Çöplükleri Okudum

Metin Karabaşoğlu

İŞİ GEREĞİ BİN TÜRLÜ KİTAP okuyup bin türlü yazarla hemhal olan biri olarak, ‘iş icabı’ okumadığım bir kitaplar dizisi var. Yirmi yıldır tekrar tekrar okuduğum, her okuyuşumda yeni yeni hususların farkına vardığım bu eserlerin yazarının, benim dünyamda apayrı bir yeri bulunuyor. Onca senedir biraz da ‘iş icabı’ bu kadar kitap okurken, onun ayarında bir başkasını daha aradım, bulamadım. Doğudan Batıdan, dünden bugünden o kadar kitap okudum, o kadar yazar tanıdım; her birinden şu veya bu düzeyde istifadem oldu, ama yine de, beni o kadar cezbeden bir başka eser veya müellif bulamadım.

Sözünü ettiğim bu müstesna isim, neyi niye ele aldığı apayrı ve upuzun izahat gerektiren "Otuzuncu Lem’a" adlı risaleye, Kuddüs ismini, Allah’ın en büyük isimlerinden biri olarak çalışmakla başlar. Kuddüs, ‘temiz, pak, kusur ve noksandan münezzeh, yüce’ gibi anlamları beraberce taşır; ve müellifimiz, sayısız canlının yaşadığı şu kâinatta hiçbir pislik ve çöpün bulunmayışı gerçeğini, işte bu isme dayandırır. Kâinat tertemizdir; çünkü zâtında temiz olan, yani bir ismi Kuddüs olan Yaratıcı, yarattığını da tertemiz yaratmaktadır. Her yıl bu kadar bitkinin solup gitmesine, meselâ her sonbaharda yere dökülen belki milyarlarca ton yaprağa; ölen belki katrilyon kere katrilyonlarca hayvanın leşine mukabil, kâinatta kirsizdir, tertemizdir. Sözgelimi, insan eli değmemiş bir ormana girin; çöp yoktur, çöplüğü de yoktur.

Sonra, yaşadığınız şehre geri dönün. Şehrin girişine yakın bir yerde koskoca bir çöplük karşılar sizi, yollarda çöp kamyonları görürsünüz, mahalle arasında çöpçüler dolaşır, apartmanların hemen yanıbaşında çöp konteynerleri vardır, kendi evinize girin bir çöp kovanız bulunmaktadır. En küçük bir mahallenin dahi bir çöp mahalli, en küçük bir şehrin dahi çöplüğü bulunur insanların dünyasında. Şehirler ‘metropol’leştikçe çöplük metrekaresi artar; şehirler ‘mega’laştıkça, çöplükler de ‘mega’laşır. Kısacası, en küçük bir evden en büyük bir şehre kadar, insanın bulunduğu her yerde çöpün varlığına mukabil; insanın elinin uzanmadığı kâinat dilimleri tertemizdir. Üstelik, ölen bu kadar hayvana, çürüyen bu kadar yaprağa rağmen vaziyet budur. Sözünü ettiğim o büyük insan, "Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor!" derken ne kadar da isabet etmektedir.

Vâkıa, budur. En büyük ormana, meselâ Amazon’un yağmur ormanlarına uzanın; her yıl sayısı hesap makinelerinin rakam hanesine sığmayacak kadar çok sinek öldüğü; bir o kadar çiçek ve yaprak solduğu; nice ağaç kuruduğu ve nice büyük hayvan öldüğü halde, Amazon ormanlarında bir çöp ve kir bulamazsınız. Ne yerler çöp dolu ve pistir, ne de Amazon’un suları kokuşmuş ve bulanıktır.

Yahut, Belgrad ormanına gidin. Hayır, "Orada da çöp bulamazsınız" diyecek değilim. Orada çöp ve kir bulursunuz. Ama, dikkatle bakın: Bu çöpler, ormanın kendisine mi aittir; yoksa ‘şehirli,’ nâm-ı diğer ‘medenî’ olan insanoğlunun ardında bıraktığı bir "Belgrad Ormanı Hatırası" fotoğrafı mıdır? İnsan eli değmese, bu ormanın da tertemiz kalacağı aşikârdır.

Bu durum, ‘medenîlik’ için onu-bunu ölçü edinen; kullandığı elektrik miktarından yaktığı benzinin litresine, kişi başına düşen GSMH’den araba sayısına, ortalama ömür süresinden tüketilen tuvalet kağıdı miktarına kadar bir dizi ‘medenîlik ölçütü’ icad eden modernlere, yeni ve çok da gerçekçi bir ‘ölçüm unsuru’ sunma düşüncesine sevketmiştir beni. ‘Uygarlık düzeyi’ ölçümlerinde benim önerdiğim ölçüm unsuru, çöpler. Evet, çöpler. İddia ediyorum, eğer ‘medenîlik’ ile kasdımız şu an tüm dünyayı kuşatan ‘çağdaş uygarlık’ ise, bir kişinin, ailenin, şehrin veya ülkenin ‘uygarlık düzeyi’ni ölçmenin en iyi yolu çöpler ve çöplüklerdir.

Meselâ, iki evden hangisinin daha medenî olduğunu, çıkardığı haftalık, aylık veya yıllık çöp miktarından anlayabilirsiniz. Keza, iki şehir arasında bir medenîlik mukayesesi mi yapacaksınız? Size kestirme çözüm: Her iki şehirde çöp kamyonlarının çöplüklere taşıdığı çöp miktarını hesaplayın. Çıkan rakamı, ilgili şehrin nüfusuna bölün. Sonuçta, hangi şehrin rakamı daha büyük çıktıysa, onun ‘uygarlık düzeyi’ daha yüksek demektir. İsterseniz, daha da kestirme bir formül önerebilirim: Her iki şehrin çöplüklerinin hacmini veya metrekaresini hesaplayın nüfuslarına bölün.

Abarttığımı düşünüyorsunuz, değil mi? Peki, size küçük bir kavramsal hatırlatma: Şu çağın toplumunu sosyologlar ne şekilde tanımlıyorlar? Elcevap: "Tüketim toplumu." Peki, kapitalizm ne üzerine kurulu? "Kâr maksimizasyonu." Ya kârların azamîye çıkması için ne gerekiyor? "Üretimin arttırılması; paralelinde, talebin kamçılanması suretiyle daha fazla mal satılması, yani tüketimin arttırılması." Piyasaya sürülen mal gerçekten ihtiyaç olmasa, az zaman sonra çöpe atılacak olsa, yahut zaten yarısı hemencecik atılmaya mahkum ambalajdan ibaret olsa da mı? Evet. Ya sonra?

İşte, sonrasının cevabını çöplükler veriyor.

Şayet şehirlerin o çöp üreten ortamında üç kuruş hatırına çöplüklere giden eşya miktarını biraz olsun azaltan; açıkçası çöp kovalarından karton, pet şişe, teneke kutu taşıyan ama ‘parya’ muamelesi gören insanlardan biri zannedilmek sizi korkutmuyorsa bulunduğunuz muhitin çöp konteynerlerine bakın. Hatta çöplüklere gidin. Orada, herşeyi bütün çıplaklığıyla görürsünüz. Kapitalizmin ‘kâr maksimizasyonu’ putu uğruna ‘tüketim’e itilmiş toplumların ‘çöp’leri, size kitapların anlatmadığı çok yalın gerçekleri anlatır. Dikkatle bakın, konteynerin içindeki, yahut çöplükteki çöpler, esasen iki ana kategoriden oluşmaktadır. İlk kategori, ‘yeni’ modeller uğruna ‘eski’yenleri içinde barındırır. Sözgelimi, elbiseler görürsünüz çöplüklerde. Oraya atıldıklarına göre, ‘çöp’ olarak görüldükleri, bu yüzden oraya bırakıldıkları aşikârdır. Çekinmeyin, birini alın elinize; aslında pek de eski sayılmaz değil mi? Sağlam da; ne söküğü deliği var, ne de rengi solmuş. Ama o bir ‘çöp’tür; çünkü, artık ‘geçmiş’ bir modanın ürünü olarak ‘eskimiş’tiró‘elbise’nin amacı olan ‘örtme’yi, sıcak ve soğuktan ve yabancı nazarlardan ‘koruma’yı gerçekleştiremez hale gelmiş olarak ‘eskimiş’ değil!

Fırınlar, teypler, çamaşır makineleri, buzdolapları, koltuklar, sandalyeler, elektrikli ütüler, daha bilmemneler de görürsünüz çöplüklerde. Çoğu, henüz çalışır halde iken ‘işe yaramaz’ diyerek çöpe atılmışlardır; çünkü ‘eskimiş’in tarifi gibi, ‘iş’in de tarifi değişmiştir. Bir zamanlar fırın denilen nesne kek, çörek yahut börek pişirmek için kullanılan aletin adı iken, şimdi ‘statü göstergesi’ olan bir aletin adıdır. Fırının işi, üzerindeki markadan ve piyasa fiyatından hareketle, evinize gelip mutfağınıza göz atan insanlara sizin ‘statü’nüzü ele vermektir. Yeni, pahalı, üstelik markası putlaşmış modeller bu işi gereğince yaparken; iyi börek pişiren ama eski, ucuz, üstelik markası ‘düşük’ bir model kesinlikle ‘bu işe yaramamakta’dır. O halde, mutfağa her girişinde hanımın gözüne batan iğrenç bir çöptür o. Ait olduğu yer çöplüktür; oraya atılmalıdır. Hayır, onun yeri, bizim gibi ‘seçkin’ insanları ‘ayrıcalıklı’ kılan evimiz olamaz!

Çöplerin ikinci ana kategorisini ise, ‘ambalaj’ oluşturur. Ne de olsa, aklı gözüne inmiş bir felsefenin ürünü olan bir medeniyettir hüküm süren. Bir kadının iç güzelliği ile değil, hatta dış güzelliği ile dahi değil; giydiği elbise ve de sürdüğü boya ile ‘güzel’leştiği bir çağda, nesnelerin ambalajla güzelleşmesi kaçınılmazdır. Dükkanların cirosu artık vitrinlerin şıklığına ve iç dekorasyona göre şekil aldığı gibi, malların satışı da ambalaj cazibesine göre gerçekleşmektedir. O yüzden, üç kuruşluk mallar, açar açmaz ‘çöp’leşecek beş liralık paketler içinde yüz liraya satılmakta; çöplükler, bir de bu sebepten dolmaktadır.

Bu ‘ambalaj’ konusunun, ‘obsesif’ bir boyutu da vardır. Şu çağdaş medeniyetin belki en ciddi ‘obsesyon’u eldir. Şu medeniyetin insanı, kendi eli dahil, hiçbir ele güvenemez. Takıntısı vardır. O yüzden, insanın kendi bedeninin bir parçası olan eliyle bir yiyeceği alıp ağzına götürmesi şeklindeki nebevî tavrı ‘çağdışı’ diye damgalar; onun yerine, çok medenî bir tavır sergileyerek, ağzına, dört adet sivri ucu olan demirden yapılmış bir alet sokar. Elinin kirli olduğundan şüphe eder, ama çatal veya bıçak adlı demir parçasının temizliğinden emindir. ‘El değerek’ yapılan şeylerden de tiksinir. Onun için değerli olan, ‘el değmeden,’ yani dişlileri arasında bir dizi makine yağının da işgördüğü demir-çelik yığını makinelerin değmesiyle hazırlanmış maddelerdir. O yüzden, çokları, pazara gidip elinin değdiği şeftaliyi almaz; yüzde 10 oranında şeftali suyu içeren, üstelik hangi durumdaki şeftaliden yapıldığı bilinmeyen sözde şeftali suyunu ise, afiyetle içer. El değerek kurutulmuş, el değerek satılan inciri almaz; ama ‘el değmeden hazırlanmıştır’ yazılı paketlenmiş şekerlemelere pek meraklıdır. Eh, kaç kişinin ninesi, benim ninem gibi, bir süre bir incir tüccarının mağazasında çalışmıştır? Ninem, bir ay bu mağazada sağlam ve kurtlu incirleri ayırmış; şu bilgiyi sağlamıştır. İncirin sağlamı doğruca satılır; ‘hurda incir’ adı verilen kurtlu incirlerin müşterisi ise, şekerleme fabrikalarıdır; bu incirler, orada kurtların el değmeden temizlendiği bir dizi ‘muamele’den geçerek sağlamından daha pahalı etiketler taşıyan paketlerle gelir karşınıza. Olsun; ‘el değmeden hazırlanmıştır.’

Velhasıl, çöplerin ikinci ana kategorisini, ambalajlar oluşturur. Ambalajın önemli bir kısmı ise, Allah’ın yaratıp önümüze koyduğu haliyle kullanılmayan nimetlerin bir ‘sınaî’ işlemden geçirildikten sonra giydiği kılıflardan oluşmaktadır. Gerçi, yediğiniz şeftalinin de ‘çöp’ü vardır; doğru. Çekirdeği bir ‘çöp’ olarak çöplüğe gidecek, ama ilk bahar yağmurların eşliğinde çimlenen tohumun çatlattığı sert kabuğun arasından önce bir filiz, sonra bir şeftali ağacı boy verecektir. Üzerinde ‘şeftali suyu’ yazılı cam veya pet şişelerin ise, böyle bir imkânı yoktur. Onlar, eğer ‘yeniden-kullanım’ için toplanamaz iseler, bin yıl çöp olarak kalacaklardır. Kağıttan mamul kutuların da akıbeti farksızdır. Onlar belki bin yıl o halde kalmayacaklardır; ama on yıl da dayansalar, çöptürleróne filiz verebilir, ne de ağaç olurlar. Şeftali çekirdeği adlı ‘çöp’ gibi, yeniden şeftaliye dönüşemezler!

İşin bu kısmında, kadim yerleşim tarzına burun kıvıran çağdaş mimarinin taşıdığı ruhsuz ve taşsever anlayışın da rolü vardır. Le Corbusier gibi büyük mimarların yüz yıl önceden ettiği itirazlara rağmen, modern mimari, beton üzerine kuruludur. Beton evler makbuldür; öyle ki, emlak vergisi için beyanname verirken dahi, ‘betonarme karkas’ın ‘derece farkı’nı görürsünüz. Eskinin kirpi taşından örme sokakları yahut arnavutkaldırımları beğenilmeyip üstleri beton ve asfaltla kapatılmış; bunun yol açtığı mahzurlar kaç zaman sonra anlaşılmıştır. Bu durumun hem şehrin yeraltı sularını kuruttuğu, hem şehrin alçak kesimlerindeki sel baskınlarının müessir bir sebebi olduğu, hem de betonlar arasında kökleri ne su, ne hava alabildiği için birçok ağacın kuruduğu anlaşılmış da, ancak ondan sonra yeniden başa dönülür olmuştur. Evler ise, hâlâ daha, çağdaş uygarlığın icadı ‘apartman’lar tarzındadır. Bahçesi bulunan ve de ısınması sobayla temin olunan bir köy veya kasaba evinde, yiyeceğinizi yedikten sonra, çöpünüzü çöp sepetine atmazsınız. Armutun sapından karpuzun kabuğuna kadar pek çok şeyi afiyetle yemek üzere koyun veya ineğiniz bahçede beklemekte; hatta, arada "Hadi, getirin artık" anlamında ‘mee’lemekte veya ‘möö’lemektedir. Onların yemediği küçük kırıntıları kümese bırakırsınız, bunları da tavuklar temizler. Hiçbirinin yiyemediği şeylerin önemli bir kısmını toprağa gömersiniz, gübre olur, toprağı beslerler. Yanabilir türde bazı maddeler, meselâ zeytin çekirdeği, ceviz kabuğu, fındık kabuğu sobanız için iyi bir tutuşturucu olur. Hatta, portakal veya mandalina kabuğu dahi sobanızda çatır çatır yanar. Kaldı ki, ambalaja değil ürünün kendisine para verme hassasiyetinde iseniz ve ‘el değmemişlik’ takıntısı semtinizden uzaksa çöpünüz zaten az olacak; şehirlinin istese de istemese de çöpe attıkları ise böylece değer bulacaktır. Üstelik ödediğiniz vergilerin hiçbiri yol, su bilmemne olarak geri gelmezken; koyun, inek ve tavuğa, hatta toprağa yedirdiğiniz artıklar kesinlikle yumurta, tavuk eti, koyun eti, süt, bahçede yetişen sebze ve meyveler olarak tekrar size gelecektir. Unutmadan: Bahçenizdeki meyve ağaçlarının bir kısmı, çocuklarınızın attığı çekirdeklerin filiz vermesiyle dünyaya gelmiş değil midir?

Bu çöp meselesi, uzayıp gider. İşin, çöplerin yaydığı gazlarla havanın kirlenmesi; fazladan alınan eşyaların temizlenmesi için daha fazla çamaşır veya bulaşık deterjanı kullanımı yüzünden denizlerin balıkların yaşayamayacağı derecede kirlenmesi gibi nice ilave boyutu var ya, şu an oralara dalmayalım. Şimdilik, aslanın yattığı yerden belli olduğu gibi, bir medeniyetin de çöplerinden ve çöplüklerinden belli olduğunu bilelim. Bütünüyle yerküreyi çöplüğe çeviren Kuddusiyet cahili ‘çağdaş uygarlık’ın pompaladığı ‘tüketim’lere karşı uyanık duralım; fıtrî bir hayat tarzının, modasız bir giyim anlayışının, ‘ambalaj’sız halis gıdaların çerçevelendirdiği bir hayata uzanalım. O zaman, miktarı hayli azalda bile, gene de çöpümüz olacaktır, bunun farkındayım. Onları da, kağıtsa ayrı poşette, kemikse kedilerin yiyebileceği bir şekilde çöp konteynerine bırakalım. Bırakırken de, dileğim o ki, ölülerin ardından söylenen, "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn"u* unutmayalım.

Çünkü, çöp diye attığımız şey, O’nun ismini ve O’nun ihsanını bildirmek için dünyamıza uğramıştı.

  21.10.2000

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu