Adınız soyadınız: 
E-mail adresiniz: 
Şehir / ülke: 

Başlık: 

Değerlendirmeniz: 

Türü

Yazarlarımıza gönderdiğiniz mesajlar,
site yönetiminin onayını müteakip kendilerine iletilmektedir.

Özge bir cân

BU DÖNEM, çocuk hastalıkları stajı hayatımda bambaşka bir pencere açtı..

Serviste her gün bambaşka bebeklerle, bambaşka hayat ve çırpınışlarla karşılaşıyorum.

Geçtiğimiz haftalarda, süt çocuğu servisinde öyle bir bebek vardı ki, uzun süre beni ve onu tanıyan herkesi tesiri altında bırakmıştı.

İsmi Özge, gerçekten diğer bebeklerden özge bir bebek..

Bütün bebeklerin yanında refakatçi olarak anneleri varken, onun beşiğinin yanında kimseler yoktu..

Kaskatıydı, yay şeklinde, kafası sırtına değecek kadar arkada, çok farklı bir biçimde yatıyordu bebek.

Henüz 4 aylıktı. 10 tane doğum yapan bir bayanın 8. yaşayan çocuğu olarak yetiştirme yurduna verilmişti.

Doğumdan sonra bir enfeksiyona yakalanan bebekte yüksek ateş nedeniyle beyin hasarı oluşmuş ve bu bebek artık ömür boyu hasta olarak hayatını devam ettirecekmiş..

Henüz bir bebek o, çevresinden bile haberi yok.. Ama Allah ömür verdiyse büyüyecek, oturmak isteyecek, yürümek isteyecek, ne oturabilecek, ne de yürüyebilecek..

Gürültümüzü işitince ağlayan bebek, bıngıldağını kontrol etmek için kafasına değdiğimizde susuyordu.. 2-3 kez aynı şey gerçekleşmişti.. İçimden bir şeyler koptu gitti..

Yanında annesi yoktu ve bir dokunmaya ihtiyaç duyuyordu !.. Bir temas.. Bir ilgi, bir sevgi..

Onu gören arkadaşlarım da, onu tedavi eden doktorlar da hep aynı buruk gözlerle bakıyorlardı ona..

Onun için dua etmek isteyip ellerimi açtığımda söyleyecek kelime bulmakta güçlük çekmiştim..

O bir melek henüz.. Rabbim onu merhametiyle kuşatacak elbet diyordum.. Bir yandan da neye ve nasıl dua edeceğimi bilemiyordum..

Ardından o sırada başlamak üzere çantama yerleştirmiş olduğum Muhammed Bozdağ’ın “İstemenin Esrarı” isimli eserini okumaya başladım..

Giriş bölümünde “Evrensel Sırat Köprüsü” başlıklı bir yazı vardı.. Çok etkilemişti beni. Kalbime inşirah vermişti. Muhammed Bozdağ, eserinin bu yazısında kaplumbağa yavrularını şöyle anlatıyordu:

“Evrensel Sırat Köprüsü

Dolunay, sakin bir okyanus sahilini aydınlatıyor; serin rüzgar, dalgaların dansıyla buluşuyordu. Çıplak kumsal bir anda uğultularla doluverdi. Yüzlerce kaplumbağa, binlerce kilometrelik yolculuğu tamamlayarak karaya ayak bastı.

Kocaman gövdeleriyle kumsalda tanklar gibi ilerledi; tepeyi aşarak, arka taraftaki araziye dağıldılar. Burası, her yıl geldikleri, yumurtalarını bırakıp okyanusa döndükleri sahildi. Toprağı kazdılar, binlerce yumurtayı bıraktılar; sonra da güneş doğmadan geri gittiler.

Güneş, yumurtaları emanet alan toprağı ısıttı; bulut ve rüzgar serinletti; yağmur ıslattı. Toprak sevimli hayatlara annelik yapmayı bekliyor; yakında doğacak kimsesizleri bağrına basmaya hazırlanıyordu.

Bir sabah güneşin ilk ışıkları yükseldiğinde, yerin derinlerinden sesler yükseldi. Kabuklarını çatlatan yavrular, toprağı omuzladı, esnetti. Yırtıcı rakunlar derinlerden gelen iniltileri duyarak koşup geldi; heyecanla toprağı kazdı.

Öncü kaplumbağa yavruları gözlerini açar açmaz aç rakunlara yem oluyordu. Çevre can pazarına dönmüştü. Arkadan gelen yavrular ordular gibi topraktan çıktı ve hemen önlerindeki tepeye tırmanmaya başladı. Sıcak güneşin altında kuruyup ölmekten kurtulmalarının tek yolu, tepenin ardındaki okyanusun serin sularına kavuşmak olacaktı. Gizli bir Bilinç, ne yönde ilerleyeceklerini kalplerine ilham etmişti. Hepsi de, yöneldikleri tepenin ardında okyanusun beklediğinden emin, aynı yönde hareket ediyordu.

Rakunlardan kurtulanlar, bu kez can pazarından haber alan yırtıcı kuşlarla karşılaştı. Uzun bacaklı ve keskin gagalı kuşlar, kanatlarıyla emekleyen yavruların yollarını kesti. Tepenin etekleri kıyamet meydanını andırıyordu. Bir yandan canlarını suya taşımaya çırpınanlar, diğer yandan hayatları o küçük canlarla karınlarını doyurmaya bağlı olanlar karşı karşıya gelmişti. Çırpınan kimileri bir çalılığın altına gizleniyordu. Kimileri kayaların aralıklarına düşüp kurtuluyordu.

Soluksuz ilerleyen kimi yavruların kumsala inmeyi başardıklarını gördük. Yırtıcı kuşlar arkalarından koşuyordu. “Hadi küçüğüm, çırpın, az kaldı !” diyorduk bu acıklı belgeseli izlerken. Kimileri okyanusa dalmayı başarmış; canlarına kast eden yırtıcılardan kurtulmuşlardı.

Bir tanesine odaklanmıştık. Kumsala iyice yaklaşmış, ancak ilerleyecek gücü kalmamıştı. Hala küçük kollarını çırpmaya çabalıyor, soluğunun son saniyesine kadar direnerek suya yetişmeye çırpınıyordu. Yırtıcı bir kuşun onu gördüğünü ve hızla ona yöneldiğini fark ettik. Sol kolumdan sıkıca tutan Furkan Arif’e baktım: Küçük yavrunun birazdan ölecek olmasından üzüldüğünü, Furkan Arif’in döktüğü gözyaşından anlamıştım.

Kuş aniden durdu ve dönüp kaçmaya başladı. Ardından kaplumbağa yavrusunun yanında kocaman bir timsah beliriverdi. Timsah ağzını iyice yaklaştırdığında, avuç küçüklüğünde vücudunun o canavar dişlerin arasında ezilip gideceğini düşünmüştüm. Timsah başını yavaşça yana eğdi, yavruyu ağzına aldı. Üzüntümden, başımı öne eğdim, yutkundum: “Allah’ım, hikmetine sığınırım; ama bu zavallı bir can ve Sen ona dünyada bu kadar ömür tanıdın! “ dedim kalbimde.

Başımı kaldırıp tekrar ekrana baktığımda, yavrunun timsahın ağzında ezilmeden beklediğini fark ettim. Timsah suya yöneldi; dalganın temas ettiği kumsal şeridinde ağzını açtı ve yavru, süzülerek okyanusa akıp kayboldu. İlerde başka timsahlar da, başka yavrulara yardım ediyordu.

Bu olay, muhteşem bir mucize gibi görünüyor. Kurtuluşu beklediğimiz yerde yok oluş, yok oluşu beklediğimiz yerde kurtuluş yaşıyoruz.

Belgeseli çekenler, sonra kameralarını okyanus sularına yönlendirdiler. Suya yüzlerce yavru yetişmişti; kurtulduklarını sanıyorduk. Oysa şimdi de yırtıcı balıklara yem oluyorlardı.

Yavrular doğar doğmaz, kendilerini müthiş bir sırat köprüsünde buldular; çaresizdiler. Başlarında kendilerini doğa yasalarından sakındıracak bir koruyucu kudret görünmüyordu. Küçük kollarını çırpmaktan ve suya yetişmeye çabalamaktan başka bir şey yapamazlardı.

Ama gizli bir el onlara okyanusun yerini bildirdi. Onlara “Yerinizde durmayın ve şu yönde çırpının!” dedi. Akılları hayatı kavrayacak kadar gelişmiş olamazdı; sanki ruhsal varlıklar onları sürekli teşvik ediyordu.

Çırpınmak zorundaydılar, zira, teslim olanlar boş alanda aç midelere yem oluyordu. Kimisini kaya aralıkları, kimisini çalılar kurtardı. Kimisi, büyük hayvanların kavgasını fırsat bilerek kaçıştı. Kimisi timsahlar tarafından toplanarak suya taşındı. Bu yarış, son nefeslerine kadar sürecek; kaplumbağaların bazıları hayat yolculuklarını daha erken bitirerek sonsuz hayatlarına göçecek.

Hepimizin hayatı da böylesi bir serüvenden ibaret olacak. Kimileri dünyaya gelir gelmez, sonsuzluğa göçecek. Hayatımızın akışı boyunca birbirini takip eden nice ölümcül tehlikeler atlatacağız.

Bir an gelecek, umulmadık ve beklenmedik bir kolaylıkla ölüm bizi aniden alıp götürecek. Hayat budur. Doğduğumuz günden öleceğimiz güne kadar, doğanın şartları karşısında sahip olabileceğimiz güç, kaplumbağa yavrularının sahip olabileceği kadardır. …“

Muhammed Bozdağ, İstemenin Esrarı, Nesil Yayınları, Syf: 15-18

Kaplumbağa yavrularının serüveni bana Özge’yi hatırlatmıştı..

Özge de, diğer başka yavrucuklar da çırpınıp duruyorlardı.. Yaratıcılarının verdiği ilhamla yaşam mücadelesi veriyorlardı.. Yoksa nereden bilebilirlerdi hızlı hızlı solumayı, acıktıklarında ağlamayı..

Minik bebek, sonunda, pek çok kişinin kalbine farklı duygular armağan etti, bir zaman sonra taburcu edildi ve gitti..

Birkaç hafta sonra ise yeni bir hastalıkla yeniden hastaneye yatırıldı.

Bugün haftalar sonra onu yeniden gördüm.

Yanında kendisine gönüllü olarak refakat eden Tıp Fakültesi 3. sınıf öğrencisi bir genç kız vardı..

Özge çok daha iyiydi, eskisi kadar ağlamıyordu..

Doktor ablası onun reçetesine yazılan “çarpı 8 şefkat” i uyguluyordu..

Çok mutlu olmuştuk. Kimsesizler Kimsesi olan Allah, Özge’ye sıcacık bir kucak göndermişti.. Sıcak kucak sahibine ise bol bol sevgi.. Ne mutlu.

Refakatçisi çok sevmişti Özgeyi, sık sık gelecekti bundan böyle..

Bir başka tarafta, bir genç, bir bebeğin kontrolü için gereken ücreti karşılıyordu.. Üniversite birinci sınıf öğrencisi diğer gençler, gönüllü olarak hasta çocukları ders çalıştırıyorlardı.. Başka gençler de aldıkları hediyelerle pastalarla böreklerle gönüllerini alıyorlardı hasta çocukların..

Şu kısacık hayatta, birileri çırpınıyor çırpınıyor ve denize ulaşıyordu.. Denize ulaşmaya çalışanların ellerinden sevgiyle tutuluyordu..

Böyle olunca güzeldi yaşam..

Bir çocuğun gülen gözlerinde öyle bir ışık vardı ki, bu ışıkla bütün karamsarlık tabloları siliniyordu..

En katı kalpler dahi yumuşuyor, yumuşuyordu..

Özge’ler özge birer cândılar, kim bilir, belki de, canımıza cân katmak için aramızdaydılar..

  18.03.2006

© 2021 karakalem.net, Rabia Nazik Kaya



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut