Hikmet-iktidar mücadelesi üzerine düşünceler

Ahmet Yıldız

I.

YARATILIŞIN ESPRİSİNİN FERDÎ PLANDA gerçekleşmesi, ‘emanet’i yüklenen insanın seçimine bırakılmıştır. Yaşadığımız dünyanın ve içinde yer aldığı kâinatın, ‘eşya’nın, dolayısıyla da eşya üzerinde tecelli eden ‘esmâ–i ilâhiyye’nin okunabilmesi için ‘zıtların cevelângâhı’ olarak yaratılması, bunun bir işaretidir. Çünkü eşya zıddıyla bilinir. Bütün âlemlerin Rabbi sıfatıyla Allah’ın kelâmı olan Kur’ân da ‘imtihan’ esprisini iman-küfür zıtlığı üzerine oturtur. Nübüvvet silsilesi de ilk insandan son peygambere kadar insanları ‘doğru söz’ üzerinde birleşmeye çağırmıştır. İnsanî duygu ve hâssaların hem ‘iyi,’ hem de ‘kötü’ye meyilli şekilde yaratılması, insan–Allah ilişkisini ve dolayısıyla varlık düzlemindeki bütün ilişkileri tanımlamada beşerî iradenin tercihini ön plana çıkartır. Tercihin olduğu yerde farklı sonuçların varlığı kaçınılmazdır. Aksi takdirde, tercih yerini ‘dayatma’ya bırakır.

“Dinde zorlama yoktur” hükmünü anlamaya çalışırken, ‘din’in insan–Allah, insan–kâinat, ve insan–insan ilişkilerini tanımlayan bir değerler ve normlar manzumesi olduğunu unutmamak gerekir. Öyleyse, İslâm toplumunda ferdî ve cemaatî planda farklı inanç ve hayat tarzlarının birarada bulunması, İslâm toplumunun beşerî tercihlerin oluşturacağı çeşitlilikleri yansıtması beklenir. Ki, ümmetlerin varlığının Kur’ân tarafından tescili, İslâm toplumlarında sosyo–kültürel çoğulculuğu yaşatmanın en temel dayanağıdır.

Tarih boyunca, İslâm toplumlarında sosyo–kültürel çoğulculuğun siyasî tekçilikle birarada bulunduğunu görüyoruz.

Soru çok açık: Siyasî tekçilikle kültürel çoğulculuk arasında nasıl bir ilişki vardır? Kültürel çoğulculuğun yaşatılabilmesi siyasî otoriteryenliğin varlığını mı gerekli kılmıştır?

Kültürel açıdan çoğulcu olan bir yapının, ortak insan davranışlarını düzenlemenin aracı olan siyasette tekçi bir yapıyı gerektirmesi düşünülemez. Öyleyse, kültürel çoğulculukla siyasî tekçilik arasında bir ‘illiyet rabıtası’ aramak yerine, bunu bir ‘iktiran’ olarak değerlendirmek sanırım daha yerinde olur.

İslâm’ın yaşanan tarihi, kendi ‘tarihsellik’lerini oluşturmak durumunda olan günümüz Müslümanları için önemli bir referans kaynağıdır. Ancak, cemaat toplumunun geride kaldığı, her inançtan insanın cemaatî değil, ferdî ölçekte birarada yaşadığı, toplum fertlerinin her bakımdan olabildiğince farklılaşırken ‘kitle toplumu’ ve ‘kitle kültürü’nün nesnesi haline geldiği çağımızda Müslümanların yüzyüze olduğu sorular, dünden farklıdır. Farklı sorulara yeni ve yeterli cevapların üretilmesi ihtiyacı, Müslümanların ‘kitle insanı’nı mobilize etme dışında fonksiyonu bulunmayan sloganları bırakarak ciddî bir fikir hamlesi gerçekleştirmelerini gerekli kılmaktadır.

II.

İslâm, siyasî çoğulculuk önünde bir engel değildir. İslâm tarihindeki siyasî yapıları sadece İslâm’a mal etmek, ortodoks Marksistlerin son tahlilde herşeyi iktisadî çıkara irca eden yaklaşımından metodik olarak farklı değildir. Her dönemde Müslümanlar İslâm’ı kendi ‘tarihsellikleri’ içinde anlamışlardır. Erol Güngör’ün de isabetle belirttiği gibi, dinin nasslara getirdiği yorumlar değişir. Tefsirdeki herşey tefsirden olmadığı gibi, her tefsir kendi döneminin şartları içinde anlam kazanır. Tarih bugüne taşınamayacağı gibi, tekrar yaşanamaz da.

