Arşiv

Adınız soyadınız: 
E-mail adresiniz: 
Şehir / ülke: 

Başlık: 

Değerlendirmeniz: 

Türü

Yazarlarımıza gönderdiğiniz mesajlar,
site yönetiminin onayını müteakip kendilerine iletilmektedir.

 Örtülü Kapitalizm

HAYATIM BOYUNCA, bir ‘kapital-ist’ olmadım, olamadım. Babam emeğiyle geçinen biri olduğu gibi, benim ruhumu da, emeğinin karşılığını aldığım bir iş daha münasip göründü. Kısacası, neseben burjuva olmadığım gibi, fıtraten ve meşreben de öyle olma arzusu taşımadım. Avâmın sade dünyası, her zaman, ehl-i servetin göz alıcı dünyasından daha yakın, daha rahat ve daha huzur verici geldi bana. Zaten, ne ‘burjuva’ bir akrabam vardı, ne de burjuvaziye kalben yakınlığım. Küçüklüğümden beri, parayla aramda soğuk bir savaş hüküm sürüyordu ve bazı insanların sırf paraları olduğu için ‘değer’li ve ‘belirleyici’ olmaları içime bir türlü sinmiyordu.

Ama, para denen o kağıt parçasının herşeyi kendine çeken garip bir manyetizmaya sahip olduğunun farkındaydım. Parası hesaptan düşülse, geride insanlık adına hiçbir artı değeri kalmayacak olan kimi insanlar vardı. Bunlar, “Ben sahip olduklarımdan ibaret isem, ve sahip olduklarım bir gün elimden çıkıp gidecekse, o halde ben kimim?” diye sormayı dahi beceremeyecek kadar dar ve sığ insanlardı. Yine de, sırf paraları yüzünden, en beğenilen, en ziyade takdir gören, en bilgili, en hikmetli insanlara dönüşebiliyorlardı. Sosyete sayfaları bunun en önde gelen örneğiydi. Boya küpüne veya şamşebeğine dönmüş bir dizi kartlaşmış, ismetsiz ve sevimsiz çehre, oralarda ‘şıklıklarıyla göz kamaştırıyor’ olurdu meselâ. Yahut, soğuk yüzlü çok zengin bir ihtiyarın, parası sayesinde ‘son derece sevecen’ olduğu yüzlerce TV programı görebilirdiniz. Başkasını şarlatan yapan kimi davranışlar, servet ehlini ‘canayakın’ kılıyordu. Başkasını ‘serseri’ kılan kimi tutumlar, servet ehlinde görülünce, ‘özgün ve farklı bir kişiliği yansıtıyor’du. Paranın dönüştürücü gücüne dair haddi hesaba gelmez kayıt mevcuttu ve fıtratıma dercedilmiş adalet ve izzet gibi insanî duygular bu haksız ve sırılsıklam riya yüklü tavırdan oldum olası rencide oluyordu. Yapılan, o insanlar için dahi bir kötülüktü. İlmin, edebin, takvanın ve marifetin tahsili için nefsin okka altına yattığı ciddi bir talim görmek varken, ‘para’nın hatırına ‘kusurdan muaf, hatadan münezzeh’ oluvermek, insanı, manevî ilerleme yolunun daha başında safdışı kılıyordu.

Hayatımın çocukluk yıllarını ‘hısset derecesinde bir iktisat’la yaşamış; bugüne göre sayıca çok mütevazi kalan çocuk aldatma gereçlerinden olabildiğine uzak kalmıştım. Kendi imalim olan koruk şerbeti, uyduruk gazoz veya cola’lara kesinlikle beş çekerdi. Filan marka şekerleme yerine, dere kenarındaki ‘böğürtlen’ adlı enfes şekerleme kesinlikle tercihe değerdi. Belki, parlak karnelerin de verdiği rahatlıkla, hiçbir zaman giyimdi, şuydu, buydu merakım olmamıştı. Gençliğe adım attığım sırada tanıdığım o güzel rehberin hayatından aldığım dersler ise, bu çocuksu halin, bozulup aşınma tehlikesiyle her an yüzyüze olduğum gençlik yıllarında da devamını sağlamıştı. Para için yaşama ve ‘tüketerek’ yaşama, çok şükür, yabancısı kaldığım tablolardı.

Bir servet düşmanı değildim gerçi. Gönlü de zengin olan birçok servet ehli tanımıştım. Gene de, her zaman için, parası çok olanlardan uzak durdum. Bir fakir dostumu özellikle ararken, zengin bir arkadaşımı aramadım; daima, onun beni aramasını tercih ettim. Fakir bir mü’minle yürümek, bana, her zaman için, zengin bir mü’minin arabasına binmekten daha hoş geldi. Mütevazi bir fakir sofrasındaki tadı, belki iyiniyetle hazırlanmış olan, ama kesinlikle israf sınırlarını zorlayan zengin sofralarının çeşit bolluğunda bulamadım.

Bunlar bir yana, hafıza arşivim, paranın satın aldıklarına dair binbir kayıt yüklüydü. Herhalde o kayıtlar yüzünden, ‘3-Y’ formülü geliştirmiştim. 3-Y; yani üç büyük yozlaştırıcı. İlki paraydı. Hemen ardında şöhret ve iktidar vardı. Bu üçlü, az insanın ayağını kaydırmadı.

Otuz üç yıllık hayatım boyunca, birçok sevdiğimi elimden alan, birçok tanıdığımı üç günlük hesaplar uğruna ebedî zararlara atan, devreye girdiğinde uhrevî işlerin dahi tadını bozan paraya karşı örtülü ve soğuk bir savaş yaşadım kısacası. Her çağda her insan için çok pahalıya patlamış bir nesneydi para. Gelin görün ki, hiçbir çağda, şu ‘niceliğin egemenliği’ çağı kadar pahalı olmamıştı. Pink Floyd’a “Para; bir suçtur o” mısraları ile başlayan ünlü “Money”yi, Dire Straits’e ise “Money for Nothing”i yazdıran nesne oydu. Bana “Money for No Think” özetini ilham eden de. Réne Guénon, ‘niceliğin egemenliği’ni âhir zamanın alâmeti olarak çalıştığı o ağır ama ufuk açıcı eserinde ‘para’ya lâf olsun diye ayrı bir bölüm ayırmamıştı. Keza, ‘İktisat Risalesi’ müellifi parayı yüz hayırsız lira uğruna manevî yüzlerce liranın yitirildiği bir aldatıcı olarak anlatırken, elbette bildiği ve gördüğü birşeyler vardı.

Hele sahabilerin hayatını, hele Hz. Peygamber’in hayatıyla sergilediği tabloları, dahası Kur’ân’ın ‘altın ve gümüşü biriktiren’ ve de, ‘sanki sayelerinde ebedîleşecekmiş gibi, mallarını bir bir sayan’ insanlara ilişkin o keskin ikazlarını gördükten sonra, paraya karşı bu kadar soğuk durmam kaçınılmazdı.

* * *

Paraya bu kadar soğuk duruyorsam, ‘paracılık’a karşı haydi haydi soğuk durmam gerekirdi. Kapitalizm denen meret, paracılığın ifadesi değil miydi? Kapital-izm. Sermayeyi belirleyici kılma. Birikmiş parayı, beleş kazanma, başkalarının hayatını ve parasını söğüşleme, yahut insanlara tahakküm etme vesilesine dönüştürme. Bir bütün olarak hayatı, kendisinin nasıl daha fazla kazanacağı ekseninde oluşturma. Kâr maksimizasyonu. Sırf biraz daha fazla kazanma uğruna, insanların zayıf damarlarını işleterek onları fuzuli tüketime alıştırma. Arabasının modelini biraz daha yükseltme uğruna kişileri kuruşu kuruşuna geçinme durumunda bırakma. Kendisini piyasada tek isim yapma uğruna aynı işten para kazanan ama sermayesi küçük insanları müthiş pazarlama oyunlarıyla, uzun süreli zalimce indirimlerle ve türlü çeşit nice yolla iflasa zorlama. Böylesi oyunlarla nice insanı fıtrî ‘malikiyet’ halinden koparıp ‘ücretli köleler’e dönüştürme. Oturduğu yerden faiz, repo, borsa oyunu, devlet tahvili derken milyarlar kazanma; ve bu tahvilden edindiği gelirin nice fakirin en zorunlu ihtiyaç olan ekmek için verdiği vergilerin toplamı olduğunu düşünmeme...

Velhasıl, kapitalizm adlı çehresi ışıltılı aşuftenin, binbir masumun kanıyla beslenen bir canavar olduğunu biliyordum. Böyle bildikten sonra, ona asla hoş gözle bakamazdım. İktisat tarihi sayesinde okuduklarıma, kalb kulağımı tıkayamazdım. ‘Medeniyetin arka sokakları’nı gördükten sonra, gözümü yumup yatamazdım. Sevmediklerini daha şu dünyada kıvrandıran, sevdiklerini ise şu dünyada ağzına çaldığı bir parmak zehirli bal karşılığında cehennemin ebedî çukurlarına yuvarlayan bu çirkin aşuftenin cinayet listesinde Antarktika’ya kadar giden zehirli artıklar yüzünden ölen penguenler dahi vardı. Bu durumda, hangi vicdanla kapitalizmi sevebilir, hangi kalble kapitalizmin yanında yer alabilir, hangi akılla kapitalizmi savunabilirdim ki?

* * *

Ama, kimbilir kaç asrın kanını, kirini ve gubarını sırtında taşıyan bu kapitalist kasırga, ‘üç yozlaştırıcı’yı da içerdiği halde, gün geldi, hayatımızın tam ortasına yerleşiverdi işte. İster inanalım, ister inanmamaya çalışalım, olan oldu. Kapitalizm adlı aşufte, ceplerimize, reklamını yaptığı mallar sayesinde az sonra geri alacağı birkaç mangır attı; ağzımıza kanserojen maddeler içeren birkaç nevzuhur tat çaldı; ve bu efsunuyla kolayca gönlümüzü çaldı.

Önce, Alvin Toffler gibi gâvurların bile ‘endüstriyalizm’in çocukları olarak aynı kefeye koyduğu iki dünyevî ideolojiden sosyalizme karşı kapitalizmi biraz daha tehlikesiz görme durumuna itildiğimiz kargaşa yılları yaşadık. O yıllarda başlayan gevşeme sürecinin ardından, 12 Eylül’le birlikte, benzersiz bir ‘sosyal mühendislik’ tecrübesine geçildi; ve bilhassa, ehl-i dinin ağzına da verdiği mamanın ebedî hayatları söndüren zehrini çok insanın maalesef hâlâ daha anlayamadığı iki numaralı malum şahıs sayesinde, nice çağlar atlandı. Bu atlayışlar dengelerimizi ve ölçülerimizi iyiden iyiye sarstı; ve sonuçta, her gün Kur’ân okuyan bizler dahi, asıl olan ahiret yurdunu unutup dünyaya dalanlardan olduk. Devran döndü, ehl-i dinin safları dahi ‘bilerek ve isteyerek’ dünyayı dine tercih eden ve bunun için bir dizi ‘maslahat’ mazereti geliştiren zevatla doldu...

* * *

İşin en garibi, ‘İktisat Risalesi’ni okuyan kimi insanların da buna dahil olmasıydı. Kimileri, bu risaleden ‘kalkınma’ modelleri üretiyor; kimileri de “Bu risalenin yazıldığı Barla’da niye hâlâ bir salça fabrikası kurulmamış?” gibi acayip dertlerle hemhal oluyordu. Yükselen değer paraysa, hakim slogan elbette “Parasız hizmet olmuyor” olacaktı. ‘Parayla hizmet’in gerçekte ‘paraya hizmet’e giden bir yolculuğun ilk adımı olduğunu ise düşünen, anlayan ve de itiraf eden yoktu. Eh, “Kardeşim vakit yok”tu. Yeni bir şirket açılışı vardı. “Yönetim kurulu toplantısına yetişmem lâzım”dı. “Önemli bir görüşme için rapor hazırlamam gerekiyor”du. Nakit var, lâkin vakit dardı. 98 model arabaların bir önceki modellere göre hangi aksesuar farkları olduğunu öğrenecek ve de bunlar üzerine nice sohbetler edecek kadar vakit bulunuyor; ama ne Kur’ân’ı, ne de Kur’ân’ın yolundaki bir eseri okuyacak vakit bir türlü bulunamıyordu. Dahası, parayla hizmet uğruna evinin yolunu unutan; çocuklarını sokağa, televizyona veya sözde ‘yuva’lara emanet eden ehl-i din sayısı az değildi, üstelik bu sayı daha da artmaktaydı. Sekreterini hanımından daha çok gören ehl-i dinin sayısı da az değildi ve giderek azalıyor değildi. Para, arttıkça; midenin tok, kalblerin şok, vicdanın yok olduğu ortamlara çekmekteydi bizi. Bindiğimiz özel arabalar her hafta sonu torba torba fuzuli eşya taşımayı sağlıyordu da, en son hangi uhrevî hizmete vesile olmuşlardı? İşçilerimiz sıkış-tepiş minibüslere binip eve giderken, yahut mavikartın mahkumu olarak saatlerini yollarda ve otobüs duraklarında öldürürken, sıcak Mercedes’imizde dünyevî dostumuza anlattığımız ‘Kudüs’e kölesiyle deveyi nöbetleşe binerek giden; hatta Kudüs kapılarına vardığında kölesi devede, o ise yaya olan Ömer’ menkıbesiyle acaba nasıl bir ‘imanî açılım’ sağlamıştık? En başta kendimizi adam etmeyen bu anlatım, onu çok mu etkilemişti acaba?

* * *

Halbuki, bazı şeyleri açıkça diyebilsek, vaziyet böyle olmazdı belki. “Kardeşim,” diyebilirdik meselâ, “benim zaaflarım var. Kimi noktalarda nefsime yeniliyorum. Güzel arabalara binip güzel elbiseler giymek, israf da olsa bazı şeyleri denemek istiyorum.” Bunu diyebilsek, belki, dürüstlüğümüze binaen Allah bizim için dosdoğru bir çıkış yolu ihzar edebilirdi. Hem, kusurunu bilmek, manevî bir istiğfar sayılırdı zaten. Bizi yanlıştan kurtaramasa bile, doğruya yönelişin ilk adımıydı. Böyle açık itiraflar yerine, işin içine ‘hizmet’i, ‘ihlas’ı, ‘tevhid’i, ‘tekbir’i katarak bir meşruiyet aramanın ne gereği vardı? Hayatı hatalar yüklü ama ölçüleri ve referansı doğru biri olmak, hayatının hatalarını doğrulama uğruna doğru referansları yamultup ölçüleri çarpıtan biri olmaktan binlerce kez iyi olmaz mıydı? İlkinin bir gün hatadan dönmesi muhtemeldi; ama ikincisi asla hatadan dönemezdi. Zira, hatayı ‘hata’ olarak kabul etmiyordu!

