*Bu sayfa, Risale-i Nur ekseninde yazılmış kapsamlı makaleleri paylaşmak üzere tasarlanmıştır.

Adınız soyadınız: 
E-mail adresiniz: 
Şehir / ülke: 

Başlık: 

Değerlendirmeniz: 

Türü

Yazarlarımıza gönderdiğiniz mesajlar,
site yönetiminin onayını müteakip kendilerine iletilmektedir.

 Müsbet Milliyetçilik Var mı?

RİSALE-İ NUR’UN gereği gibi anlaşılmasının, bazı engelleri aşmayı gerektirdiğini söylemek sanırım mümkündür. Kimi durumlarda, Risale-i Nur’u anlama yönündeki çabalar bu engellere takılır. Bu ise, eksik ve hatta yanlış anlamalara yol açar. Sonuçta, hepsi Risale-i Nur’a atıfta bulunmakla birlikte, birbirinin zıddı olan anlayışlar dahi zuhur eder.

Bu problemi aşabilmek için ise, en başta sözkonusu engelleri tesbit edebilmek, aşılmaları için dikkat ve gayret sarfetmek elzem ve zaruri bir görev olarak belirmektedir.

"Milliyetçilik" konusunun, bu yoğun dikkat ve gayreti gerektiren en kritik konulardan biri olduğu kanaatindeyim. Milliyetçiliği esas edinmiş bir millî-devletin millî eğitiminden geçmiş insanlar olduğumuz bir gerçektir. Ve özellikle son on yılda insanların iç dünyasını iki ayrı milliyetçilik akımından birine veya öbürüne meylettiren gelişmeler yaşanmaktadır. Böylesi bir vasatta, Risale-i Nur’un "milliyet" ve "milliyetçilik" meselesine bakışının gerektirdiği bir çizgide durmak, Risale-i Nur üzerinde temellenen yoğun bir tefekkür çabasını gerektirmektedir. En başta sözünü ettiğimiz "engeller"i tesbit ederek aşmak ise, bu çabanın kaçınılmaz bir parçası hükmündedir.

Yolumuzdaki engeller

Bu engellerden ilkinin, Eski Said-Yeni Said ayrımında yattığı kanaatindeyim. Bir asra yakın bir ömür yaşamış olan Risale-i Nur müellifi, bu uzun ve bereketli ömrü içerisinde çok farklı hallere, çok farklı ortamlara, çok ciddi "kırılma"lara ve dönüşümlere muhatap olmuştur. Bu farklı ortamlarda, belağatın özeti olarak belirtilen "mukteza-yı hale mutabık" bir davranış sergilemiştir. Eski Said-Yeni Said ayrımı bir yanda Risale-i Nur müellifinin yaşadığı bir terakkiyi ve dönüşümü gösterirken, öte yanda onun yaşadığı ortamdaki değişmeyi işaretler. Risale-i Nur müellifinin yazdıklarını gerek şahsındaki bu dönüşümü, gerek yaşadığı ortamda gerçekleşen çok keskin değişimi ihmal ederek ele almak, çok ciddi anlayış problemleri doğurmaktadır.

İkinci bir problem, Yeni Said’in okunmasıyla ilgilidir. Yeni Said, "yalnız ve yalnız imana hizmet hususu"1 üzerinde yoğunlaşmış; "hayat-ı içtimaiye-i siyasiye"den uzak durmuştur. İzahı bu yazının hacmini aşan bu haklı ve hikmetli tavrına mukabil, Cumhuriyet idaresince bilmecburiye "hayat-ı içtimaiye-i siyasiye"ye muhatap kılındığı anlar olmuştur. Meselâ, mahkemelere çıkarılmış, birçok tazyike uğramış, hakkında birçok soru ve iftira ortaya atılmış; tüm bunlara karşı iman hizmetini ve Kur’an hakikatlerini müdafaa için mukabelede bulunma durumunda kalmıştır. Bu mahiyetteki mektup ve müdafaalarında doğrudan Risale-i Nur’daki Kur’anî derslerin ve imanî hakikatlerin muhatabı olan hakikat taliplerine yönelik "söylem"den farklı bir üslub kullanmaktadır. İmanî ölçülerden uzak, dünyevîliği yol edinmiş bu "ehl-i hüküm"e karşı konuşmaya mecbur kaldığında, deyim yerindeyse, onların anlayacağı dilden konuşur Said Nursî.2 Bir örnekle açıklarsak, bir talebesine, meselâ Abdullah Çavuş’a veya Hâfız Ali’ye konuşması ile, bir mahkeme reisine, bir emniyet müdürüne veya İçişleri Bakanı Hilmi Uran’a konuşması bir değildir. Çünkü muhatabı bir ve aynı değildir. Bu fark, hikmeten olması gereken bir farktır. İkinci durumda, muhatabının kabul etmediği imanî ölçülere doğrudan atıfta bulunmaktan ziyade, onun dünyasını dolduran "Türklük," "devletin bekası," "asayişi muhafaza" gibi hususlar sözkonusu edilerek konuşulmaktadır. Sözgelimi, Türklüğü meslek edinen bir ehl-i siyasete, Türklere asıl şerefini kazandıran İslâmiyeti ders veren eserlere ve müellifine cephe almanın, mesleğiyle ne derece uyuştuğu sorulmaktadır. Devletin bekasını meslek edinenlere, imansız bir gençlik vücuda getirmeye çalışıp, imanın talimine yönelik eserlere düşman olmanın anarşist, kural tanımaz bir nesli netice vereceği; eğer dâvâlarında samimi iseler Risale-i Nur’a cephe almamaları gerektiği söylenmektedir. Bu bakımdan, özellikle lâhikalarda ve mahkeme müdafaalarında rastlanan bu "söylem," Nur Talebeleri için, "ehl-i dünya"ya, hususan "ehl-i siyaset"e nasıl muhatap olunacağının usul ve üslubunu sunar. Fakat, onlara yönelik bu sözleri, doğrudan Risale-i Nur’un asıl muhatapları için söylenmiş olarak okumak, meselâ Risale-i Nur’un telifini Türklük, devletin bekası veya asayişi temin gibi sebeplerle açıklamak, karşımıza ikinci anlama problemini çıkarmaktadır.

Bu iki problemle irtibatlı üçüncü bir problem daha sözkonusudur. Bu problem, Risale-i Nur’a bir bütün olarak muhatap olma yerine, Risale-i Nur’dan "kendimize göre" seçmeler yapmamızdır. Böylece, "kendimize uygun" düştüğünü zannettiğimiz yerler alınıp, diğerleri devre dışı bırakılmaktadır. Bu ise, dördüncü bir probleme zemin hazırlar: Risale-i Nur’a Risale-i Nur’un terimleri ile değil; kendi terimlerimizle muhatap olmak. Açık bir örnek verecek olursak, Risale-i Nur’un hiçbir yerinde şu içinde yaşadığımız "âlem-i şehadet" için "tabiat" kelimesi kullanılmaz. Kâinat, mevcudat, masnuat, mahlukat kelimeleri, nüanslarıyla birlikte, şu âlemi ifade için kullanılan başlıca kelimelerdir. "Tabiat" ise Risale-i Nur’da reddedilen, mevhum olarak görülen bir mefhumdur. Kâinatı ifade etmez. Bilakis, kâinatta işgören "şeriat-ı fıtriye-i ilâhiye"ye yanlış olarak takılan bir isimdir. Yanlıştır; çünkü bir Hayy-ı Kayyûmun daimî tasarrufunu cilvelendiren şu mevcudat âlemini, mekanistik ve deterministik bir anlayışla açıklayanların terimidir. Risale-i Nur’da "tabiat" kelimesine yüklenen anlam bu iken, bugün pek çok insan "tabiat"ı yaşadığı şehrin beton duvarları dışındaki her yer olarak görür. Tabiatı böyle tanımlayıp hafta sonları "tabiatı dolaşmak"tan söz eden biri, Risale-i Nur’un kâinat ve tabiat ile ilgili bahislerini nasıl anlayabilir? Sözgelimi, kendi "tabiat" kavramını esas alarak okuduğunda, tabiatı "mevhum" olarak niteleyen Risale-i Nur’u kâinatı madum ve yok kabul eden Vahdet-i Vücut anlayışıyla aynı çizgide görürse, bu doğru mu olur? Bu durumda, "O da bunu anlamış" diyerek mazur görülmesi mi, yoksa "anlamadığı," "yanlış anladığı" hükmüne ulaşılması mı gerekir?

Diğer bir problem, "paradigma"larla ilgilidir. Bu terim, kişinin düşünce yapısını ve düşünme tarzını belirleyen unsurları ifade eder. Sözgelimi, bir Marksistin paradigması "sınıf çatışması"dır, "ekonominin herşeyi belirlediği"dir, "emeğin sömürülmesi"dir. Herşeye bu paradigma ile bakan bir Marksist, Hz. Peygamberin hayatını dahi bir "sınıf çatışması" olarak görür ve "feodalizme karşı bir mücadele" olarak alkışlar. Ele aldığı konunun Fahr-ı Kâinatın (a.s.m.) hayatı olması, o paradigmasını değiştirmediği sürece, ona imanî hiçbir kemalât kazandırmaz. Bilakis, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) her saniyesi ubudiyet şuuruyla nurlanmış nuranî hayatını kendi kısır ve dünyevî nazarıyla kendisi için lekedâr eder. Aynı paradigma problemini başka herşey, bu arada Risale-i Nur noktasında görmek de mümkündür. Nitekim bir "radikal" onu devrimci gibi görmeye çalışırken, bir modernist modernist, bir devletçi ise devletçi diye görebiliyorsa, sebebi budur: yani, her birinin kendi paradigması ile Risale-i Nur’a bakması. Risale-i Nur’un paradigmasını değil, kendi kafasına yer etmiş paradigmayı esas alması.

Tüm bunlardan sonra, şu söylenebilir. Herkesin kendi paradigmasıyla, kendi tutturduğu yoldan Risale-i Nur’a bakmasına karşı belki söylenecek bir söz yoktur. Sonuçta, böyle biri, kendi bildiğini okuyacaktır.

Fakat, kendimizi Risale-i Nur talebesi tarifi içinde görmeyi arzuluyorsak, "kendi bildiğimizi" değil, "Risale-i Nur’un bildirdiğini" okumamız icab etmektedir. Bu bakımdan, Risale-i Nur’a bir sosyolog, bir modernist, bir radikal, bir milliyetçi.. olarak muhatap olanlar hanesinde yer almayıp, onu bir Risale-i Nur talebesi olarak okumayı ve ona göre yaşamayı isteyen; niyeti ve özlemi bu olan herkesin, bu engelleri aşması gerekmektedir. Yani, en başta, (1) yaşadığımız asrın, yaşadığımız toplumun ve aldığımız eğitiminóbu arada, bilhassa nefsinódünyamıza aşıladığı paradigmaları aşmamız; (2) Risale-i Nur’a Risale-i Nur’un terminolojisi içinde muhatap olmamız; (3) Eski Said ile Yeni Said arasındaki, içinde bulunulan ortam ile de kesinlikle ilgili farkı farketmemiz; (4) Risale-i Nur’un hakaik-i imaniye taliplerine yönelik hitap tarzıyla, "ehl-i hükûmet," "ehl-i siyaset," ve "ehl-i dünya"ya hitap tarzı arasındaki farkı anlamamız gerekir. Bu hususlar gerçekleşmeyince, iyiniyetli olunsa bile, Risale-i Nur’un tutarlı ve insicamlı tavrının dışında tavırlar gelişebilmektedir. Daha da üzücü olanı ise, bu yaklaşımları geliştirenlerin yalnızca kendi tavırlarını isbat ettiğini düşündükleri bahisleri serdetmeleri, muhalif yaklaşım sahiplerinin de sadece onları çürütüp kendilerini haklı çıkaran bahisleri almaları; her iki halde de bir bütün olarak Risale-i Nur’un rehber alınmamasıdır. Sonuçta, iki farklı yaklaşım kendini isbata çalışırken, ortaya Risale-i Nur birbiriyle çelişik sözler ve tavırlar içeriyormuş gibi bir duruma yol açılmaktadır.

Nitekim, bugün aynı eserleri okuyup aynı eserlere atıfta bulunarak bir Kürt milliyetçiliği geliştirenlerin de, bir Türk milliyetçiliği geliştirenlerin de mevcut olması; aynı eserlere atıfla devletçiliğin de, devrimciliğin de savunulması ciddi bir bakış ve anlayış probleminin habercisidir. Zannımca, Risale-i Nur ne orada, ne buradadır. Böylesi zıt anlayışların sebebi Risale-i Nur’un kendisi değil; ayrılmaz bir bütün olan Risale-i Nur’un kısmen okunması, kısmen üstad ve mürşid seçilmesidir. Ki bu durumda, Risale-i Nur üstad ve mürşid konumundan kaçınılmaz olarak düşmekte; yalnızca kendi görüşlerimizi ardına sığınarak savunduğumuz bir payanda konumuna düşürülmektedir.

Dipnotlar

1. Tarihçe-i Hayat, s. 604.

2. Yeni Said’in ehl-i dünya ile muhatap olması gereken durumlarda, Eski Said’i vekil tutup onu konuşturması, üzerinde çalışılması gereken manidar bir husus olsa gerektir. Örnek olarak, bkz. "Yirmiikinci Lem’a," Lem’alar, s. 159; "Yirmialtıncı Mektup, Üçüncü Mebhas," Mektubat, s. 297.

Risale-i Nur’un Milliyete Bakışı

Bu uzun girişten sonra, sözkonusu engelleri akılda tutarak "milliyet" meselesini değerlendirmemiz gerektiğini belirtme durumundayım. Risale-i Nur’u okurken şu veya bu milliyetçiliğin, şu veya bu milliyetin üstünlüğü anlayışının izini üzerimizde hissediyorsak, bunun pekâlâ yanıltıcı ve akıl karıştırıcı olacağının şuurunda olmamız gerekir. Hele hele millî devletler çağında milliyetçiliği anayasanın değişmez ilkesi olarak benimsemiş bir millî devletin millî eğitim çarkından geçmiş isek, bu hususta daha bir dikkatli olmamız gerektiği açıkça ortaya çıkmaktadır. Risale-i Nur’un milliyet veya milliyetçilik meselesine bakışını anlamamız için gerekli atıf noktası, ne aldığımız eğitimdir, ne ait olduğumuz ırk. Bilakis, Risale-i Nur’un kendisidir. Ki, kendine Kur’an’ı rehber edinen Risale-i Nur’un en temel esası imandır, ubudiyettir. O milliyet meselesine de bu temel üzere bakmaktadır. Bizim onun milliyet meselesine bakışımız da, aynı temele oturtulmalıdır. Bu konunun Kur’an-felsefe ayrımının ele alındığı Onikinci Söz, Otuzuncu Söz, Yirmidördüncü Söz, Otuzikinci Söz gibi imanî bir tefekkürün temellerinin atıldığı bahislerde bu çerçeveye oturtulması, dikkat edilmesi gereken çok önemli bir husustur.3

"Milliyet"ten kasdımız nedir?

İkinci önemli husus ise, "milliyet" ve "millet" terimleriyle ilgilidir. Bu terimler Risale-i Nur’da ne anlamda kullanılır? Nerede hangi anlamı taşır? Hususan Eski Said’in eserlerinde yoğun bir şekilde karşılaşılan "millet" ve "milliyet" ifadesine yüklenen anlamlar nedir? Yeni Said, "milliyet" ve "millet"ten hep Eski Said’in kasdettiği şekilde mi söz etmektedir?

Bu sorulara cevap bulmak, öncelikle Eski Said’in içinde bulunduğu ortamı anlamayı gerektirmektedir. Eski Said, tanım itibarıyla şeriata dayanan, "farz-ı kifaye-i cihadı deruhde eden" bir "devlet-i İslâmiye" içindedir. Ve bu devletin, devlet olmanın ötesinde ve üstünde bir konumu da vardır: hilâfet. Dolayısıyla, Eski Said’in içinde yaşadığı coğrafya bütünüyle dârü’l-İslâmdır. Sınırları içinde yaşadığı devlet, bütün Müslümanları temsil eden ve hangi ırktan, hangi kavimden olursa olsun bütün mü’minlerin aynı milletten sayıldığı bir devlettir. Kısacası, hepsi de İslâm milliyetinin mensubudur. Eski Said’in yoğun "milliyet" tanımı ile kasdı budur. Nitekim, sık sık "Milliyetimiz de yalnız İslâmiyettir" diyerek bunu netleştirmektedir.4

Bu bakımdan, Eski Said’in milliyet anlayışını, Türkiye adlı bir millî-devletin (diğer bir deyişle, ulus-devletin) temelini oluşturan ırka, kavme dayalı milliyet anlayışıyla iltibas etmek, çok net bir yanlışlıktır; ve hususan Eski Said’in mesajını bulanıklaştırmaktadır. Bir kez daha vurgularsak, Eski Said din üzerinde temellenen, esasını inanç birliğinin oluşturduğu bir devletin çatısını oluşturan "kudsî İslâmiyet milliyeti"ne atfen konuşmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti ise, dinin yerine Türkçülüğün ikame olunduğu, "milliyet" ile de Türklüğün kasdolunduğu bir yapıdır. Bu yapının "millî"liği "kudsî İslâmiyet milliyeti"ni ifade etmemekte; bilakis İslâm milleti yerine ırka dayalı bir milliyet anlayışını ikame çabasını yansıtmaktadır. Dolayısıyla, böylesi bir yapının aşıladığı "milliyet" tanımı hiçbir şekilde aynen alınıp Eski Said’in tefekkürüne uyarlanamaz. Meselâ, Eski Said’in "Yaşasın ittihad-ı millî! Yaşasın muhabbet-i millî"5 sözü, bir kavme hasredilerek okunamaz. Açıkçası, bu sözü "Yaşasın Türklerin millî birliği! Yaşasın Türklük sevgisi!" diye okumak imkânsızdır. "Yaşasın Kürtlerin millî birliği! Yaşasın Kürtlük sevgisi!" diye okumak da imkânsızdır. Bu söz "Yaşasın Arapların millî birliği! Yaşasın Araplık sevgisi" diye de okunamaz.

Aynı şekilde, Eski Said’in "Kimin himmeti milleti ise..."6 diye başlayan meşhur sözü, "himmetini Türk veya Kürt kavmine hasretme" şeklinde anlaşılamaz. Zira bu sözün hemen altındaki paragrafta, milleti "kudsî İslâmiyet milliyeti" olarak açıklamaktadır. Bu sözü "Bediüzzaman... terakki hadisesinde milliyetçiliğin yerini vurgulamış olmaktadır. Ona göre milliyetçilik, İslâm ve imanın bir gereğidir ve her Müslümanın tabiî malıdır"7 diye yorumlamanın da imkânı yoktur. Zira, Said Nursî "müsbet milliyet"ten bahsetmekle birlikte, "milliyetçilik"ten hiçbir yerde müsbet bir şekilde bahsetmemektedir. O kadar ki, "Milliyetçiler milliyeti mabud ittihaz ediyorlar"8 demektedir. Bir insanın "milliyetin mabud ittihaz edildiğini" söylediği milliyetçilik anlayışını, öte tarafta "İslâm ve imanın gereği" görmesi kesinlikle imkânsızdır.Böyle bir yorumlama, farklı bir anlayışın ifadesi olmaktan öte, bir yanlış anlayışın ifadesidir. Ve bu yanlışa düşülmesinin en önemli sebeplerinden biri Eski Said’in milliyet tanımının, bugün genellikle kullanılan ırka dayalı "milliyet" tanımı ile ve dolayısıyla "milliyetçilik"le karıştırılmasıdır.

Bir kez daha vurgulayalım: Eski Said’in milliyet derken kasdı, "kudsî İslâmiyet milliyeti"dir. Millet derken kasdı, Kur’an’da hususan "millet-i İbrahim" şeklinde ifadesini bulanóhangi kavimden olursa olsunómü’minler cemaatidir.

Said Nursî’nin kendi ifadesiyle "Eski Said ile Yeni Said’in beraber yazdığı," ve "Risale-i Nur’un fidanlığı" hükmündeki Mesnevî-i Nuriye’de ise, Risale-i Nur’daki birçok meselenin gerçekten kısa cümleler ve paragraflar içerisinde ele alındığı görülür. Milliyet meselesi de, aynı eserde, Yeni Said’de gelişip serpilecek yeni bir tanımlamaya kavuşur. Yeni Said’in dünyasında, iki ayrı "milliyet" tanımı vardır: (1) Eski Said’in "milliyet" tanımının aynen devamı hükmündeki "müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti," (2) Cumhuriyeti kuran kadronun benimsediği ve eğitim yoluyla hükümferma kıldığı "unsuriyet"e, yani belli bir ırka, belli bir kavme dayalı "menfî milliyet." Bu yeni "milliyet" kavramıdır ki; daha Mesnevî-i Nuriye’de, "Asabiyet-i cahiliye gaflet, dalâlet, riya ve zulmetten mürekkeb bir macundur. Onun için milliyetçiler milliyeti mabud ittihaz ediyorlar"9 dedirtecektir. Aynı eserde, milliyetçilik nübüvvete râm olmayıp emanete ihanet eden "ene"nin bir uzantısı olarak anlatılır. İslâmiyet milliyetine dayalı dârü’l-İslâm’da "milliyet"i ırk esasına dayandırma çabasının acı meyvelerinin devşirildiği bir dönemde yazılan Mesnevî-i Nuriye, "ene"yle birlikte, "milletin enaniyeti" kavramını da getirir.10 Bu kavramın, "ene" kavramıyla birlikte Risale-i Nur’da açıldığı; her türlü "asabiyet"in "ene"nin menfî kullanımı paralelinde zikredildiği görülmektedir. "Otuzuncu Söz"de yaratılış hikmetini unutan, fıtrî vazifesini terkeden, kendine mânâ-yı ismî ile bakan, kendini malik itikad eden, ve böylece emanete hıyanet eden enenin, kaçınılmaz olarak "asabiyet-i nev’iye ve milliye"yi de getirdiği söylenir. Bu asabiyet "o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev’iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâl’in evâmirine karşı mübareze eder." Burada, Mesnevî-i Nûriye’nin asabiyet ile milliyetçiliği özdeşleştiren; ve "gaflet, dalâlet, riya ve zulmet" karışımı olarak sunan anlatımıyla tam bir paralellik vardır. Ve mahiyetini unutup vazifesini terkeden bu ene "Otuzuncu Söz"de felsefe çizgisi ile özdeşleştirilir. Felsefe ise, Risale-i Nur’da esasen Kur’an’la karşı karşıya sunulur. Risale-i Nur’da sık sık vurgulanan felsefe-Kur’an ikilemesi içinde, "menfî milliyet"in ve "unsuriyet"in daima felsefenin bir ürünü olarak vurgulandığı görülür. Nübüvvet yolunda, Kur’an’ın hikmetinde asabiyet yoktur. Bilakis, Risale-i Nur’un ilk talebesi olan Hulusi’nin yorumuyla, "menfi milliyetçilik hissi yerine... peygamberlere imanı"11 ikame etmektediródikkat edelim, "müsbet milliyetçiliği" değil! Bu bâbda, Resul-i Ekrem’in "İslâmiyet cahiliyet asabiyetini keser atar" hadisi, Risale-i Nur’un birçok yerinde zikredilir. "Onbeşinci Mektup"ta ise, hadisin devamı olarak, Hz. Peygamber’in "Habeşli bir kölenin bir Kureyşli efendi ile İslâmiyet nokta-i nazarında farkı yoktur" mealindeki sözü de beyan edilir. Ki devamla gelen bu söz, imanî ıstılah içinde "asabiyet" ile kasdolunan hususlar içerisinde Türkçülük, Kürtçülük, Arapçılık gibi kavim ve kabileye dayalı asabiyetlerin başı çektiğinin delilidir. Sözkonusu risalede "Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden zulmeder. Adalet üzerine gidemez. Çünkü, unsuriyetperver bir hakim milletdaşını tercih eder, adalet edemez..." der Said Nursî. Devamla, yukarıda zikrolunan hadisi kaydeder ve bu hadisin "kat’î fermanı"nın şu olduğunu bildirir: "Rabıta-i diniye yerine, rabıta-i milliye ikame edilmez; edilse, adalet edilmez, hakkaniyet gider."

Yine aynı risalede, net bir tanım ortaya konulmaktadır: "din ile milliyet muharebesi." Ne var ki, bu açık ayrımı görmeyip, "dini milliyetle takviye etmeye çalışanlar" vardır. Ayrıca, "millet namına, milliyet hesabına, unsuriyete kuvvet vermek fikrine binaen, ‘Milleti İslâmiyetle aşılamak istiyoruz’ diye konuşanlar da vardır.12 Dillere umumen hakim olan "Müslüman Türk"lük kimliği ve "Türk-İslâm" anlayışı ile sonuçlanan bu teşebbüsün sahiplerini, Said Nursî "tahribatçı ehl-i bid’a" olarak tanımlamaktadır. Tahribatçıdırlar; çünkü, kudsî İslâmiyet milliyetini "mevhum, muvakkat, cüz’î, hususî, menfi.. belki esassız, garazkâr, zulümkâr, zulmanî unsuriyet toprağına dikme" çabası, onu kudsiyetinden koparmak anlamına gelmektedir. Bu teşebbüs "ahmakâne ve tahribkârane, bid’akârane bir teşebbüs"tür. Aynı şekilde, "Millet[fikrin]i İslâmiyetle aşılama" teşebbüsü, "ebedî ve daimî olan İslâmiyet milliyetini, muvakkat, dağdağalı unsuriyetle bağlama" çabasıdır. Bu çabanın mensupları tahribatçıdırlar; çünkü bu teşebbüs de kudsî ve ebedî İslâmiyet milliyetini kudsiyetinden koparmakta, "İslâm milletini ifsad" etmektedir.

Bütün bu tanım ve tahlillerden, Risale-i Nur’da, bir yanda Eski Said’in "kudsî İslâm milliyeti" tarifinin muhafaza edildiği; öte yanda, yeni rejimin sunduğu "milliyet" tanımına açıkça cephe alındığı görülmektedir. "Milliyet"in müsbet anlamda kullanıldığı bütün bahisler, "kudsî İslâm milliyeti" tanımının esas alındığı yerlerdir. Cumhuriyet rejiminin sunduğu ve bugün tüm zihinlere hakim olan ırk veya kavim temeline dayalı "genetik" bir milliyet anlayışına ise, menfi bir anlam yüklenmektedir.

Dipnotlar

3. Milliyetçiliğin "ene"den nasıl çıkıp nasıl beslendiğinin Risale-i Nur ekseninde bir tahlili için, Kertenkele Çukuru adlı kitabımızın 13-51. sayfalarına bakılabilir.

4. Hutbe-i Şâmiye, s. 83. Eski Said’in Yeni Said’in tashihiyle neşrolunan tüm eserlerine kabaca bir göz gezdirmek dahi, bu vurguyu açıkça gösterir. Meselâ Hutbe-i Şâmiye’ye bkz. "İslâmiyet milliyeti," s. 49, "kudsî milliyet" s. 49, "kudsî İslâmiyet milliyeti" s. 51, "İslâmiyet milliyeti" s. 57 vd.

5. Divan-ı Harb-i Örfî (yeni baskı), s. 89.

6. Hutbe-i Şâmiye, s. 51.

7. Prof. Dr. İbrahim Canan, Bediüzzaman’dan Çözümler, İstanbul, Yeni Asya Yayınları, 1993, s. 121. Bu tarz bir anlayışta Sayın Canan’ın yalnız olmadığını özellikle belirtmek gerekiyor.

8. Mesnevî-i Nuriye, s. 103.

9. a.g.e., s. 103.

10. a.g.e., s. 182.

11. Barla Lâhikası, s. 84. Ayrıca, bu mektuba konu olan, "Yirmidokuzuncu Mektup, Altıncı Kısım"a bkz. Mektubat, s. 386 vd.

12. Mektubat, s. 410-411.

Milliyetçilik, İman Zaafının Tezahürüdür

Bütün bunlara mukabil, Yeni Said’in mahkeme müdafaalarında, resmî zevatla muhatap olduğunda veya ehl-i dünyaya karşı, "menfî milliyet"in çok zararlarından söz etmekle birlikte, "Milliyetçiliği terkedin" demediği görülür. Bu tavrının sebebi, Yirmialtıncı Mektubun Üçüncü Mebhasında net bir şekilde açıklanmaktadır:

"Fikr-i miliyette bir zevk-i nefsânî var; gafletkârâne bir lezzet var; şeametli bir kuvvet var. Onun için şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara, ‘Fikr-i milliyeti bırakınız’ denilmez."13[İtalikler bana ait].

Buradaki tavır açıktır. Kesinlikle "Milliyet fikri iyidir, hoştur, güzeldir; dolayısıyla kimseye ‘Fikr-i milliyeti bırakın’ demeyin" şeklinde bir anlayışa ulaşmanın imkânı yoktur. Bilakis, kullanılan ifadeler, Risale-i Nur’un genelinde çizilen tablonun özeti mahiyetindedir: Milliyet fikrinde var olan nedir? Nefsanî bir zevk. Gaflet yüklü bir lezzet. Uğursuz bir kuvvet. Bu tariflerin hiçbirinde "müsbet" bir boyut yoktur. Fakat, yine de, içtimaî hayatla meşgul olanlara fikr-i milliyeti bırakınız denilmemelidir. Çünkü, milliyetçilik bir başlangıç değil, bir sonuçtur. Enenin emanete hıyanetinin, nübüvvet çizgisinden sapmanın, felsefe çizgisine saplanmanın kaçınılmaz sonucudur. Temeldeki bir zaafın tezahürüdür. Temeldeki hastalıklardan dolayı milliyet fikrine saplanmış bir insana milliyetçiliği bırak demek, vücudunu saran kanser illetinden dolayı başı ağrıyan bir hastayı, başağrısı ilacıyla tedaviye kalkışmak gibidir. Veya temeli sarsılmış bir binayı pencere çerçevelerini değiştirerek tamire kalkışmak gibidir. Milliyetçilik derinlerdeki bir yaralanmanın sonucu ve belirtisidir; tedavisi, derinlerde bir çabayı, imanî bir şuurlanmayı, enenin emaneti bihakkın eda eder hale gelmesini, felsefe batağından kurtulup nübüvvet çizgisine râm olmayı gerektirir. Açıkçası, milliyet fikri imandaki zaafın sonucudur; tedavisi ise, imanın talimi ve takviyesi ile olur. Yani, insan, milliyetçilikten kurtulabileceği âlet ve ilaçları ancak iman dersleriyle bulabilir. Meselâ, kendisiyle aynı soydan olan birinin başarısıyla övünmek bir yanda milliyetçiliğin bir ifadesi olmakla birlikte, öte yandaKur’an’ın ders verdiği "Size her ne güzellik isabet ederse Allah’tandır" imanî sırrından gafletin de ifadesidir. Kul kendi üzerinde görünen güzelliği, hayrı Allah’tan bilir ve böylece O’na teveccüh eder, O’nun bu ihsanına karşı ubudiyet ve şükürle mukabele eder. Kendi üzerinde görünen, kendisine verilmiş olanı sahiplenmemekle yükümlü olan insanın, kendisiyle yetinmeyip başkasının üzerinde görüneni dahi sahiplenmesi iman noktasında çok ciddi bir hastalıktır. Tedavisi, ancak "biyedihi’l-hayr/Her hayr O’nun elindedir" kudsî ilacıyla mümkün olabilir. Keza, kendi kavminden olan biri ile başka kavimden biri arasındaki bir kavgada kavminin tarafını tutmak; dahası birinin hatasıyla onun kavmini de mahkum etmek milliyetçiliğin bir ifadesidir. Oysa Kur’an adaleti emretmektedir. Adaletin iç dünyamıza gerçekten yer etmesi ise, gerek kâinatın, gerek Kur’an’ın ders verdiği üzere, her fiili ve her emri adalet üzere olan bir dil-i Hakîm’e bağlanmakla mümkündür.

"Müsbet milliyet" vardır

Kudsî İslâmiyet milliyeti yerine, Türklük, Kürtlük gibi ırk esasına dayalı milliyet tanımlarının Risale-i Nur’da genelde böylesi bir menfi anlamla yüklü olmasıyla birlikte, "müsbet milliyet" tanımının da kullanıldığı görülür. Bu satırların yazarı, "müsbet milliyet"ten asıl kasdın "İslâm milleti" olduğu kanaatindedir. Nitekim, aynı risalede "müsbet ve kudsî İslâmiyet milliyeti"nden14 söz edilmektedir. Bu sözün velev ki ırka dayalı milliyet anlayışında da "müsbet" cihetler bulunduğu şeklinde anlaşılabileceği düşünülsün, ortada çok ciddi uyarılar ve çok kesin kayıtlar sözkonusudur: "Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hadim olmalı, kal’a olmalı, zırhı olmalı.. yerine geçmemeli... Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın taşlarını, kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakâne bir cinayettir."15 (Bu noktada, İslâm’ı milliyetle aşılama veya güya milliyetle güçlendirme gibi teşebbüslerin Risale-i Nur’da "bid’a," "tahrip," "ifsad" olarak görüldüğünü bir kez daha belirtelim.)

"Müsbet milliyetçilik" olur mu?

Risale-i Nur’un birçok yerinde "milliyet" meselesi ele alınmakla birlikte, "milliyetçilik" kelimesinin ancak birkaç yerde geçtiği görülür. Bu bahislerin birinde "menfi milliyetçilik,"16 diğerinde "menfi milliyetçiler"17 denilmektedir. Sadece "milliyetçiler" kelimesinin geçtiği iki bahisten birinde "milliyetçiler" "tahribatçı ehl-i bid’a" tanımıyla özdeşleştirilmekte;18 diğerinde ise şöyle denilmektedir:

"Asabiyet-i cahiliye, gaflet, dalalet, riya ve zulmetten mürekkeb bir macundur. Onun için milliyetçiler milliyeti mabud ittihaz ediyorlar."19

Bu ifadelerin hiçbirinde "milliyetçi"lik için müsbet bir kullanım sözkonusu değildir. Bununla birlikte, her nasılsa, Risale-i Nur’un milliyetçiliği ikiye ayırdığı, menfi milliyetçiliğe karşı olup müsbet milliyetçiliği tasvip ettiği şeklinde genel bir hüküm çıkarılmıştır. Oysa, Risale-i Nur’un hiçbir yerinde "müsbet milliyetçilik"ten söz edilmemektedir. Sözkonusu olan, "müsbet milliyet"tir ve bununla da hususan "kudsî İslâmiyet milliyeti" kasdolunmaktadır. Ki, Risale-i Nur, "İslâm milliyetçiliği" dahi önermemektedir. Maharetçe geri bir Müslüman saatçi yerine, mahir bir Rum veya Ermeni saatçiyi tercih gibi, "Emaneti ehline tevdi edin" ilâhî emrine dayanan hakkaniyetli bir tavrı sunan Risale-i Nur’un "Müslümancılık" dahi yapmazken, "müsbet milliyetçiliği" sözkonusu etmesi elbette düşünülemez.

Bu makalenin yazarı, en başta belirtilen hususlara dikkat çekmekte; ve Risale-i Nur’un tedavisine çalıştığı bir hali âdeta mazur ve meşru duruma getiren "müsbet milliyetçilik" ifadesini aşılması gereken ciddi bir yanılgı olarak görmektedir. Risale-i Nur’da "müsbet milliyet" vardır, "müsbet ve kudsî İslâmiyet milliyeti" vardır; ama "müsbet milliyetçilik" yoktur. Çünkü, Risale-i Nur, her nevi asabiyetin tedavisine çalışmaktadır. Zira, Resul-i Ekrem (a.s.m.) şu hadisiyle, iman hakikatlerinin kalblerde tam bir ma’kes bulmasının asabiyetin aşılmasıyla mümkün olacağını ders vermektedir: "İslâmiyet cahiliye asabiyetini kesip atar.

Dipnotlar

13. a.g.e., s. 297.

14. a.g.e., s. 297.

15. a.g.e., s. 298.

16. Barla Lâhikası, s. 84.

17. Mektubat, s. 302.

18. a.g.e., s. 411.

19. Mesnevî-i Nuriye, s. 103.

  10.04.2001

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut