kutsal mekânlarını ve tarihî abidelerini anlatır. Bu özel yerler coğrafyası millî tarihle yoğrulmuştur.4

Tarihî olguların herhangi bir seçimi, belirli bir geleceği diğerine tercih etme eğilimini yansıtır. Meselâ, Yunan millî tarihi millî mitolojinin temellenebileceği iki alternatif altın çağa sahiptir. Bunlardan birincisi, Bizans’ın övünçlerine uzanarak, Yunan kültürünün Ortodoks Kilisesi geleneği içinde korunmasını öngörür ve Yunanistan’ı Konstantiniyye’yi (İkinci Roma) istihdaf eden büyük bir Doğu Akdeniz gücü olarak sunar. İkinci mümkün altın çağ, şehir devletinin rasyonelliğiyle yarımada coğrafyasında millî bir devlet olarak Yunanistan’ı anlatır. İlk mitolojinin benimsenmesi Yunanistan’ı Anadolu’ya müdahale politikasına iterken, ikinci mitoloji Bizans serüvenini yabancı bir Roman fasıl olarak görür ve daha küçük bir Yunan coğrafyasında milletleşme politikasını teşvik eder.

Yunanlıların 1923’te Anadolu’da uğradıkları hezimet, ikinci mitolojiyi öne çıkardı. Bugün ise birinci mitolojinin öne çıktığı söylenebilir. Ancak önemli olan, farklı tarihlerin farklı şimdilere uyduğunun ve alternatif gelecekler öngördüğünün anlaşılmasıdır. Modern Janus kaypak bir müşteridir: Millî tarihler, esas itibarıyla başka ne hakkında olursa olsun, bu geçmiş değildir. Geçmiş, milliyetçi tarih yazımı için yalnızca araçsal bir önem taşır. Bugünkü konumunuzu belirler, geleceğinize yön verir.

Yukarıda belirtilen üç tür millî tarih oluşturma şeklinden biri, tarihin ender de olsa tamamen uydurulmasıydı. Ancak bu tür uygulamalar, milliyetçilerin çağdaş bir millete eski bir geçmiş sağlamak için nerelere kadar gidebileceğini örnekler. Üstelik bunlar çok başarılı da olabilir.

Avrupa milletleri içinde İskoç millî giysileri belki de en çok tanınanıdır. Herkes tartan etekleri İskoç kabileleriyle özdeşleştirir. Bunun eski İskoç kabilelerinin giyimini temsil ettiğini düşünür. Oysa, tartan kumaşının kökeni Hollanda, tartan eteklerinki de İngiltere’dir. 1844 öncesinde de hiçbir ‘tartan etekli kabile’ yoktur. Bu, uydurma İskoç tarihinin bir parçası olarak icat edilmiş bir gelenekten ibarettir.5

Millî tarih oluşturma sürecinin bir diğer ucunda tarihsel verilerin bol olduğu eski yerleşik devletler yer alır. Ancak, ‘enformasyon’ fazlalığı ‘gerçek’ objektif tarihi sağlamaz. Bu durumlarda neyin öne çıkarılıp vurgulanacağı, neyin dışarıda bırakılacağı ve örtüleceği konusunda millî tarihler oldukça seçicidir. Ayrıca, bu seçicilik zaman içinde değişiklikler gösterebilir. İngiltere, böyle bir değişimin klasik örneğini sunar.

İngiltere’nin bugün kutlama ‘konusu’ olan geleneklerinin çoğu, ondokuzuncu yüzyıl sonlarına uzanır. Bu dönem, Britanya devleti için nisbî ekonomik gerilemenin siyasî olarak yeni emperyalizmle telafi edildiği önemli bir dönemdir. Böyle bir değişim şüphesiz yeni gelenekler ve yeni bir tarih gerektirmekteydi. National Gallery ve Millî Biyografi Lügatı gibi önemli gelenek ve kurumlar bu dönemden kalmadır. İngiltere’de yalnızca ‘muhteşem bir geçmiş’ için oluşturulmakla kalmayıp, ‘muhteşem bir geleceği’ de amaçlayan canlı bir millî kültür geleneği bu dönemde yeniden kuruldu.

‘İngiliz olmak’ iki şekilde kurgulandı. Coğrafî açıdan kırsal bir coğrafya imajına vurguda bulunuldu. O zaman İngiltere dünyanın en sanayileşmiş ülkesiydi. Ancak Kuzey İngiltere’deki şehirler ve kasabalar modern toplumun bütün problemlerini taşımaktaydı. Daha 1851’deki Büyük Sergi’de İngiltere kendisini dünyaya ‘ilk sanayileşmiş ülke’ olarak sunuyordu. Ancak yeni emperyalizmin gelişmesiyle birlikte sanayileşme emperyal ‘ırkî stok’un zayıflamasının sebebi olmak gibi bir rol üstlenmeye başladı. Artık büyük sanayi bölgeleri, kendileriyle övünülmek yerine, millî muhayyileden tamamen silindi. Bütün yoksulluğuna rağmen kırsal alanlar modern problemlerin bulunmadığı, Neşeli İngiltere’nin temsilcileri haline geldi. Kraliçe Elizabeth döneminin ‘altın çağ’ı da ‘Neşeli İngiltere’nin sahih (otantik) mekânı olarak yeniden keşfedildi.

Geç onaltıncı yüzyılın ‘altın çağ’ olarak seçilmesi tesadüf değildi. Ondokuzuncu yüzyıl boyunca 1688’in kutlu devrimi altın çağ olarak görülmüştü. Bu yüzyılın hegemonik gücü olan İngiltere’nin millî tarihinde kutlanan, bu hürriyetlerin tesisiydi. Yeni emperyalizmle bütün bunlar değişti. İngilizliğin kökeni bir yüzyıl önceye, Elizabeth dönemindeki denizaşırı istilâlar döneminin başlangıcına uzatıldı. Orijinal liberal perspektife göre, Elizabeth dönemi, Stuartlar döneminden daha baskıcıydı. Ancak yüzyılıın sonunda sürekliliği izlenen, ‘hürriyetler’ değil, denizaşırı genişlemeydi. İngilizlik tek ve yekta ‘ülke’ sahnesinden dünya sahnesine taşınmıştı. Diğer millî tarihler gibi, bu tarih de muayyen bir geleceği teşviki amaçlayan muayyen bir şimdinin ürünüdür.6

İnsanlığın gerçekliği kurgulayışında kollektif bir kimlik dili olarak milliyetçiliğin kendisini haklılaştırmak için kullandığı en önemli araç, tarihtir. Tarihin milletlerin tarihi olarak kurgulanması, dolayısıyla kollektif bir kategori olarak millete tabiîlik ve ezeliyet isnadı, tüm milliyetçi edebiyatların ortak gramerini oluşturur. Modern millî tarih anlatıları, sahip oldukları gerçeklikten bağımsız olarak milliyetçi heykeltıraşlığın prodüksiyonlarıdır ve bu yüzden gerçeklikle ilişkimizde önemli bir filtre oluşturur. Bu filtrelerin kişisel tasavvurların toplumsallaşmasında aktif olarak kullanılması, demokratik olmayan bir bilinç sapması teşkil eder.

Bu yüzden, dinî anlatılar gibi milliyetçi anlatıların da mutlaka nisbîleştirilerek sunulması ve gönüllü tercihe dayalı bir aşılamaya dönüştürülmesi zorunludur.


1 Marmara bölgesinde bulunan ilçelerden birinde katıldığım bir Kürt düğününde, nikâhı kıyan ‘medrese hocası,’ yedinci peygamber Hz. İbrahim aleyhisselamın konuştuğu dilin Kürtçe olduğunu, ondan sonraki tüm peygamberlerin, oğulları İshak ve İsmail’in sulbünden geldiklerini, dolayısıyla Hz. Muhammed (a.s.m.) dahil tüm peygamberlerin Kürt olduğunu iddia etti. Nedense, İbrahim Peygamberin de, bu mantıkla, kendisinden önce gelen ve farklı dilleri konuşan peygamberlerin etnik kimliğini taşıması gerektiği yolundaki sorumdan hiç hazzetmedi ve lafı dolaştırarak konuyu istediği tema üzerinde tutmakta ısrar etti. Etnik kimliği dille ilişkilendirip bunu zâtî bir özellik haline getiren klasik milliyetçi yaklaşımın benzeri, öte yandan, Türk milliyetçiliğinin Kemalist yorumunda da bulunabilir. Kemalist tarih tezinin bilimselliğinin ‘tescil edildiği’ 1937’de yapılan İkinci Tarih Kongresine sunulan bazı tebliğlerde, Hz. Muhammed’in Türk olduğu iddia edilmiş, bugün İranlıların da kendilerine ait gördüğü birçok tarihî simanın da Türk olduğu öne sürülmüştür. Tüm milliyetçilikler bu bakımdan totolojik bir dile sahiptir ve aynı semantiği paylaşırlar.

2 E. J. Hobsbawm, Nations and Nationalism since 1780 (Cambridge UP: Cambridge, 1990), 12.

3 Peter J. Taylor, Political Geography. World Economy, Nation-State and Locality (New York: Longman Group UK Limited, s. 1993), s. 199.

4 Anthony D. Smith, Ethnic Origins of Nations (Oxford UK: Blackwell, 1986), s. 208.

5 Anthony D. Smith, “Gastronomy or Geology? The Role of Nationalism in the Reconstruction of Nations,” Anthony D. Smith, Myths and Memories at the Nation (Oxford: Oxford University Press, 1999), s. 164-168.

6 Anthony D. Smith, “Nation and Ethnoscape,” Anthony D. Smith, Myths and Memories at the Nation, (Oxford: Oxford University Press, 1999), s. 149-153.

7 Bkz. E. Hobsbawm ve T. Ranger (der.), The Invention of Tradition (Cambridge UP: Cambridge UK, 1983).

  17.02.2005

© 2021 karakalem.net, Ahmet Yıldız