Ne çare ki, yıllar yılı içimizde biriken ukdeler, kendine yayılma alanı buldu. Üstelik, tüm bunlar, “Nefis kendini kusurlu görmez. Avukat gibi kendini müdafaa eder” hakikati dahilinde oldu. Zaaflarımızdan söz etmedik. Mahallenin nisbeten zengin çocukları gözümüz önünde çikolata yerken imrenişimizden; dirsekleri yamalı ceketle okula gittiğimiz günlerin nefsimizde bıraktığı izden; aşık olduğumuz kıza sırf beş parasızlık yüzünden tek kelime dahi etmeye korkmamızdan; daha lisede iken, köyden veya kenar mahalleden geliyor oluşun verdiği eziklikten; on kişilik yurt odalarında veya küf kokulu güneşsiz bodrum katlarında geçirdiğimiz fakülte günlerinin birikiminden; sıkış-tepiş otobüse binmeye çalışırken bir kolumuzun kapıya sıkıştığı gün sınıfın zengin çocuklarının mis gibi arabalarda keyifli keyifli okulun yanıbaşına park edişini görmenin ruhumuzdaki derin izlerinden bahsedemedik. Bunları açığa koysak, çok daha mütevazi inkişaflar bizi şükre sevkedebilirdi belki. O günlerin geride kalışından memnun, o günlerin bıraktığı izlerden ise ziyadesiyle hissedar olabilirdik. Meselâ “Yüz aç adamın huzurunda kemal-i lezzetle fazla yenilmez” düsturunu daha çocukken anlamış biri olarak, genç yaşta manen çok büyük adam olma imkânını bulurduk. Daha otuzunda, altmış senenin tecrübe ve olgunluğuna kavuşurduk sözgelimi. ‘Orta’nın üstündekilerin imrendirici tavırlarının ruhumuzdaki darp izinden hareketle, henüz genç yaşta iken, ‘sevâd-ı azam’a ittibanın; yani, zengin bile olsak vasat bir hayat üzere olmanın; giyim-kuşam, ev, eşya, yeme-içme açısından ümmetin çoğunluğuna uymanın; kimseyi imrendirmeden yaşamanın ehemmiyetini manen derketmiş olurduk. Keza, daha okul sıralarında şu dünyanın bir üzüm verip yüz tokat vuran kalleş yüzünü görmek, o bizi terketmeden bizim onu terketmemiz gibi şükredilesi bir halin önsözü olabilirdi.

Ama beceremedik. Zaaflarımızı ve ukdelerimizi itiraf edemedik. Onun yerine, ‘hizmet’ dedik, ‘himmet’ dedik. Bir yanda Asr-ı Saadetin refaha erilen son döneminin keskin uyarıcısı Ebu Zer-i Gıfarî’yi gözyaşlarıyla dinleyip, öte yanda tam aksini yapabildik. Ebu Zer’i öne çıkaran kitaplar yazıp, öte yanda bir kapitalistin içgüdüsüyle hareket edebildik. ‘Maddeten terakki’den bahseden bir insanın bu sözden sonra yaşadığı ellibir yılı nasıl geçirdiği besbelli iken, biz bunun tam tersi bir hayatı güya onun bu sözüne istinaden yaşama cambazlığına girebildik.

Sonra, olanlar oldu. Birer ‘şirket-i maneviye-i uhreviye’ hükmündeki cemaatlerin her biri, önce ‘anonim şirket,’ sonra ‘şirketler grubu,’ en sonunda ‘holding’ oldu. Demokrasiyi belki sırf isminin Batı kaynaklı oluşundan dolayı sevimsiz bulan niceleri, ‘holding’e dair anlık bir tereddüt dahi yaşamadılar. Holdingin tekele giden yolun adımlarından biri, tekelin ise kesinlikle gayriislâmî olduğu; Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) Medine pazarında yer tutmayı yasak edişinin en başta bu dersi sunduğu, ‘bilinmeyenler’ arasındaydı. Zira, ‘çok kazanma yolları’na dair kitaplar basmaktan veya satmaktan, ‘ebedî kazanç yolları’nda yürümeye mecal kalmıyordu.

Sonunda, iş iyice çığırından çıkar oldu.

İmanî açıdan, ‘başarı’ denen şey, hidayetine vesile olunan insan sayısı bile değildi. ‘İhlas’tı, ‘her an Rabbinin huzurunda olduğunun şuuruyla yaşama’ydı, ‘Rabbinden razı, Rabbi de ondan razı olan kullar arasına katılma’ydı. Ama, gelin görün ki, artık bizim ‘başarı’mız da yıllık cirolarla belirleniyordu. Cirosu kabaranlar ‘hizmetin inkişafı’na dair keyifler hissediyor, cirosu yerinde sayanlar ise sözümona ‘hizmetin inkişafı’na ilişkin projeler geliştiriyordu. Eh, ‘hizmet’ler de kolay inkişaf etmiyordu. Bu iş için, meselâ bankalarla muamele de gerekiyordu. Ne yapalım, ‘şartlar öyle gerektiriyor’du. Hem “Kârını hizmette kullanmak üzere faizli kredi caizdir” diyen ahir zaman alimleri mevcuttu. Dahası, bugünkü şekliyle sigorta gibi bir kurum, esasen Hafîz-i Kerîmin hıfz ve himayetine iman ve itimad zaafının bir göstergesi olsa da, ‘iyi para getiriyor’du.

Unutmadan, elbette reklamsız da olmuyordu. Resulullah’ın Medine pazarında reklam yoktu, ama şu asrın ehl-i din pazarında âlâsı bulunuyordu. “Tesettürde tek isim.” Yalan, başka tesettür firmaları var; ama olsun! “Birinci sınıf dünyalar için.” Kibri küfre akraba kılan nebevî ikaz nerelerde? “Bilmemnepen alın, komşunuzu kıskandırın.” Hımm, peki “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” nebevî ölçüsüne ne oldu? “Off, susadım—Durun, hemen geliyorum—(Lıkır lıkır lıkır sesi)—Buyrun, cola’lar geldi—X cola pek harika.” Kuzum, bu ‘İslâmî’ radyoyu susayınca su içmeyi bilemeyen zeka özürlüler mi dinliyor Allahaşkına?

Ama benim gibiler de çok ‘katı’ydı doğrusu. “Bu kafayla bir yere varılmaz”dı. “Reklam almayınca, bu hizmet nasıl yürür”dü? “Elalem manken kızlar kullanırken, sen de piyasaya girmek için mecbur”dun. “Müslümanlar beş parasız olsa daha mı iyi”ydi? “Yahudiler bizi ellerinde para olduğu için eziyor değil mi”ydi. Biz de paranın yarıya yakınını evin eşyasına, giyime-kuşama, sahte yuvaya; bir o kadarını mideye ve bir de arabanın midesine indiriyor; eh, bir parça da himmet eyliyorduk. Kötü mü oluyordu? Hem cennet, ‘Cennet’ marka mobilyaları alınca yaşanacak kadar basit, ucuz ve sıradandı. ‘Cennetten bir köşe’nin adı ise, galiba ‘Caprice Hotel’ olmalıydı. Adn mı? “Anlamadım.” Firdevs? “O da kim?” Kevser? “Evet, biz de o yağı kullanıyoruz!”

Ha karnınız mı acıktı; tüm muhtaç, fakir, yolcu ve darda kalmışları doyuran o büyük peygamberin sofrasıyla, isim benzerliği dışında hiçbir ilgisi olmayan; kazara girdiğinizde ödediğiniz ücretin sizi ‘darda kalanlar’ sınıfına dahil edebileceği ‘Halil İbrahim sofrası’ türünden ‘İslâmî’ lokantalarımız hizmetinizdeydi. Biz her gece acıkıp, “Hâcegân’da mehtaba çıkardık.” İsterseniz, Mekke’den gelen Muhacirîn’e malının yarısını veren Ensar’la isim benzerliği—Amerikan filmlerinin sonundaki notu hatırlar iseniz—‘tamamen rastlantı eseri’ olan Ensar Lokantası’na da gidebilir; camekanın hemen yanına oturup, geleni geçeni imrendirebilirdiniz. Bilmemne marka bisküvi ve çikolatalarınız çok anne-baba ile çocuğun arasını bozuyor; ‘almadı-sevmiyor,’ ‘aldı-paraları bitiyor’ ikilemleri yaşatıyor olabilirdi ya, olsun. Üç-beş kuruş hizmet katkısı, neyi halletmezdi? Ürettiğiniz kot daracıktı, giyen hatunlar erkeklerin behimî duygularını azdırırdı, nitekim ‘kullandığınız’ aşufte mankenin en iç gıdıklayıcı pozları vitrinlerinizi süslemiyor, lekeliyordu; ama siz bu paraları ‘kendiniz için kazanmıyor’dunuz. Doğru mu anlamışım?

* * *

Akıl almaz, vicdan sığmaz bir sürecin içine girdik kısacası.

Biz neyiz, onlar ne, bizi biz kılan ne, onlar niye ‘onlar’ oluyor, eline sermaye geçirenin inancı ne olursa olsun aynı şekilde davranması mı gerekiyor, yoksa biz de bankacılığın ve kapitalizmin kuralları zalimdir ve evrenseldir diyerek ilahî kuralları atlıyor muyuz, kapitalizm ürünü reklam yoluyla satıyor ama imanımız bize israfı yasaklıyorsa çizgimizi zaafları kullanan ve zaruri olmayanı zaruri gibi hissettiren reklamdan yana mı çizmeliyiz, inancımız yalanı yasaklıyor olsa dahi biz kapitalist oyunun kuralları gereği yalan sloganlar mı icad etmeliyiz, sorulmuyor.

Çekler, senetler, teminat mektupları, protestolar, ‘buyrun efendim’ler, teşvik kredileri, tüketime teşvik taktikleri, işçinin maaşını düşük tutma teknikleri, süslü makam odaları, kadını ayağa düşürmenin en hüzünlü örneği olarak ‘prezantabl’ sekreterler, kadını metalaştıran reklamlar, eli telefonda-telefonun bir ucu kulağında işadamı pozları, cenaze namazında bile bizi ahireti düşünmekten alıkoyan cep telefonu zırıltıları, fakirsiz iftar sofraları, beş yıldızlı otellerde hizmetlerin ve harcamaların fevkalâde inkişafı, ‘işçi’ iki gün işe gecikince ‘İş Kanunu’ tehditleri, makul bir zam isteyince “Burası hepimizin müessesesi. Burası İslamî bir müessese. Hepimiz kardeşiz” muhabbetleri, Caprice Hotel’de ‘İslamî tatil’ler, daha bilmem neler neler...

Bugün Resul-i Ekrem gelse, ona karşı, bunların hangi birini savunabiliriz acaba?

Peki, o bu diyardan göçerken miras ve vasiyet olarak bize Kur’ân’ı ve sünneti bırakmış değil miydi?

* * *

Yanlış anlaşılmasın, ‘servet’in kendisi değildir mesele olan. Mesele, kapitalistçe kazanılan, keza kapitalistçe harcanan servetlerdir. Sahabilerin içinde de birçok zengin vardır. Aşere-i Mübeşşerenin yarısını, bugünün ölçülerine göre de çok zengin insanlardan oluşturmaktadır. Her yıl malının yarısını tasadduk eden, ama her yıl malı kat kat artan Abdurrahman ibn Avf’ın miras bıraktığı külçeleri pay ederken, işçilerin elleri nasır tutmuştur; ama o servet, Avf’ın oğlu her yıl malının yarısını tasadduk ettiği halde kazanılmıştır. O Abdurrahman ki, kölelerine de kendi giydiğini giydirmiş, kölelerinin yediğini yemiştir. Sofrasına çeşit çeşit yemekler dizmemiş; en sevdiği azığı üstüne yağ konmuş sıcak arpa ekmeği olan Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) çizgisini asıl edinmiştir. Günde üç öğün yemediği gibi, her öğünde üç çeşit yemek de yememiştir. Oysa bizlerin sohbetleri, o mübarek sahabinin belki onüç günde yediğini ‘geçen gün’ filanca lokantada feşmekancanın nasıl ‘götürdüğü’ türünden sohbetlerle ‘renklenmekte’dir! Olsun; sohbet arasında, ‘hırkası kırk yamalı Halife Ömer’ muhabbetiyle ‘İslamî tebliğ’ler edilmektedir. Yeri gelmişken; muhterem tebliğcinin geçen yıl aldığı ve yalnız onsekiz kez giydiği pantolon, ‘modası geçmiş’ olduğu için, halen bir mü’min kardeşimize ‘hediye edilmiş’ bulunmaktadır.

Peki, böylesi bir hayatın çekim alanına belki farkına bile varmadan girip, sonra da, edinilen tiryakiliklere binaen çıkamaz hale geldiğimizi kabul etmeyi hiç denediniz mi? Bu tiryakilikleri sorgulamaya açık mıyız? Alacaklar, ödemeler, yeni araba tasarımları ve yeni iş projeleri ile girdiğimiz yatağımızda, bindiğimiz son model arabanın dün kaç gencin nazarını ahiretten dünyaya çevirdiğini de düşünüyor muyuz? Dün filan markı ceketimizle kaç insanı imrendirdik, filan pahalı lokantanın içinden dışarıyı nazar ederken oradan teğet geçen kaç insanın dünyaya bakan duygularını coşturduk, haberimiz var mı? Peki, kazandığımız o para, kaç işçinin emeği ile geldi? Kendimiz biraz daha az harcamayı göze alıp onlara piyasanın biraz üstünde para versek ne olurdu? Umumi bir vasıtayla gidebileceğimiz bir yere kendi arabamızla gitmek için harcadığımız benzinin artıkları acaba kaç kuşun ölümüne zemin hazırladı? ‘Cemaat toplantısı’nda bizim hanımın herkese sergilediği pahalı elbise kaç din kardeşimizi imrendirdi, kaç evde huzursuzluk sebebi oldu, kaç hanımın dünyaya bakan duygularını uyandırdı, biliyor muyuz?

Bir gün arabanızdan inin, şöyle kalabalık bir caddede yürüyün. Bilmiyorsanız bile, öğrenirsiniz artık. Şimdi, birçok mesture hanımların giyiminde de ‘meymenet’ kalmadı. Pahalı olduğu besbelli elbiseler giyeni olduğu gibi, onlara imrenip, imkânının elverdiği ‘en iyi’yi giyeni de var. ‘Örtü’nün farz olduğunu bilenler, ‘israf etmeme’nin de farz olduğunu unutmuşa benziyorlar. Hem onlar da makyaj yapıyor, onlar da nisbeten dar kıyafetler giyiyorlar. Onların da ‘gün’leri ve ‘sohbet’leri oluyor ve bir ‘ritüel’e indirgenen üç-beş satırlık okumalar haricinde, bir ehl-i dünyanın konuşmasından hiç de farklı olmayan şeyler konuşuluyor. Tıpkı kocalarının 'sohbet’lerinde, bu arada servetleri yirmisekiz kat artmış olsa bile, yirmisekiz yıldır, ‘piyasanın kötü olduğu’ yakınması; yahut ‘dün izlediği o lüzumsuz programda filancanın ne dediği,’ ‘en iyi araba teybinin ne olduğu,’ ‘filan yerdeki yeni lokantanın servisinin durumu, fiyatların da uygun olduğu, işçinizin bir aylık pazar masrafıyla üç kişilik bir akşam yemeğini rahatlıkla yiyebildiğiniz’ türü muhabbetler edilmesi gibi.

Dikkat edelim, bindiğimiz son model Mercedes, binemeyeni de, bizi de aldatmasın. Mercedes bir suç aletidir; âhirete bakan duyguları gasp edip, yüzlerini dünyaya çevirmektedir. Filan marka ceket de suç âletidir; o da aynı cürme imkân vermektedir. Evimizin döşeminden yemek için tercih ettiğimiz lokantaya kadar pek çok şey, bilelim ki, bize âhireti hatırlatmadığı bir yana, yüzü belki âhirete dönecek olan çoklarının da dünyaya yönelmesine gerekçe teşkil etmektedir.

* * *

İster kızın, ister darılın. Ben acele edip kışta gelen o şefkat kahramanı gibi olamadım; baharda geldiğimi sandım, ama kapıdan baktıran Mart’ın ‘kazma kürek yaktırması’ gerçeğiyle karşılaştım. Bir ‘örtülü kapitalizm’ gördüm, şıkıdım örtülerle örtbas edileceği sanılan bir kapitalistleşme sürecini gözlemledim, bu örtüyü kaldırayım istedim.

Birileri açıkça kapitalizm sergiliyor, bunu hepimiz biliyoruz. Birileri, sonra iki kat fazlasını almak üzere, sıkıştığı anda devlete borç para veriyor, bu paranın önemli bir kısmını da ‘düşük faizli kredi’ adı altında iç ediyor, kalitesiz malını birtakım ilişkiler yoluyla devlete âlâ fiyatıyla satıyor, halkın da o malı almasını temin için dışarıdan gelecek mallara birtakım tahditler koyduruyor, içteki rakiplerini de gerçekte piyasa düşmanı kapitalizmin tekelci taktikleriyle eziyor; sonra Kârun taslağı bir ruh haliyle “Çalıştım, kazandım” diye caka satıyor, bunu biliyoruz. Kapitalizmin sermayeyi putlaştıran ve yetmiş yıl tüm dünyayı titreten bir komünist kasırgayı başa bela eden bir anlayış; başkalarına ancak ya ‘menfaati gerektiriyor’ veya ‘diş geçiremiyor’ ise hayat hakkı tanıyan bir zihniyet olduğunu da biliyoruz.

Gözümüzü bürüyen o Avrupaî ileri gitmişliğin ardında, koca bir dünyanın âhı var. O göz alıcı maddî refah, ayda on dolar karşılığı kömür ocaklarında günde oniki saat çalıştırılan insanların sırtında gerçekleşti. O gözümüzü bürüyen arabaların gerisinde, sömürge savaşlarında öldürülen insanların kan izi bulunuyor.

Ve, o sözümona iktisadî büyüme tablolarının ardında, “Yeter ki üret; iyi bir reklamla, zaruri olmasa da insanları almaya mecbur edersin” diyen; marketleri kırkbin çeşit malla dolduran; gelirler bir türlü harcamaları karşılamaya kâfi gelmediği için nice hayatları solduran bir zihniyet saklı. Öyle bir zihniyet ki, meselâ, bir yoğurdu çırpmak için harcanan zamandan sizi kurtarıyor; ama yoğurt çırparken kolun çalışması sayesinde omuzlarınızın kireçlenmekten bir derece kurtulduğunu size asla söylemiyor; güya ‘hayatı kolaylaştırma’ adına, yoğurt çırpmaktan tasarruf edilen zamanı, mutfak robotunun çırpıcı kısmını al-tak-bas-çıkar-yıka-kurula-yerleştir çabası içinde harcatıyor; ve bu uğurda bir aylık emeğinizin ikide, üçte, dörtte birini de elinizden alıyor. Öyle bir zihniyet ki, emeği hakir görüyor, emeğiyle geçineni ücretli köleye dönüştürüyor, bir piyasaya daldığında, o piyasada var olan emek-yoğun küçük işletmeleri ezici bir rekabetle yok ediyor.

Durum bu olduktan sonra, bir mutfak robotu ehl-i dünya üretince kötü, ehl-i din üretince iyi olmuyor. Mercedes’in konumunu, binenin inancı belirlemiyor. Yapılan bir tüketim, şayet israf sınıfına giriyorsa, onu yapanın ehl-i din olması, yapılanın israf olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bir mal, eğer fuzuliyse, ehl-i din satsa da fuzuli olarak kalıyor.

O yüzden, sakın ola ki, iğreti bir surette hayatımızın bir köşesine iliştirdiğimiz ‘İslamî’ etiketlerin kapitalizmi meşrulaştıracağı sanılmasın. Biz bir örtülü kapitalizm yaşıyoruz, doğru. Üstelik, kelimenin her iki anlamıyla örtülü kapitalizm yaşıyoruz, bu da doğru—hem gizli bir kapitalizm, hem de ‘örtünmek’le meşruiyet kazandırdığımızı sandığımız bir kapitalizm.

Ama hayır. Mü’min, Allah’ın ya bir lütfu, ya bir imtihanı olarak, zengin olabilir; ama müsrif olamaz. Hiçbir mü’min, servetini birilerinin başına veya omuzuna basarak kazanamaz. Hiçbir mü’min, cebinde parası olduğu için israf etme hakkına sahip değildir. Hele hele, herkesin gözünün dünyaya çevrildiği, herkesin dünyaya imrendirildiği bir çağda böyle bir lükse asla hakkı yoktur. Fakir mü’minler de olur, zengin mü’minler de. Patron mü’minler de olur, işçi mü’minler de. Ama hak çiğneyen, yalan söyleyen, israf eden, başkalarını kıskandıran, reklam adı altında gayrimeşrulukları buyur eden, ‘sevâd-ı azam’a ittiba etmeyip lükse giren kapitalist mü’min, tanım gereği olamaz, olmamalıdır. Böyleleri varsa, bu, açık bir biçimde, imandaki bir zaafa işarettir.

Bunu böyle bilelim ve kapitalizmin örtülü-örtüsüz tüm biçimleriyle göbek bağımızı keselim. Bilelim ki, yarısı zengin olan, ama tek bir kapitalist barındırmayan aşere-i mübeşşere tablosu, bize lâf olsun diye gösterilmedi. Bilelim ki, içinde fakir de, zengin de olan; ama hiçbiri emr-i ilahî geldikten sonra faize, israfa, yalana, insan imrendirmeye asla bulaşmayan sahabiler Kur’ân’da lâf olsun diye övülmedi, laf olsun diye bize örnek gösterilmedi.

Heyhat, kapitalizmin en keskin muhalifi, mü’minler olmalıydı—en az kapitalistler kadar dünyevî olan sosyalistler değil. Zira kapitalizm, sosyalistlerin sandığı gibi, yirmi yıllık bir dünya hayatını mahvetmekle kalmıyor. Bilakis, paraya esir ettiği zengin-fakir tüm insanlara kulluğu ve ölüm ötesini unutturup, ebedî bir helâketin zeminini hazırlıyor.



Kimbilir kaç asrın kanını, kirini ve gubarını sırtında taşıyan kapitalist kasırga, ‘üç yozlaştırıcı’yı da içerdiği halde, gün geldi, hayatımızın tam ortasına yerleşiverdi işte. İster inanalım, ister inanmamaya çalışalım, olanlar oldu. Devran döndü, ehl-i dinin safları dahi, ‘bilerek ve isteyerek’ dünyayı tercih eden zevatla doldu...

Yükselen değer paraysa, hakim slogan elbette “Parasız hizmet olmuyor” olacaktı. ‘Parayla hizmet’in gerçekte ‘paraya hizmet’e giden bir yolculuğun ilk adımı olduğunu ise düşünen, anlayan ve de itiraf eden yoktu.

Parayla hizmet uğruna evinin yolunu unutan ehl-i din sayısı az değildi. Sekreterini hanımından daha çok gören ehl-i dinin sayısı da az değildi ve giderek azalıyor değildi. Bindiğimiz özel arabalar her hafta sonu torba torba fuzuli eşya taşımayı sağlıyordu da, en son hangi uhrevî hizmete vesile olmuşlardı? İşçilerimiz mavikart mahkumu olarak saatlerini yollarda ve otobüs duraklarında öldürürken, sıcak Mercedes’imizde dünyevî dostumuza anlattığımız ‘Kudüs’e kölesiyle deveyi nöbetleşe binerek giden Hz. Ömer’ menkıbesiyle acaba nasıl bir ‘imanî açılım’ sağlamıştık?

Beceremedik. Zaaflarımızı ve ukdelerimizi itiraf edemedik. Onun yerine, ‘hizmet’ dedik, ‘himmet’ dedik. Bir yanda Asr-ı Saadetin refaha erilen son döneminin keskin uyarıcısı Ebu Zer-i Gıfarî’yi gözyaşlarıyla dinleyip, öte yanda tam aksini yapabildik. Ebu Zer’i öne çıkaran kitaplar yazıp, öte yanda bir kapitalistin içgüdüsüyle hareket edebildik. Sonra, olanlar oldu. Birer ‘şirket-i maneviye-i uhreviye’ hükmündeki cemaatlerin her biri, önce ‘anonim şirket,’ sonra ‘şirketler grubu,’ en sonunda ‘holding’ oldu.

Akıl almaz, vicdan sığmaz bir sürecin içine girdik kısacası. Biz neyiz, onlar ne, bizi biz kılan ne, onlar niye ‘onlar’ oluyor, eline sermaye geçirenin inancı ne olursa olsun aynı davranması mı gerekiyor, yoksa biz de bankacılığın ve kapitalizmin kuralları zalimdir ve evrenseldir diyerek ilahî kuralları atlıyor muyuz, sorulmuyor.

Bir mutfak robotu ehl-i dünya üretince kötü, ehl-i din üretince iyi olmuyor. Mercedes’in konumunu, binenin inancı belirlemiyor. Yapılan bir tüketim, şayet israf sınıfına giriyorsa, onu yapanın ehl-i din olması, yapılanın israf olduğu gerçeğini değiştirmiyor. O yüzden, sakın ola ki, iğreti bir surette hayatımızın bir köşesine iliştirdiğimiz ‘İslami’ etiketlerin kapitalizmi meşrulaştıracağı sanılmasın.

Kapitalizmin en keskin muhalifi, mü’minler olmalıydı—en az kapitalistler kadar dünyevî olan sosyalistler değil. Zira kapitalizm, yirmi yıllık bir dünya hayatını mahvetmekle kalmıyor. Bilakis, paraya esir ettiği tüm insanlara kulluğu ve ölüm ötesini unutturup, ebedî bir helâketin zeminini hazırlıyor

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu


  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut