Kötü ne(rede)dir?

Nihat Dağlı

Kötü ne(rede)dir?

Kışa ve dondurucu soğuklara bu kadar yüklenmemiz doğru değildir. Her dokunuşuyla ‘bahar’ isimli bir güzeli, bir coşkuyu, insana iyi gelen bir dirilişi kuran kış atölyesine bir özür borcumuz var. Zira o olmasaydı, ne bahar, ne de yaz gelebilecekti; ne diriliş olacak, ne de dirilişin meyvelerinden tadabilecektik.


“Her insanın içinde aynı anda biri Tanrı’ya, diğeri İblis’e yönelik iki eğilim vardır. Maneviyat, Tanrı’ya yöneliş, yukarıya doğru yükselir; hayvanlık, Şeytan’a yöneliş, alçalıştan haz alır.”
—Charles Baudelaire

DIŞARIDA DONDURUCU SOĞUKLAR VAR. İnsan sokakta, sığındığı evlerin kuytularında bu soğuklardan kurtulamıyor, iliklerine kadar üşüyor. İçi buza kesen, insana şenlikli duygular yaşatan o rengârenk cümbüşü sonlandıran kar beyazı hüküm sürüyor. Beyaz, bembeyaz bir uzanmışlıkta gözlere perde iniyor, herşey silikleşiyor.

Erken, çok erken bastıran kış, dallarında oyalanan o nazlı, o narin sarı ve kızıl yapraklara hazırlıksız bir ölüm yaşatıyor. Böylesine bastırmasaydı kış, kendilerini huzurlu bir ölüme teslim edecek olan canlılar, şimdi erken bastırmış buyurgan bir ölümün pençesinde ‘can’larını yitiriyor.

Üşüyoruz. Yapraklar dallarında donuyor. Ömürlerinin sonlarını hecelemek üzere olan minnacık hayatlar, son adımlarında ölüme yakalanıyor. İçimiz kütleşiyor, duygularımız boşlukta asılı kalıyor.

Zamanla büyüttüğümüz, hasretle kurduğumuz, düşle başlattığımız yolculuklar, sevgilinin kapısında tokatlanıyor, donmuş yüzümüze kapılar çarpılıyor. Kalbin o sırrına erilemeyen evreninde büyüyen, istenen, arzulanan ve nihayet kendisine gidilen cânânlar, namluyu kalplerine çevirip, güm güm kendilerine sıkıyorlar gülleleri. Ölüme gaz verip kendilerini boşluğa bırakıyorlar. Biz ise, koca bir yanılsama içinde ve kalplerimize hiç de karşılık gelmeyen bu sevgililerin ardındaki boşlukta üşüyor, donakalıyoruz.

Sanki vurulmaya yazgılıyız. Vurulup öldürülmeye...

Vurula vurula geldiğimiz topraklarda, Felluce’de bir kez daha vurulup öldürülüyoruz. İnsanda, hayatta, bütün bir varlıkta bir şey olarak var olan ‘iyi’ye sırt dönüp, ona yabancılaşıp, ‘dolayısıyla’ var olabilen bir ‘kötü’nün emrine girmiş uygarlığın son temsilcileri, uzandıkları kuytulara ölüm taşıyor. ‘İyi’ kalmadıkları için ‘kötü’nün tarlası olmuş silahlı adamlar, yüzü aşkın olana dönük mekânlarda ‘kötülük çiçekleri’ni büyütüyor. ‘Ben’lerini, aşkın olandan kopmuş ‘ben’lerini büyütmek, biraz daha gürleştirmek adına sınırları anlamsızlaştırmış bu modern zaman insanları hayatı ateşe veriyor, ölüme odun taşıyor, cehennemi yeryüzünde yaşatıyor.

‘İyi’ olanın örtülmesiyle/bilinmezliğiyle/yaşanmadığıyla ortalığa çıkan ‘kötü’nün dünyasında üşüyor, yalnız, yapayalnız kaldığımızı hissediyoruz. Etimize, kanımıza kadar sinen ‘acı’dan anlıyoruz ki; hayat, dünya, insan, uygarlığın şimdiki hali, ‘kötü’den uzak değildir. İçimize düşen dondurucu gölgesinden bildiğimiz ve tanıdığımız ‘kötü’nün şeceresine, başlangıcına, kaynağına, kimliğine, anlamına gidiyoruz. Kışla birlikte yüzünü gösteren, bağlandığımız çok şeyin bizi yüzüstü bırakmasıyla içimize dolanan, Felluce’de patlayan silahların dumanından yükselen ‘kötü’nün bize egemen olmaması, bizi körleştirerek, bütün bütün içimize oturarak ‘mutlak’laşmaması için, ona yakından bakmaya koyuluyoruz.

Güz rüzgârları, içimizi titreten ve üşüten havalar, bize dokundukları ‘kötü’cül yüzlerinden mi ibarettir? Kımıl kımıl yapraklarıyla sallanan dalların birden soyunuvermesi niçin kötü olsun? Ağaçların soyunmadan, yaprakların çekip gitmeden ‘kar’a yakalanması, dondurucu soğuklarla göğüs göğüse çarpışmaları daha mı iyi? Bahar ve yaz mevsiminin iç okşayıcı havasına alışmış minnacık canlıların bastıran kışa kalmaları ya da bırakılmaları, şefkat, merhamet ve güzelliğe sığar mı? Gözlerimize hüzünlü bakışlar takıştıran o solgun güz havası, niye bir iyiliğe vesile oluyor olmasın? Kışa dayanamayacak her bir şey, ‘güz’ün havasıyla çekip gitmekle, büyük bir ‘acı’dan kurtulmuş olmuyorlar mı?

Kışa, dondurucu soğuklara bu kadar yüklenmemiz de doğru değildir. Her dokunuşuyla ‘bahar’ isimli bir güzeli, bir coşkuyu, insana iyi gelen bir dirilişi kuran kış atölyesine bir özür borcumuz vardır. Zira o olmasaydı, ne bahar, ne de yaz gelebilecekti; ne diriliş olacak, ne de dirilişin meyvelerinden tadabilecektik.

Hem nazlı, hem de tezcanlıyız. Düşünülmüş koca bir ‘anlam’ın gerçekleşmesi adına yaratılan hayatın bazı dokunuşlarını, bütün içindeki neticelerini düşünmeden, bu dokunuşlar üzerinde derinliğince düşünmeden, sadece dokunuş anlarında bize görünüveren durumlara bakarak, ‘kötü’ce konuşuyoruz. Bencilce (evet, hodgâmız) davranıyor, çabucak karar veriyoruz. Yapraklı ağaçlar, iyi havalar bize iyi geldiği veya böyle düşündüğümüz için, yaprakların dökümünü ve soğukların gelişini ‘kötü’lüyoruz. Oysa hayatın ve hayattakilerin bize bakan bir yüzü varken, sahiplerine bakan yüzleri binlercedir. Bize kalsa ne sonbahar, ne de kış olacaktı. Olmasaydı ne olurdu? O zaman bahar da, yaz da olmayacaktı. Unutmamak gerekir ki, sonbahar ve kışın olmayışı bize iyi gibi görünebilir, ancak bu durum, bahara ve yaza mani olduğu için ‘kötü’dür.

Bencilliğimiz ve yüzeyselliğimizden dolayı, kendimizi merkeze alarak varlığa ve hayata bakamayız. Hayatı, bizim de gerçekleşmesine dahil olduğumuz ‘anlam’ın penceresinden okumalıyız. O zaman göreceğiz ki, hayat ve hayatta yaratılan şeyler, ya bizzat ya da neticeleriyle güzeldirler. Çünkü her şey, netice itibariyle ‘iyi’ye çalışmaktadır. Bunu kavradığımızda, bu derinlikte hissedip yaşadığımızda, ne güz rüzgârlarıyla soyulmuş ağaçlar, ne de kış soğuğunda ölümün kollarına düşen canlılar bizi üzecektir. Hadiseler canımızı hafiften yaksa da, kendimizi, gelecek olan baharın diriliş türkülerine bırakmaktan alıkoyamayız. Varoluşçuların ve Epiküristlerin işaret ettiği ‘kötü’nün de kötülük olmadığını, hayatı mümkün kılan bir şey olduğunu göreceğiz. Böylesi bir ‘kötü’nün olmadığı bir hayatın coşkusunu yitireceğini, hayatın ‘iyi’siz kalacağını anlayacağız.

Kıştaki üşümemiz, Felluce değildir; üşümemizdeki ‘kötü’ de, Felluce’nin ‘kötü’süne benzemiyor. Biz kışta üşürken, üşümeyi ‘kötü’lerken, bencilliğimizin ve yüzeyselliğimizin kurduğu bir yanılsamaya düşüyoruz. Böylesi bir hatanın içimize ve dilimize oturttuğu ‘kötü’nün karşıtının gerçekleştiğini, yani kışın olmadığını düşündüğümüzde ise, asıl o zaman ‘kötü’nün yaşanacağını kavrıyor ve hatamızdan vazgeçiyoruz.

Oysa Felluce’de başka birşey yaşanıyor. Kökü şeytanın ayartmasına kadar uzanan bir aldanmışlıktan beslenen bir ‘kötü’dür Felluce’yi vuran. Oradaki ‘kötü’lük, şeytana aldanıp dünyaya (hayata) düşen, düştüğü yerde ‘ben’ine binen, kendisini herşeyden bağımsız ve üstün ‘herşey’ olarak gören, böylelikle varlığa müdahale eden uygarlığın son halkasıdır. Çünkü Amerika, o janjanlı klasik uygarlık tanımlarına oturan birşeydir. Uygar algının zirve ismi ülkenin başkanının ve etrafındakilerin dili, insanın ‘ben’ini tanrılaştırmasından besleniyor. Amerika denen algı, ‘ben’i tanrılaştırınca, diğer şeyleri ‘kul’laştırmıştır. Bu ‘ben’in beslediği uygarlık, Fourier’nin ifadesiyle, şöyle birşey olmuştur:

“Uygarlık iki sütun üzerinde yükselir: süngü ve açlık... Dolandırıcılarla namussuzların gönlüne göre bir düzen. Mutlak egemen: para... Salnâmeleri kanla yazılıdır uygarlığın, ilişkileri yalan üzerine kuruludur; yalan, kin ve kalleşlik üzerine... Uygar insan, sosyal bir yılandır; nezaket ve terbiye icabı, yalancı olmak zorundadır.”

Oldukça gelişmiş ülkenin (Amerika) tarihi, bugünkü yaşam karnesi, ve başka yerleri işgal ederken başkanının kullandığı üslup ile sığındığı gerekçeler, Fourier’nin uygarlık tanımının içini dolduruyor. Irak’tan gelen haberler ve oradan ekrana yansıyan görüntüler ise, bize Bediüzzaman’ın şu tesbitini hatırlatıyor:

“Mahlukatın en mükerremi, belki en a’lâsı olan insan eğer bozulsa, bozuk hayvandan daha ziyade bozuk olur. Müteaffin (küflenmiş/kokuşmuş) maddelerin kokusuyla telezzüz eden haşarât gibi ve ısırmakla zehirlendirmekten lezzet alan yılanlar gibi, dalâlet bataklığındaki şerler ve habis ahlâklar ile telezzüz ve iftihar eder ve zulmün zulümatındaki zararlardan ve cinayetlerden lezzet alırlar. Evet, cinnî şeytanın vücuduna kat’î bir delil, insî şeytanın vücududur.” (‘Ben’ini tanrılaştıran uygar insanı tanımlamak için hem Fourier’nin, hem de Bediüzzaman’ın ‘yılan’ metaforunu kullanması ilginçtir!)

Uygarlığın tarihi, biraz da şiddetin tarihidir. Zira sadece ‘ben’ini merkeze alan, onun varlığını ve devamını önemseyen bir algı, kaçınılmaz olarak kendisini başkasına dayatır, varlığını öldürerek sürdürür. AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim görevlisi Dr. Faruk Alpkaya’nın değerlendirmesi, uygarlıkla şiddetin aynılığına işaret ediyor:

“Batı Avrupa önce Amerika kıtasını yerlilerden temizleyip yağmalıyor, sonra Afrika’nın yerlilerini Amerika’ya taşıyıp köleleştiriyorlar. Oradan elde ettikleri ürünleri satabilmek için de bu sefer Asya’yı sömürgeleştiriyorlar. Uygarlaştırmaya çalışıyorlar kendilerince. Şiddet bu sürecin en ayrılmaz parçası. Şiddet kullanmadan bunu yapmaları mümkün değil. Ama şiddet hep iki boyutlu kullanılıyor: İlki varolan rejimi sürdürmek için, ikincisi varolan rejimi ya da devleti yıkmak için. Yıkmak için kullananlar da aslında yerine yeni bir devlet kurmayı amaçlamaktadırlar. Bu iki boyutluluğu hep akılda tutmak gerek. Uygarlık tarihi dediğimiz şey şiddet tarihidir.”

Amerikalı askerin, camide savunmasız yaralı bir insanın üzerine kurşunları boşaltmasını nasıl izah edeceğiz? Dr. Alpkaya, “Korkan bir insan bunu yapabilir. Kendisini herşeyden üstün gören bunu yapabilir. Robotlaştırılmış biri böyle yapabilir” diyor. Çünkü Amerika denilen algının içine doğanlar, ‘öteki’ olan herşeyi ‘düşman’ görüyor, yok edilmesi gereken bir ‘kötülük’ olarak değerlendiriyor. Düşmanla sarılı bulunmanın yaydığı güvensizlik duygusuyla elleri hep tetiğe gidiyor.

Dikkatimizi buraya çekenlerden biri de Yusuf Kaplan’dır:

“Amerikalıların Irak’ta işledikleri cinayetleri ‘korku, dehşet ve şok operasyonu’ olarak adlandırmalarının birinci nedeni, pagan Batı uygarlığının kurucu paradigmasının ontolojik güvensizlik duygusuna dayanması; yani insanı tanrılaştırarak yalnızlaştırması, ruhsuzlaştırması ve insanın ruhunda fırtınalar esmesine zemin hazırlayan ve sonuçları, öteki olan herşeye karşı korku, dehşet ve şok ile yaklaşılması şeklinde tezahür eden bir hâlet-i ruhiyeye sahip olmalarıdır.”

Paranın ve çıkarın egemenliğinde ‘değer’sizleşen bir algının güvensizlikte saldırganlaşması, saldırırken arsızlaşması, sabıkalı uygarlığın kötücül yüzüne ayna tutuyor. Felluce’de yaşanan, ‘kötü’ olsa da, ‘değer’siz uygarlığın yüzüne tutulan bir ayna olmasıyla, insana yitik değerleri aratıyor. Böylelikle ‘kötü,’ bir kez daha ‘iyi’yi belirginleştirip, onu tercih edilir kılıyor.

  17.01.2005

© 2021 karakalem.net, Nihat Dağlı