III.

İran Devrimi sonrasında gelişen İslâmî akımların ‘eylem’i vurgulamaları ve anti-emperyalizmi ‘cihad’ kavramına yükleyerek dünya gündemine oturmaları, dünyevîleşmiş dimağlarda İslâm’ın silahla ve elbette terörle özdeşleşmesine yol açtı. Haçlı ruhunu şuuraltında taşıyan Batı dünyası için İslâm’a karşı önyargılar geliştirmek hiç de zor değildi. ‘İslâmî terör’ bu önyargıları pekiştirdi. ‘Kara çarşaflı’ kadınlar ve ‘çember sakallı’ erkekler Müslüman kadın ve erkek imajının ‘düşünce yoksulu’ militan tiplere indirgenmesinde fazlasıyla etkili oldu.

1990’lara gelindiğinde, İran Devriminin İslâm dünyasındaki etkileri durulurken, Müslümanlar bu ‘devrim’in kimliğini teşhiste epeyce mesafe aldılar. Orta Asya’dan Kuzey Afrika’ya, hatta Endonezya’ya kadar uzanan geniş coğrafyada gelişen yeni İslâmî hareketlerin tercihi artık ‘kurşun’ değil, ‘oy’ olmaya başladı. Orta Asya Cumhuriyetlerinin tamamında gayriresmî olarak örgütlenen ‘İslâmî Rönesans Partisi,’ bölge Müslümanlarının oyunun demokratik kurallar içinde oynanmasını kabul ettiklerinin bir işareti. Kuzey Afrika’daki durum da bundan farklı değil. Tunus’ta Raşid el–Gannuşî liderliğindeki Nahda (İslâmî Yöneliş) hareketi, 1989’daki seçimlerden önce, yönetimde çok-partili demokrasiye sadakati ihtiva eden bir ‘Millî Misak’ imzaladı. Buna rağmen, İslâmî Rönesans Partisine yasal statü tanınmadığı gibi, Nahda hareketi de illegal bir örgütlenme olarak görülmeye devam etti. Nihayet, İslâm’ın çoğulcu formdaki ifadesi Cezayir’de açık bir şekilde engellendi. Bütün bunların anlamı, aslında 11 Eylül sonrasında Batının İslâm’ı problematize etme biçimiyle netlik kazanmış durumda. İslâm’ı bütünüyle iktidar ilişkileri içinde kavrayan anlayışın otoriter versiyonu İslâm’a siyasal, hatta toplumsal alanda hayat hakkı tanımak istemezken; demokratik versiyonu azınlıkta kalması ve muhalefette dolaşması şartıyla İslâm’ı tolere etmekte, ancak iktidar potansiyelinin demokratik süreç içinde somutlaşma belirtileri göstermesi halinde bunu kesinlikle bastırma yolunu tercih etmektedir. Bu bakımdan, Batının demokratik çoğulculuk anlayışı sahte, sinik ve ahlâk-dışıdır. İslâmî hareketlerin oyunun demokratik kurallarını benimsemeleri ve buna sadık kalmaları, yani seçimle gelip seçimle gitme ilkesine bağlılıkları önem taşımamaktadır. İktidar, bu hareketlerle paylaşılamayacak kadar değerlidir ve sadece kendileri arasında dolaşıma açık olan bir zenginliktir. Refahyol tecrübesi Türkiye örneğinde bunun açık bir yansımasını oluşturmuştur.

IV.

Müslümanlar, Batının onaltıncı ve onyedinci yüzyıllarda yaşadığı süreci şimdilerde yaşıyor. İslâm dünya gündeminde ‘tanımlayıcı bir güç’ olarak var olmaya devam ederken, Müslümanların kendilerini çoğulcu bir formda ifade etme arayışları sürüyor. Ancak, hem Müslüman toplumların kendi içinden, hem de dış dünyadan bu arayışa yönelen ‘tehditler,’ bu süreci aksatıyor. İslâm, George Bush’un Yeni Dünya Düzenine karşı en büyük meydan okuma aracı olarak değerlendiriliyordu. Huntington’un medeniyetler, daha açık ifadesiyle dinî kültürler arasındaki çatışma tezi, 11 Eylül’den sonra ABD ve İngiltere’nin küresel kaynaklara hükmetme aracı olarak ‘İslâmî tehdit’ enstrümanına başvurmasını kolaylaştırdı. Küresel yeni sömürgecilik kendisini haklılaştırmak için bir ‘tehdit’ üretmek zorundaydı ve bunun için ‘İslâmî tehdit’ söyleminden daha kullanışlı bir söylem mevcut değildi. İktidar kaygısının harekete geçirdiği haris, tamahkâr, ben-merkezli ve zalim Batılı şiddet cihazının ihtiyaçlarına göre şekillenen ‘İslâmî tehdit’ efsanesi, İslâm–Batı karşıtlığını çözümsüzlüğe itmektedir. Oysa, farklı dillerde kendisini ifade eden bu iki paradigmanın arasında diyalog kurulması, bu dillerin birbirine çevrilebilir hale getirilmesi, ‘patolojik’ bir ‘sağırlar diyalogu’nu ‘empatik’ bir algılamaya dönüştürmek için zarurîdir.

V.

1991 sonbaharında BM Genel Kurulunda konuşan George Bush, şunları söylüyordu: “Her yerde insanlar halk için halkın yönetimini arıyor; hürriyet, mülkiyet ve ferde ilişkin vazgeçilmez haklarını istiyor.” Birleşik Devletler, Yeni Dünya Düzeninde, bu hakların dünya ölçeğinde garantörlüğünü üstleniyor. Vaad edilen, üst bir otoritenin yokluğundan kaynaklanan devletler arası sistemdeki ‘anarşik’ durumu ‘düzen’e dönüştürmektir. Belki de ilk defa moral değerlere dayalı bir ‘milletler arası toplum’ isteğinin gerçekleşme şansı doğuyor. Ancak bu moral zemin, Yeni Dünya Düzeninin gerçekte kaotik bir sömürgeleştirme sürecinin ambalajı olduğu ortaya çıkınca, Huntington gibi sözcülerinin dilinde ‘medeniyetler çatışması’ eksenine oturunca, yitip gitti. İslâm’ın Batıyla ilişkisi çözülmez bir karşıtlığa indirgenerek, küresel demokratikleşme sürecinin “demokrasi eksi İslâm” formülasyonuna doğru evrilmesine yol açtı. Bunun yansımaları 11 Eylül miladından sonra iyice somutlaştı. Türkiye’de yaşanan 27 Şubat darbesine ABD ve İsrail’in aktif destek vermesi, seçimle gelen bir hükûmete İslâmî yönelimli bir partinin koalisyonun büyük ortağı olması yüzünden tahammül edememesi, yine ABD ve İngiltere’nin Sudan’ın Darfur bölgesindeki insanlık trajedisini petrol rantına el koymanın bir aracı haline getirmeye çalışmaları, nükleer bir güç olduğu görmezden gelinen İsrail’e her şartta destek verenlerin Müslüman ülkeler sözkonusu olduğunda kitle imha silahlarının dünya barışına tehdit oluşturduğu tezini kullanarak bunu sömürgeci müdahalelerin sebebi olarak kullanmaları, kısacası 11 Eylül sonrasında yaşanan tüm gelişmeler, iktidar dilinin ‘doğal’ tezahürleridir.

Hayatı ‘iktidar’ temelinde ele alan ve kâinatı insanın insanla ve mevcudatla mücadele alanı olarak gören zihniyetin, İslâm’ı da münhasıran ‘iktidar ilişkileri’ içinde ele alması, Batıyı kaçınılmaz olarak ‘polis devletleri’ni ‘İslâmî demokrasi’ye tercih etmeye itmektedir. Ağır aksak demokratik süreci işletmeye çalışırken Batıyla ilişkileri gerginleşen, otoriter ve son derece dejenere bir hanedanın yönetimindeki Suudî polis devletinde şeriatın uygulanması ABD’yi rahatsız etmemektedir. ABD’nin stratejik iktidar çıkarlarına uygun hareket ettiği sürece, ülkelerin rejimleri, ilişkileri belirleyici olmaktan çıkmaktadır.

Merkezinde ABD, İngiltere ve İsrail’in yer aldığı, çevresinde AB ülkelerinin sıralandığı küresel sömürgeleştirme sürecinde İslâm ve Müslümanlara dair olan herşeyde yaşanan, ‘hikmet’ ve ‘iktidar’ın mücadelesidir. İktidar karşısında, onun baştan çıkarıcı cazibesine kapılmayıp ‘hikmet’i koruyanlar, yüzlerine tükürenlere tepkilerini ‘ihlas süzgecinden’ geçirerek ortaya koyabilenler, bu yolda, mağlup dahi olsalar galiptirler.

  17.02.2005

© 2021 karakalem.net, Ahmet Yıldız