Adınız soyadınız: 
E-mail adresiniz: 
Şehir / ülke: 

Başlık: 

Değerlendirmeniz: 

Türü

Yazarlarımıza gönderdiğiniz mesajlar,
site yönetiminin onayını müteakip kendilerine iletilmektedir.

DOĞAN İLE KAZLAR (günümüz versiyonu)

Öznur Çolakoğlu Cam

VAKTİYLE BİR gölde bir sürü kaz barınıyordu. Gölün sularında yüzüyor, çevreden bol bol yiyecek bulup besleniyorlardı. Göl onları her türlü tehlikeden koruyordu. Bu yüzden kazlar gölü asla terk etmiyorlardı.

Günlerden bir gün o civarda bir doğan kuşu peydahlandı. Kazları görünce ağzının suları aktı. Fakat gölden korktuğu için kazları avlayamadı. Çareyi kazları kandırmakta buldu:

-Ey uzun boyunlu, parlak tüylü kaz kardeşlerim! Şu gölden çıksanız ne iyi olur. Etrafınız çayırlarla kaplı. Çayırlarda ağzınıza lâyık çiçekler, tohumlar var. Ne diye o bataklık gölde yaşıyorsunuz? Sudan çıkmazsanız karadaki meyvelerden, buğday başaklarından, darılardan haberiniz olmaz. Oysa etrafta bin bir türlü yiyecek sizi bekliyor. Haydi beni dinleyin, o sudan çıkın, dedi.

Kazlar asla kendi başlarına karar vermezlerdi. Sürüdeki en yaşlı ve bilge kaz ne derse o olurdu. Yine öyle yaptılar ve doğan kuşunun söylediklerini yaşlı kaza ilettiler. Yaşlı kaz biraz düşündükten sonra:

-Doğanla ben konuşacağım evlâtlarım. Siz şöyle kenarda durun. Benim konuşmamı dinleyin, dedi.

Sonra da ileri çıkıp doğana seslendi:

-Ey kuşların canavarı! dedi. Sen ki senin düşmanlarından kaçıp yüksek kayalara yuvalanmışsın... Buna bir diyeceğimiz yoktur. Çünkü orası senin kalendir. Bil ki su da bizim kalemizdir. Sudan çıkarsak karada bizi bekleyen bin türlü tehlike ile boğuşmamız gerekir. Bizim gücümüz fazla değildir. Sen dahi bizim lezzetli etimize tamah edersin. Söylediklerin iyi hoş da ya bizim güvenliğimiz ne olacak? Şu gördüğün göl, bizim kalemizdir. Ondan çıkmamız bizim sonumuz olur. Hele sen bizim aklımızı çeleceğine var kısmetini başka yerde ara. Bizi aptal kazlar olarak mı görüyorsun? Var git işine... Düşme bîçare kazların peşine... dedi. (Mesnevi – Mevlana Celaleddin Rumi)

Ve o gölün suları kim bilir kaç kez buharlaştı ve yağmurlarla tekrar göle döküldü bilinmez. Demem o ki, devran döndü günler geçti zaman bir su misali o gölün içine de ve dışına da damla damla aktı. Bizim akıllı doğan bu masum kazları dışarıdan kandıramayacağını anlayınca bir kaz kılığına bürünüp gölün üzerinde uçmaya başladı ve hele dinleyin bakın o zavallı temiz kazlara neler etti. .

Bu kurnaz doğan baktı ki, dışarıdan kayaların üzerinden bu kazları elde edemeyecek içlerine girmeye ve onlara kendini dost göstermeye karar kıldı. Onun içinde ilk evvela bir televizyon kılığına bürünüp çıktı zavallı kazların karşısına. Kendilerince çareler üretip, doğanın hilelerinden ve zararlarından korunmak için kapılarına kilit üzerine kilit takan zavallı kazlar bu kara kutunun masumiyetine inanarak en baş köşeye oturttular onu.

Anlaşılan o ki, bizim güzel kazların başında bulunan akıl hocaları da yoktu artık. Yada kaz aileleri o kadar büyümüştü ki, artık hepsine ulaşmak mümkün olmuyordu. Yada sevgili kazlar kişisel gelişimcilerin verdiği motivasyon ile artık kendilerine ve kendi akıllarına öyle güveniyorlardı ki, kimseye akıl sorma ve fikir danışma ihtiyacı da hissetmiyorlardı yada genç kazlarda kenarda durup bekleyecek sabırda kalmamış olabilir. Her ne ise. .

Masum görüp evlerine aldıkları, kendilerince masum gördükleri kara kutunun içinden her an zehir akıyordu oysa. Önce ahlakı yozlaştırdı. Dini, ahlakı, hacıyı, hocayı kötüleyen, alkolü mubah kılan görüntülere yer verdi bolca böylece kazların düşünme melekelerini ortadan kaldırmayı amaçladı. Başarısız da değildi üstelik.

Zaten kişisel gelişim, motivasyon, dünyaya bedel olma derken iyice bireyselleşen ve toplum bilincinden ve toplu olmanın gücünden yoksun kalan kazlar doğan ne derse yapar olmuştu artık. Kurnaz doğan en çok çocukların zihinleriyle oynamayı seviyordu. Çocukların enerjilerini üreterek keşfederek harcamasını hiç istemiyordu. Buyur bak bende hazırı var diyerek hazır paketler sunuyordu onlara ve böylece kendi doğrularını ezberletiyor ve kabul ettiriyordu. .

Hani bir gün doğana yem olmak büyük bir şereftir dese bizim sözüm ona gelişmiş kazlar ona bile inanıp kendi ayaklarıyla gidip sofrasına meze olacaklardı doğanın. Ama doğan Mehmet Akif’in asırlar evvelinden uyardığı bir hainlikle yürütüyordu planlarını. Hariçten olmadığı için dahilden çalışıyordu. Önce kazları bölerek, sonra ahmaklaştırarak sonrada yanlışları doğru, doğruları ise yanlış belletip iyice kafalarını karıştırarak oynuyordu oyununu.

İş bu hikayenin mesajı odur ki, size düşmanlığı olan herkes bunu her zaman direk olarak belli etmeyebilir. Yada size dost olarak görünen herkes de gerçekten dostunuz olmayabilir. Seyrettikleriniz, gördükleriniz de aslında göründüğü gibi olmayabilir. Ekran başında gülüp geçtikleriniz, eğlendikleriniz de gerçek yüzünde gayet acı mesajlar veriyor olabilir. Siz her ne kadar kendi başınıza karar alabileceğinize inanıyor da olsanız zamanımızın alengirli yollarında ilerlerken bir büyüğünüze, aklına, fikrine ve yaşam tecrübelerine güvendiğiniz birilerine danışın muhakkak.

Yakınımda yok ki böyle birileri diye ahu vah etmeninde alemi yok zannımca. Zira Hz. Mevlana Celaleddin Rumi gibi, Mehmet Akif Ersoy gibi, Bediüzzaman Said Nursi gibi fikri ve gönlü bütün dedelerimiz, atalarımız var bizim ve bizler bu mübareklerin torunlarıyız. Ne zaman başınız sıkışırsa koşarak fikir danışmak lazım Mevlana’nın “Mesnevi”sine. .

Ne zaman yolumuzu şaşırsak hemen başvurmamız lazım Mehmet Akif Ersoy’un “Safahat”ına. Tereddüde düşersek herhangi bir konuda ve “acaba mı?” diye sorular üşüşürse zihnimize koşup diz çökmemiz gerek Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nurunun önünde. Bakın görün o zaman hangi posta bürünerek gelirse gelsin doğan, kandırabilir mi sizi kolayca!!

  15.05.2008

© 2021 karakalem.net, Öznur Çolakoğlu Cam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut