Düğün Okumaları

Metin Karabaşoğlu

İNSANLARIN, SIRRININ ELE VERİLMESİNDEN VE dolayısıyla, sırrını ele verenden hoşlanmadıklarını çok iyi biliyorum. Üstelik, hiç kimsenin sırrını ele verme niyeti de taşımıyorum. Lâkin, ne bu ‘iyi bilgi’ ne de ‘iyi niyet,’ beni bir sırrı ifşa etme kararlılığımdan alıkoyuyor. Bilakis bu yazı, tamı tamına bir ‘sır ifşa etme’ yazısı; ve, birilerinin bana kesinlikle kızacağını bile bile böyle yapıyorum.

Gelin görün ki, ortada ‘hiç kimse’nin olmayan bir ‘sır’ mevcut. İfşa edeceğim sır ‘herkes’in olduğu için, ‘hiç kimsenin sırrını ele vermeme’ niyetimi gerçekten bozmuş olmuyorum.

Gerçi, ‘herkesin sırrı’ diye birşey tanım gereği imkânsız; bunun farkındayım. Bunu bilmek için Wittgenstein olmak yahut Wittgenstein okumak gerekmediğinin de farkındayım. Ama, vâkıa, ‘tanım’a sığmayan bu çelişki, hayatlarımızın tam merkezinde duruyor. Gerçekten, ortada hem ‘herkes’e ait, hem de ‘sır’ olan bir ‘durum’ yaşanıyor.

Velhasıl, işin aslını herkesin bildiği ama hiç kimsenin işin aslını kimseye söylemediği; bu yüzden hem ‘herkese ait’ hem de ‘sır’ olarak kalan bir toplumsal riya kol geziyor ve ruhum, riyanın hiçbir türünü hazmedemiyor.

‘Toplumsal riya okumaları’ yazacak olsam, bu başlığın altına bir değil, bir dizi konuyu sığdırmam gerekirdi; bunun da farkındayım. Bir örnek: ‘Asker millet’in her bir ferdinin askerlikten kaytarma çabaları. Bir örnek daha: Gerçekte asırlar boyu profesyonel ordulara sahip olunduğu halde, bugün ‘asker millet’ söyleminin hâkim olması. Bir başka örnek: "Türk dünyaya bedeldir" sözünü benimsediğini söyleyen birilerinin Batıdan gelen herhangi bir ‘tavsiye’yi ‘emir’ makamında kabulü. Dahası var: Dünyanın, güneşin ve de kâinatın bir ‘ömr-ü muayyen’i ve bir ‘ecel-i müsemmâ’sı olduğu, kısaca insan gibi yaşadığı kâinatın da faniliği bilindiği halde ‘devlet-i ebed-müddet’ hülyalarının ‘ilelebet payidar’ kalması; en yetkili ağızların fani bir dünyada ‘sonsuza kadar’ süren bir devletten söz açması. Dahası: 10 Kasım günleri, birçok insanın ‘içinden söylediği’ ile ‘dilinin söylediği’ arasındaki fark; ‘farklı’ olmak için herkesin ‘aynı’laşması; filan veya falana sahip olma ‘ayrıcalığı’ peşinde tek-tipleşme...

Kısacası, rengi, modu veya modeli farklı da olsa, bir dizi ‘toplumsal riya’ birikimimiz bulunuyor; ve eğer buna dair ‘okumalar’ yazacak olsak, bu köşede bir ‘tefrika’ya başlamak gerekiyor.

Neyse ki, niyetim bunlardan hiçbirini ‘şerh’ veya ‘ifşa’ etmek değil. Üstelik, özellikle listenin baş kısmında yer alanlar açısından, ‘günün mana ve ehemmiyeti’nin farkındayım ve ‘ucuz lokma’lardan olmak yerine, "En son söyleyeceğiniz şeyi en son söylersiniz" buyuran ünlü totoloji üstadımızı dinlemeyi daha işe yarar buluyorum.

Niyetim, üstüme farz olan, ama o bile yap(a)madığına göre benim gibi ‘ast’ların yapmasına hiç mahal ve imkân bulunmayan işlerle uğraşmak değil. Maksadım, ‘küçük’ bir ‘toplumsal riya’nın sır perdesini aralayıp, ruhlarımıza ‘küçük’ bir menfez açmak...

‘Düğün’lerle ilgili bir yazıya, onu ‘toplumsal riya’ hanesine dahil eden böyle bir giriş çoklarına ‘acımasız’ gelecektir, ama maalesef şahit olduğum düğün manzaraları itibarıyla, bu ‘acımasız’lığın sorumluluğunun bana ait olmadığı kanaatindeyim. (Küçücük bir ‘metodik’ hatırlatma: Lütfen, bu kanaati kendi ‘düğün’lerinizden hareketle yargılamayın. İnsan kendini ‘kusursuz’ görmek ister, o yüzden de akıl o noktada nalıncı keseri gibi işler. Şöyle şu an İstanbul’un veya başka herhangi bir şehrin herhangi bir ‘düğün sarayı’na ‘davetsiz bir misafir’ olarak girin; yahut artık otele dönüşmüş gerçek bir ‘saray’daki bir düğüne nezaret edin; ve olup bitenleri seyredin. Bu yazıda serdedilen ‘acımasız’ fikirlere dair, o zaman karar verin, olur mu?

Bana kalırsa, içeri girmenize bile gerek yok aslında. ‘Düğün sarayı’ tamlaması ‘toplumsal riya’nın yeterli bir delilidir çünkü. Bir kere, saray her zaman saraydır; bu bakımdan, ayrıca ‘düğün sarayı,’ ‘eğlence sarayı,’ ‘uyuma sarayı,’ ‘yemek sarayı,’ ‘alışveriş sarayı’ diye birşey olmaz. Daha da önemlisi, genellikle, bu ‘düğün sarayı’ denilen nesneler, bir ‘kervansaray’ın değil; bir hanın, açıkçası bir işhanının garajdan bozma bodrum katlarında bulunurlar. Ama, adı üstünde, ‘saray’dırlar; ve bu noktadan itibaren, bütün iş ferasetinize kalmaktadır. Bu ‘feraset’in ön şartı ise, ‘düğün sarayı’ tabirindeki dil ve mantık fukaralığında durmayıp, böylesi bir mekâna ‘düğün sarayı’ adını verdiren sosyal muhtevayı kavramaktır.

Bu bakış açısına ulaşınca, ‘düğün’ler de, ‘düğün sarayları’ da, nefis taşıyan bir mevcut olarak ‘insan’ın bir sırrının dışavurumuna dönüşürler. Yanısıra, ‘düğün sarayları’ çevresindeki sair binalardan soyutlanmış bir yer olmaktan, ‘düğün’ler ise hayatımızın sair günlerinden soyutlanmış bir gün olmaktan çıkarlar; bilakis, toplumsal mimarimizin tamamı ve hayatlarımızın bütünü için çok manidar ipuçları taşıyan bir ‘düğüm’ noktasını fısıldarlar. ‘Ukde’ kelimesinin bütün anlamlarını taşıyan, ve manidardır, sözlüklerde ‘düğün’ün komşusu olan ‘düğüm’ şudur: Her erkek kral, her kadın kraliçe olmak ister. Bakmayın "Bekârlık sultanlıktır" tesellilerine; insanların kendilerini kral yahut kraliçe olarak hissedeceği tek gün vardır, ve o gün de düğün günüdür. O yüzden, düğün evleri olabilen en masraflı eşyalarla süslenir, gelin ve damat olabilen en pahalı elbiseleri giyinir, olabilen en pahalı ‘saray’da düğün yapma cihetine gidilir. Çünkü, ister gerçek bir sarayda, ister ‘saray’dan dönme ‘palace’larda, ister bir ‘düğün sarayı’nda olsun, o gün, insanlar nicedir hayallerinde kurdukları bir oyunu sahneye koyarlar. Düğünler, içimizde gizli olan özlemin, nefsin kendisine ayırdığı kraliyet hülyasının dışavurumlarıdırózaten, ‘saltanatlı,’ ‘şahane,’ ‘krallar gibi,’ ‘sultanım,’ ‘şaheser’ gibi kelimelerin taşıdığı olumlu çağrışımlar da bu gizli özlemi ele veriyor değil midir?

O yüzden, bir ‘düğün,’ kraliyet denen olgunun ne kadar insanî olduğunu sorgulamaksızın bir kraliyet özlemi içinde yaşayan ailelerin ‘hanedan’ fotoğrafını sunar. Vaktiyle bir ‘sünnet düğünü’nde eskinin kraliyet saraylarından kopya edilmiş taçlar, asâlar ve pelerinler giydirilmiş ‘veliahd prens,’ artık ‘kral’ makamındadır; tablonun öbür tarafında ise, vaktiyle küçük teyzesinin veya büyük ablasının düğününde ‘prenses’ rolü ve elbisesi ile dolaşan hanım kız ise hayatında bir daha asla giy(e)meyeceği anlamsız ve abartılı düğün kıyafetiyle bir ‘kraliçe’yi andırmaktadır. Tahtın idaresini epeydir hanımlara kaptıran sözde-kral babalar, biraz da edilen masrafların ezikliği altında, pek ortalarda gözükmezler; lâkin ‘ana kraliçe’ler başrolü oynamaktadır. Damadın veya gelinin, yaşça daha küçük erkek ve kız kardeşleri veya kuzenleri ise, müstakbel bir ‘düğün’ün kral yahut kraliçesi olarak, şimdilik prens veya prenses makamında durmaktadır. Söylemem zor ama, bu ‘saray’ tablosunun, maalesef ‘cazgır’ları ve ‘soytarı’ları dahi vardır. Başka zaman ailenin dışlanan hafifmeşrep insanları, bu ‘kraliyet’ fotoğrafında, soytarılığı andırsa bile kendilerine bir yer bulmanın tadını çıkarmaktadır.

Bir ‘düğün’ fotoğrafının anahatları ile yetinmek istiyor; işin ayrıntılarına girmemeyi tercih ediyorum. Hem, Allah’ın kulu ve mahluku olan ve bunu böyle bilen iki insanın, Yaratıcının huzurunda, O’nun adına akdettikleri ‘nikah’ı ve bu nikahın meyvesi olan ‘evlilik’leri çok değerli bulduğum gibi; O’nun elçisi olan zâtın (a.s.m.) öğrettiği üzere, zengin-fakir ayrımı yapmaksızın ve israfa da düşmeksizin bu evliliğin ‘düğün yemeği’ ile duyurulmasını da seviyorum. Ama bu, doğru ırmakların yanlış vadilerden akmasını hoş görmemi kesinlikle gerektirmiyor. Bilakis, insanların kul olduklarını âdeta unutarak, dahası kendi hayatlarının gerçeklerinden çıkıp üstlerine yakışmayan ‘kraliyet’ hülyaları takınarak giriştiği ‘düğün’ler yüreğimi incitiyor ve ruhumu eziyor. Hele hele, çula çaputa milyarlar harcanırken işin en aslî kısmı olan ‘velime’nin en kolay feda edilen unsur olması, yaşadığımız toplumun ‘sünnet’ ve ‘görenek’ arasında ne yöne doğru kaydığını gösteriyor.

Mümkün mertebe düğünlere gitmiyorum. Çünkü, düğünlerde, insanlar ne göründüğü gibi oluyor, ne olduğu gibi görünüyor. Tanımadıklarımı zaten tanımadığım gibi, o mekânlarda, tanıdıklarım da tanınmazlaşıyor. Herkes gerçekte ne olduğunu bilse de, o gün kendisine ve herkese yalan söylüyor. Kendi hallerinden mutlu olamayanlar, bir günlük kraliyet fotoğrafı ile mutlu olacaklarını zannediyor.

Düğünler, kişi olarak ve de toplum olarak ne olmak istediğimizin, dolayısıyla ‘potansiyel olarak’ ne olduğumuzun ifadesidir. Modern çağda modern insanların demokrasi istediği hikâyedir. Herkes kral olmak istemektedir.

Ve galiba şu diyara demokrasi, ‘düğün’lerin ‘saray’larda yapılmasından vazgeçildiği gün gelecektir.

  21.10.2000

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu