*Bu sayfa, Risale-i Nur ekseninde yazılmış kapsamlı makaleleri paylaşmak üzere tasarlanmıştır.

Adınız soyadınız: 
E-mail adresiniz: 
Şehir / ülke: 

Başlık: 

Değerlendirmeniz: 

Türü

Yazarlarımıza gönderdiğiniz mesajlar,
site yönetiminin onayını müteakip kendilerine iletilmektedir.

 Kur’ân’a Hazırlık Okulu: Risale-i Nur

KUR’ÂN’A ADANMIŞ BİR HAYAT

Risale-i Nur hakkında araştırmaya girişen herhangi bir insanın kolaylıkla görebileceği bir husus vardır: Kur’ân’ın vazgeçilmez önceliği. Tüm risaleler Kur’ân denizinden süzülmüş katreler, Kur’ân bahçesinden devşirilmiş çiçekler sunar. Risale-i Nur’u bütünüyle kuşatan bu Kur’ânî iklim, müellifinin dünyasında Kur’ân’ın taşıdığı önemin ve değerin de habercisidir. Said Nursî hakkındaki en güçlü ve en otantik hayat tarihçesi mahiyetini de taşıyan Risale-i Nur, Kur’ân ikliminden râyihalar sunarken, bu râyihaların müellifine nasıl bir hayat, nasıl bir tefekkür sonucunda ihsan edildiğini de gösterir. Risaleleri okurken elde ettiğimiz kimi ipuçlarıyla, Said Nursî, daha bebekliğinden itibaren Kur’ân’ın talimi ve dersiyle hemhal olmuş bir insan olarak karşımıza çıkar.

Gerek kendi eserleri, gerek hakkındaki biyografiler, onun aile ve medrese çevresinde geçen bebeklik, çocukluk ve ilk gençlik günlerinde teneffüs ettiği Kur’ânî havaya dair yeterince fikir verir. Fakat, Van’da henüz yirmisinde genç bir alim olarak bulunurken yaşadığı bir olay, bir bakıma hayatının en kritik noktasını teşkil edecektir. Yaklaşık olarak 1899-1900 yılında vuku bulan bu olayın onun dünyasında yol açtığı dönüşümü, "Birinci Şua" adlı eserinde, kendi ifadeleriyle şöyle okumaktayız:

"Risaletü’n-Nur müellifi bir üçyüz onaltı sıralarında mühim bir inkılâb-ı fikrî geçirdi. Şöyle ki:

O tarihe kadar ulûm-u mütenevviayı, yalnız ilimle tenevvür için merak ederdi, okurdu, okuturdu. Fakat birden o tarihte merhum vali Tahir Paşa vasıtasiyle Avrupa’nın Kur’ân’a karşı müthiş bir su-i kasdları var olduğunu bildi. Hattâ bir gazetede İngilizin bir müstemlekât nâzırı demiş:

‘Bu Kur’ân, İslâm elinde varken biz onlara hakikî hâkim olamayız. Bunun sukutuna çalışmalıyız’ dediğini işitti, gayrete geldi. Birden makam-ı cifrîsi bin üçyüz onaltı olan ‘fa’rid anhum’ fermanını mânen dinliyerek bir inkılâb-ı fikrî ile merakını değiştirdi. Bütün bildiği ulûm-u mütenevviayı Kur’ân’ın fehmine ve hakikatlarının isbatına basamaklar yaparak hedefini ve gaye-i ilmiyesini ve netice-i hayatını, yalnız Kur’ân bildi. Ve Kur’ân’ın i’caz-ı manevîsi ona rehber ve mürşid ve üstad oldu. Fakat maatteessüf o gençlik zamanında çok aldatıcı arızalar yüzünden bilfiil o vazifenin başına geçmedi. Bir zaman sonra Harb-i Umumînin tarraka ve gürültüsü ile uyandı. O sabit fikir canlandı, bilkuvveden bilfiile çıkmaya başladı."

Bu ifadeler, özellikle Eski Said’e dair genelde çizilen portreden farklı bir tasvir sunmaktadır. Said Nursî’nin yaşadığı "inkılâb-ı fikrî" sonucu hayatının gayesini yalnızca Kur’ân bildiği dönemin yaklaşık yirmi yılı, zahirde başka meselelerle uğraşır göründüğü bir devredir. Daha 1899’da yegâne gayesini ve hedefini Kur’ân’a talebe olup ona hizmet etmek şeklinde belirleyen Said Nursî, dışarıdan bakıldığında, özellikle 1920’lere kadar, Medresetü’z-Zehra, hürriyetin gelişi, Şarkın intibahı, İslâm dünyasının terakkisi gibi meseleler etrafında yoğunlaşmış gibidir. Bu nokta, onun iç dünyası ile dış dünya arasında o dönemde ciddi bir çatışma yaşandığının habercisidir. Anlaşıldığı kadarıyla, bu ara dönemde iç dünyası Kur’ân’a yönelik çok ciddi bir muhatabiyet gayretiyle şekillenmiş; ama bu gayreti "bilkuvve"den "bilfiil"e çıkarma noktasında ciddi engellerle karşılaşmıştır. Kendisinin "o gençlik zamanında[ki] çok aldatıcı arızalar" diye ifade ettiği bu engeller başlı başına bir araştırma konusudur. Ama Risale-i Nur’un değişik bahislerinden hareketle, belli ipuçları edinmek de mümkündür.

Bu "arızalar"ın, enfüsî ve âfâkî olmak üzere, iki ana başlık altında toplanabileceğini sanıyoruz. Dış dünyaya ilişkin âfâkî engellerin ilki ve en önemlisi, içinde bulunduğu ortamdır. Genç Said başında halifenin bulunduğu, Meşihatın ve yüzlerce alimin halifenin yanında yer aldığı, ve "şer’-i şerîf"i anayasası olarak kabul eden bir hilâfet devletinde yaşamaktadır. Hilafete yüklenen en önemli görev ise, iman hakikatlerinin talim ve neşridir. Bu görev, esasen halifeye aittir. Said Nursî, muhtemelen bu temelden hareketle, kendi iç dünyasında Kur’ânî bir terbiye yaşarken, bunu dış dünyaya taşıma gibi bir görevi haklı olarak üzerinde hissetmemiştir. Bunda o günkü toplumun "millet-i hâkimesi İslâm" diye özetlediği görüntü de önem taşımış olabilir. Her hâlükârda, dış dünyadaki gayreti Medresetüzzehra, istibdadın son bulması, hürriyetin gelmesi gibi, iman çalışmasına göre ikinci, üçüncü derecede önem taşıyan siyasî, idarî ve içtimaî teşebbüslerde yoğunlaşmıştır. Kısacası, kendi ifadesiyle "siyaseti dine hizmetkâr yapma" gayesini güderek "hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye" ile meşgul olmuştur. Bu ise, daha 1899’da yaşadığı "inkılâb-ı fikrî"nin fiilî ürünlerinin ortaya çıkmasını engellemiş, yahut geciktirmiştir.

İç dünyaya ilişkin en önemli arıza ise, sanırız, bir "dönüştürme" problemiyle ilgilidir. Said Nursî’nin çocukluk ve gençlik döneminde, düzenli bir medrese eğitiminden geçmese de, yoğun bir öğrenim faaliyeti gerçekleştirdiği bilinmektedir. Öncelikle medreselerde okutulan hadis, tefsir, fıkıh gibi "dinî ilimler" ve de mantık, gramer, edebiyat gibi "âlet ilimler" alanında ciddi bir birikim edinmiştir. Akabinde, fen ve felsefe alanında yoğun bir okuma faaliyetine giriştiği bilinmektedir. Risale-i Nur’un değişik bahislerindeki ilgili notlar biraraya getirildiğinde, Said Nursî’nin uzunca bir dönem, edindiği bu "ilmî mâlûmat"ı "imanî marifet"e dönüştürmenin formülünü aradığı anlaşılmaktadır. "Mâlûmat" odunlarını "marifet" nurlarına dönüştürme zorunluluğunu hissetmiş; ve bunun formülünü buluncaya dek bu odunları taşımak durumunda kalmıştır. Bu, onun sözkonusu gayretini ilk anda "bilfiil"e çıkarmasını engelleyen önemli bir "arıza"dır. (Öte yandan, bunun, Mesnevî’nin Türkçe önsözünde belirtildiği gibi, başkalarının akıl gözünü kapadığı yerde gözü açık gitme imkânını sağladığını da belirtelim. Sonuç bu açıdan semereli olmuş; ama zaman almıştır).

Bir Kur’an Talebesinin İlk Notları

Velhasıl, buna benzer arızalar onun daha yirmisinde yaşadığı "inkılâb-ı fikrî"nin fiilî ürünlerinin ortaya çıkmasını geciktirmiştir. Ama, bununla birlikte, yaşanan "inkılâb-ı fikrî" sonucunda Kur’ân’a mutlak anlamda yönelişin habercisi olan kimi işaretlere Eski Said’de de rastlamak olasıdır. Muhakemat, bunun bir örneğidir. Bu eserin daha ilk sayfasındaki "hamdele" kısmında, Kur’ân’a dair, Said Nursî’nin tüm hayatı boyunca işleyip geliştirdiği tahlilin anahatlarını görmek mümkündür. Bu eserde Kur’ân’ı, taşıdığı anlama ilerleyen sayfalarda değineceğimiz bir vurguyla "Kur’ân-ı Mu’ciz" olarak tanımladıktan sonra, Said Nursî şöyle der:

"...Öyle kitab ki: Kaideleri ile hilkat-ı âlemin kitabından dest-i kader ve kalem-i hikmet ile mektub ve cari olan kavânîn-i amîka-i dakîka-i ilahiyeyi izhar ettiğinden; ahkâm-ı âdilânesiyle nev’-i beşerin nizam ve muvazenet ve terakkisine kefîl-i mutlak ve üstad-ı küll olmuştur."

Bu tarifte, daha sonraları Risale-i Nur’da durmaksızın vurgulanan bir hususun izlerini tesbit etmek mümkündür: kâinatın Kur’ân’ın şahidi oluşu, ve Kur’ân’ın "fıtrat-ı selime cihetiyle de musaddak" oluşu... Kur’ân’ın âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı oluşu ve şu büyük kâinat kitabının tercümanı oluşu... Kur’ân’la gelen şeriatın fıtrî şeriatla mutabık ve muvafık oluşu...

Bu tanımlama, Risale-i Nur’un en önemli özelliklerinden birinin habercisidir. Kur’ân âyetlerini "izah" eden pek çok sayıda eser mevcuttur. Özelde tefsir kitapları hep bu çerçevede yer almaktadır. Oysa Risale-i Nur, Kur’ân âyetlerini "izah" sadedinde kalmayıp, "teslimi bozulmuş" bu asırda bu âyetlerin hakkaniyetini "isbat" gibi bir görev de üstlenmiştir. Bu isbatın vasıtaları ise, kâinat ve insan fıtratıdır. Fenden ve felsefeden gelen itirazlara karşı, gerek kâinat ve gerek fıtrat, Kur’ân âyetlerinin gerçekliğine şahit tutulmaktadır. Muhakemat’ın daha başındaki bu tarif, işte bu boyutun ilk işaretlerini taşımaktadır. Aynı eserin ilerleyen sayfalarında, Kur’ânî bir tefekkürün anahatlarını tesbite çalışan, İslâm düşünce tarihini de bu çerçevede değerlendiren muhakemelerle yüzyüze gelmekteyiz.

İşârâtü’l-İ’caz: İ’caz Neden Önemli?

Muhakemat’ın neşrinden üç yıl sonra, Said Nursî’nin İşârâtü’l-İ’caz adlı bir tefsir yazmaya başladığını görüyoruz. Bu eser, taşıdığı isimle, Muhakemat’ın başında yer alan "Kur’ân-ı Mu’ciz" ifadesinin açıldığı ve açıklandığı çağrışımını uyandırır. Eser, "Kur’ân’ın mucize oluşunun işaretleri"ni sunan bir tefsir olmayı hedeflemektedir.

Gerçekten, İşârâtü’l-İ’caz klasik tefsir usulünü zorlamakta, alışılmış tefsir kalıplarını aşmaktadır. Tefsirlerde, genel olarak Kur’ân âyetlerinin birbiri ardınca sıralandığı; müfessirin ise tüm âyetlerin tüm cümlecik ve kelimelerini değil, yalnızca dikkatini çeken âyet ve ibareleri açıklamakla yetindiği görülür. Bu eserde ise, önce temel bir çerçeve çizilmektedir. Müellifinin ifadesiyle okuyalım:

"Kur’ân’daki anâsır-ı esasiye ve Kur’ân’ın takip ettiği maksadlar, tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ve ibadet olmak üzere dörttür. Bu dört unsuru beyan edeceğiz."

Bunun üzerine, klasik tefsir usulüne dair telmihler barındıran şöyle bir soru gündeme getirilir: "Şu makasıd-ı erbaa, Kur’ân’ın hangi âyetlerinde bulunuyor."

Verilen cevap, İşârâtü’l-İ’caz tefsirinin metodik bir özeti hükmündedir:

"O anâsır-ı erbaa, Kur’ân’ın hey’et-i mecmuasında bulunduğu gibi; Kur’ân’ın sûrelerinde, âyetlerinde, kelamlarında, hatta kelimelerinde bile sarahaten veya işareten veya remzen bulunmaktadır. Çünkü, Kur’ân’ın küllü cüz’lerinde göründüğü gibi, cüz’leri de Kur’ân’ın küllüne âyinedir. Bunun içindir ki, Kur’ân, müşahhas olduğu halde, efrad sahibi olan küllî gibi tarif edilir."

Ardından "Bismillâhirrahmanirrahîm" ile başlayan tefsirde, her bir âyet, her bir âyetteki her bir kelam, hatta her kelime ve harf tek tek bu dört temel maksat ekseninde ele alınır. Kur’ân’ın "i’caz"ı, yani lâfz ve mânâ cihetiyle insanı âciz bırakması, yani beşer kelâmı olmayıp Kelâmullah oluşu kırk ayrı açıdan çalışılır. Bir âyet üzerinde, harflere dek uzanan böylesi bir yoğunlaşma bazılarına gereksiz gözükebilir; oysa, Kur’ân’ı "ilm-i muhît" sahibi Zât-ı Zülcelâle has kılıp Kelâm-ı Ezelî olarak hayatımızın ve tefekkürümüzün mihverine yerleştirmenin anahtarı buradadır. Kur’ân’ın zihnimizde ve kalbimizde vazgeçilmez bir önceliğe sahip olması, onun Allah kelâmı olduğuna aklen ve kalben ikna olmamızla mümkündür. İşte bu zaruri neticeyi i’caz hâsıl etmektedir.

Bu tefsirin, ileride, Said Nursî tarafından "Risale-i Nur’un başlangıcı" olarak tanımlanması anlamlıdır. Çünkü Kur’ân’ın her bir âyetinde gerek nazm ve lafz yönündeki i’caz vecihlerini keşfe yönelen, hem de anlam açısından i’caz vecihlerini araştıran yoğun bir dikkat iledir ki, Risale-i Nur doğmuştur.

Haşir Risalesi bunun bir örneğidir. Bu risale, Rûm sûresinin 50. âyetinin bir dersi hükmündedir. "Fenzur ilâ âsâri rahmetillâhi..." diye başlayan âyet, gerek nazmı, gerek mânâsı itibarıyla, sözkonusu risalenin temelini oluşturur. yet, ölmüş arzın baharda dirilişini nazara verip, bunu ölülerin dirilişine, zira Allah’ın Kadîr-i Külli Şey olduğuna delil ve şahit kılmaktadır. Sözkonusu risale, "Madem dünya var, elbette âhiret var" cümlesiyle özetlenen muhakemesini, işte bu âyetten alır. Bu âyetten aldığı dersle, şu kâinatı Allah’ın güzel isimlerini ve sıfatlarını gösteren ve tanıttıran bir ayna olarak okur. Ve, her birine tüm kâinatın şahit olduğu bu isim ve sıfatların her birinin haşri gerektirdiğini isbat eder. Bu, sözkonusu âyetin tevhid penceresiyle haşrin isbatı için nasıl bir yol açtığının göstergesidir.

İşârâtü’l-İ’caz müellifi, bu âyette yalnız tevhid penceresiyle haşrin isbatına dair bir usul bulmakla kalmayacaktır. yetin verdiği dersle, nübüvvet ve "adalet ve ibadet" hakikatının da haşri gerektirdiği isbat edilecektir.

Tüm bunlar, mânâ cihetinden i’caz vecihlerini arıyor olmanın meyvesidir. Lafz ve nazm cihetindeki i’cazı takip ederek de aynı noktaya ulaşılmaktadır. yet, daha ilk kelimesiyle insanı bir bakış, bir "nazar" eğitimine tâbi tutmakta; ikinci kelimeyle bu bakışın ilk adresini göstermektedir: âsâr, yani eserler. Hem bildiğimiz "eserler" anlamını, hem de "izler, işaretler" anlamını taşıyan bu kelimenin seçilmesi başlı başına bir i’cazdır. Varolan bir eser, insana o eserin Müessirini tanıtır, Ona işaret eder, Onun alemi olur. Ki, âsâra bakan rahmeti görecek; bu muhît ve mutlak rahmet onu Rahîm-i Mutlak olan Zât’a ulaştıracaktır. yet, nazm açısından, böylesi i’caz vecihlerini yüklenmiş biçimde akıp gitmektedir. yetin lâfzındaki bu mucizane diziliş gibi i’caz vecihleri de, İşârâtü’l-İ’caz müellifinin, sözkonusu âyetten aldığı dersle Haşir Risalesi’ni yazmasında anahtar bir rol sahibidir.

Yalnızca Haşir Risalesi’ni örnek olarak aldığımız böylesi bir umumî bakış dahi, Risale-i Nur’un telifinin neden İşârâtü’l-İcaz müellifine nasip olduğunu açıkça göstermektedir. Böylece, İşârâtü’l-İ’caz’ın "Risale-i Nur’un başlangıcı" olarak tanımlanmasının sırrı da açılmaktadır. En önemlisi, Kur’ân’a "i’caz"ı cihetiyle muhatap olmanın, Kur’ânî bir tefekkürün kurulmasında taşıdığı vazgeçilmez önem, açıkça anlaşılmaktadır.

Müellifi açısından Risale-i Nur’a, tüm ehl-i imanın açısından ise Kur’ânî bir tefekkürün inşasına giden yolda böylesine önemli bir yeri bulunan İşârâtü’l-İ’caz, henüz Kur’ân’ın ilk sayfalarında, Bakara sûresinin 32. âyetinde son bulmaktadır. Said Nursî’nin "İ’caz-ı Kur’ân’ı beyan et" emrini işittiği manidar bir rüyadan sonra, I. Dünya Savaşı hengâmında, Doğu cephesinde Ruslara karşı sıcak çatışmalar içindeyken gülle ve mermi sesleri arasında yazılan bu çok değerli tefsir, müellifinin esir düşüp Sibirya’ya sürgün edilmesi yüzünden devam edememiş, 2:32. âyette kalmıştır.1

Risale-i Nur’a Doğru

Rusya esareti dönüşü, Said Nursî’yi ciddi bir iç muhasebe içinde buluyoruz. Son derece sıcak ve samimi bir üslupla yazılmış "Yirmialtıncı Lem’a" adlı eserinden anlaşıldığı kadarıyla, bu iç muhasebe dış dünyada meydana gelen devâsâ değişimlerle de ilgilidir. Hem kendisinin ihtiyarlığa adım atmaya başladığı, hem de hilafet saltanatının çökmeye yüz tuttuğu bir sırada yaşanan bu muhasebe esnasında, dünyasının merkezinde yine Kur’ân yer almaktadır. "İhtiyarlığın alâmeti olan beyaz kılların saçına düştüğü" o zamanda, İstanbul’da halife ve şeyhülislâmdan tâ medrese talebelerine kadar herkesten ve her kesimden iltifat ve teveccüh görmekte; ama o saçındaki beyaz kılların verdiği mesajı değerlendirerek, fani bir dünyadaki fani insanların iltifatı yerine, Bayezid Camiinde ihlaslı hafızların okuduğu Kelâm-ı Ezelîyi dinlemeyi tercih etmektedir. Onun Kur’ân’a her bir âyetiyle nasıl bir yoğunluk ve derinlik içinde muhatap olduğunun bir örneği, Yirmialtıncı Lem’a’nın "sekizinci rica"sında görülür. Bayezid Camiinde dış dünyadan gelen iltifatlar, hilafet saltanatının inkırazı, saçına düşen beyaz kıllar arasında gel-gitler yaşarken duyduğu "Küllü nefsin zâikatül mevt" âyetinin getirdiği sorgulama Said’in Kur’ân’a muhatap oluşundaki ciddiyetin, derinliğin ve enginliğin manidar bir delilidir:

"...Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, semavî yüksek hitabiyle beşerin fenasını ve zîhayatın vefatını haber veren gayet kuvvetli bir surette ‘Küllü nefsin zâikatül mevt’ fermanını, hâfızların lisaniyle ilan etti. Kulağıma girip, tâ kalbimin içine yerleşip, o pek kalın gaflet ve uyku ve sarhoşluk tabakalarını parça parça etti. Camiden çıktım. Daha çoktanberi başımda yerleşen o eski uykunun sersemliğiyle birkaç gün başımda bir fırtına, dumanlı bir ateş ve pusulasını şaşırmış gemi gibi kendimi gördüm. Aynada saçıma baktıkça, beyaz kıllar bana diyorlar: ‘Dikkat et!’ İşte o beyaz kılların ihtariyle vaziyet tavazzuh etti. Bakdım ki, çok güvendiğim ve ezvâkına meftun olduğum gençlik elveda diyor.. ve muhabbetiyle pek çok alâkadar olduğum hayat-ı dünyeviye sönmeye başlıyor.. ve pek çok alâkadar ve âdeta aşık olduğum dünya, bana uğurlar olsun deyip, misafirhaneden gideceğimi ihtar ediyor. Kendisi de, ‘Allahaısmarladık’ deyip, o da gitmeye hazırlanıyor. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan ‘Küllü nefsin zâikatül mevt’ âyetinin külliyetinde: Nev-i insanî bir nefisdir, dirilmek üzere ölecek. Ve küre-i arz dahi bir nefisdir, bâki bir surete girmek için o da ölecek. Dünya dahi bir nefisdir, âhiret suretine girmek için o da ölecek!’ mânâsı âyetin işaretinden kalbe açılıyordu."

Bu uzun iktibas Said Nursî’nin Kur’ân’a muhatabiyetindeki ciddiyeti ve derinliği göstermenin ötesinde, İşârâtü’l-İ’caz’dan Risale-i Nur’a giden yolun önemli bir ipucunu da verir. İ’caz üzerindeki vurgusu itibarıyla Risale-i Nur’un başlangıcı olan İşârâtü’l-İ’caz, yine de Eski Said’in tefsiridir. Bu tefsirde ilmî ve aklî bir ele alış tarzı öne çıkmaktadır. Bu eseri telif eden Eski Said Kur’ân’a çok ciddi bir talebe olmuştur; ama bu talebelikte akıl ve ilim boyutu ön plandadır. Oysa, iktibas ettiğimiz bahiste, yalnız akıl değil, insanın tüm duyguları, tüm donanımları konuşturulmaktadır. Bir bakıma Kur’ân âyetleriyle gelen mesajın "içselleştirilmesi," tüm duygularca özümsenmesi, kelimenin tam anlamıyla "benimsenmesi" süreci başlamıştır. Bu enfüsî boyut, Eski Said ile Yeni Said arasındaki en önemli farklardan birini teşkil eder. Aynı zamanda, onun son tahlilde İşârâtü’l-İ’caz’ı neden "Eski Said’in tefsiri" diye tanımladığını da açıklar. Mektubat’tan alacağımız, Eski Said’in Yeni Said’e dönüştüğü sürecin sözkonusu edildiği bir bahsin ardından gelen şu ifadeler, bu açıklamayı daha da anlaşılır kılmaktadır:

"... Demek Kur’ân’dan gelen o Sözler ve o nurlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil, belki kalbî, ruhî, hâlî mesâil-i imaniyedir. Ve pek yüksek ve kıymetdar maarif-i ilâhiye hükmündedirler."

Eski Said’in Yeni Said’e dönüştüğü bu süreçte, Said Nursî’nin yalnız aklını değil, tümüyle iç dünyasını Kur’ân’ın i’cazına açmasıyla gelen birçok manidar hakikat vardır. "Na’büdü"deki "nun"a dair bahis, "dağların, taşların yüklenmediği emaneti insanın yüklenmesi"ne dair âyetin meyvesi olan "ene" bahsi, "Fâtiha’nın âhirindeki üç yol" bahsi, bu noktada parlak birer örnek hükmündedir.

Bu dönemin en önemli yönü, Said Nursî’nin her açıdan Kur’ân’ın talebesi olmasıdır. Artık gençlik zamanındaki "arızalar" ortadan kalkmıştır. O güne dek çizgisini izlediği selef-i sâlihînden hangi ferdi üstad edineceğine karar verememiş olan Said, İmam-ı Rabbanî’nin Mektubat’ından aldığı bir derse binaen, üstadlarının üstadı olan Kur’ân-ı Hakîm’de "tevhid-i kıble" etmeye karar kılmış, ona yapışmıştır. Çok yoğun, çok bunaltıcı ama çok verimli bir sorgulamayla gelen bu dönüşümün hemen akabinde yazdığı Mesnevî-i Nûriye, Eski Said’den Yeni Said’e geçişin manidar bir meyvesidir. Bu eser, Muhakemat veya İşârâtü’l-İ’caz’da gördüğümüz o güçlü muhakemeden vazgeçilmeksizin, tefekkürün boyutlarını enfüsî âlemlere de taşımakta; "harita-i insaniye"deki keşifleriyle vicdanı, ruhu, kalbi ve duyguları da konuşturmaktadır. Kur’ân ikliminden gelen tatlı esinti, yalnız aklı değil, kalbi, ruhu, sair duyguları da kuşatan bir usul ve üslub içinde çalışılmaktadır. Mesnevî, bu özelliğiyle, gerek asıl ve gerek usul açısından, "Risale-i Nur’un fidanlığı" hükmündedir. Bu eserden anladığımıza göre, Said’in daha yirmi yaşında başlayan "i’caz-ı Kur’ân" yolculuğu, şimdilerde onu çok yüksek bir tefekkür yoluna ulaştırmıştır. Onu gözü kapalı olarak değil, "ehl-i istiğrakın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezdiren" bir yoldur bu. Böylesi bir yol, "Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Kur’ân’ın dersiyle, irşadiyle" bulunmuştur. Yine Mesnevî’deki bir pasaj, bu yola dair daha ayrıntılı bir izah getirmektedir:

"Kur’ân’dan, hakikat-ı tarikatıótarikatsızófeyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın isal edici bir yol buldum."

Bu yol, muhtemelen, İslâmî düşüncenin iki önemli geleneğinin ayrıştığı bir noktayı birbirine bağlıyor olsa gerektir. Tasavvuf geleneğinde kâinat, maddiyat, cismaniyat, neredeyse her zaman, marifetullah ve huzur-u daimînin bir engeli olarak görülmüştür. Bu "perde"yi aşmak üzere vahdet-i vücud ve vahdet-i şuhud gibi seyr-i sülûk yolları bulunmuş; enfüsî tefekkür yoluyla marifete ve huzur-u daimîye ulaşma cihetine gidilmiştir. Gereğinde, huzuru bozmamak için, akıl gözünün kapatıldığı bir yoldur bu. Öte yandan, kelâm geleneğinde âfâkî daireye uzanan, inayet delili, gaye delili gibi araçları kullanarak kâinatı "isbat-ı Sâni"in bir vesilesi kılan ciddi bir âfâkî tefekkür gayreti mevcuttur. Fakat burada da enfüsî tefekkür ihmale uğramakta; akıl istimal edilirken, kalb gereğince işlettirilmemektedir. Kur’ân’dan bulunan yol, bu iki yarım küreyi bir bütün halinde biraraya getirmektedir. Artık kâinat marifetullahın önündeki bir "perde" olmaktan çıkıp, marifetullaha ulaştıran "pencere"lere dönüşmektedir. Akıl istimal edilirken, kalb de işlettirilmektedir.2

Mektubat’ta yer alan bir mektup, bu hususu Muhyiddin-i Arabî ve Fahreddin-i Râzi örneğinde ele alır. İbn Arabî, tasavvuf mesleğinin en büyük simalarındandır. Muasırı olan ve kelâm ilminin en gözde isimleri arasında yer alan Râzi’ye yazdığı mektupta, kelâm ilmi vasıtasıyla alınan marifetullahın ne denli noksan olduğunu belirterek, onu tasavvuf mesleğine davet etmektedir. "Öyle de" der Said Nursî, "tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur’ân-ı Hakîm’den doğrudan doğruya veraset-i nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır." Çünkü, "Kur’ân-ı Hakîm’den alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki başıbozukluktan çıkarıp, Cenab-ı Hak namına istihdam eder. Herşey mir’at-ı marifet olur... Herşeyde Cenab-ı Hakkın marifetine bir pencere açar."

Mesnevî-i Nûriye’de yer alan "Katre" adlı risalenin girişinde sözü edilen "dört kelime ile dört kelam"da, Kur’ân’dan bulunan bu yolun anahatlarını ve anahtarlarını bulmaktayız.3 İlerleyen yıllarda yazılacak risaleler, bu temel çizgide gelişecektir.

"Reşha" mesleği

Said Nursî’nin, Eski Said’in Yeni Said’e dönüştüğü, ve Kur’ân’ın i’cazına tüm insanî özellikleriyle talebe olmaya başladığı andan itibaren, hayatının sonuna dek, yanında yalnız Kur’ân’ı bulundurması bu dönemde yaşanan muhasebe ve muhakemelerle doğrudan bağlantılıdır. O, tasavvuf ve kelâm gibi asırlar boyu pek çok insanın marifetullah ve huzur-u daimî yolunda yürümesine imkân tanımış meslekleri çizgi dışına atmamakta; ama doğrudan doğruya Kur’ân’dan alınan ve en önemli anahtarı "i’caz" olan "reşha" mesleğine göre, her ikisini de dar, hususî, uzun ve yorucu bulmaktadır.

Risale-i Nur’un, değişik bahislerde "velâyet-i kübra," "veraset-i nübüvvet," "sahabe mesleği" diye de adlandırılan bu mesleğinin mantığını ve esasını anlatan en önemli risale, belki de "Yirmidördüncü Söz"dür. Bu risale, müellifinin ifadesiyle, Allah’ı "bütün güzel isimler kendisinin olan" Zât olarak tanıtan "Allahu lâ ilâhe illâ huve lehül esmâül hüsnâ âyet-i celilesinin şecere-i nuraniyesinin çok hakikatlerinden bir hakikatının beş dalına işaret" etmektedir. Birinci dal, âyetin "lehül esmâül hüsnâ" vurgusunu ele alır. Bu vurguyla, dikkatimiz, Allah’ı bir ismiyle değil, tüm isimleriyle tanımanın kritik önemine çekilmektedir. İnsanın Allah’ın her bir ismini azamî mertebede tanıması; öte yandan bir isimden diğerine intikal etmesi gerekir. Bunu başaramazsa, zarar eder. Meselâ Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. Böylesi sapmalar yaşaması mümkün olduğu gibi, hakikat yolunda en azından güdük kalabilir. İşte bu âyet, bu tehlikelerden uzak olmak, tüm güzel isimler Onun olan Allah’a lâyıkınca abd olmak için, Onu tüm isimleriyle tanımaya çağırmaktadır.

"İkinci Dal," âyetin bu birinci dersi üzerine temellenen bir meslek tahlilini sözkonusu eder. Neden ehl-i fikir ve nazar, hak telâkki ettikleri fikirlerinde hakikatı birbirine zıt surette göstermektedir? Neden hakikî arif olan evliyânın bir kısmı, imanın yalnız bir erkânında ileri gitmiştir? Neden ehl-i hakikat bazısında çok ileri, bir kısmında çok geri kalmıştır? İleride onlara tâbi olanlardan bir kısmının, geri kalınan iman esaslarına lâzım olan ehemmiyeti vermemesinin, hatta sapmasının izahı nedir?

Bu sorular eşliğinde, bu dal, bizi "zühre," "katre" ve "reşha" olarak özetlenen üç ayrı meslekle yüzyüze getirir. Bu böyledir; çünkü insanın iktidarı cüz’î, ihtiyarı cüz’î, istidadı muhtelif, arzuları değişiktir. Hakikatı binler perdeler, berzahlar içinde aramaktadır. Bu yüzden, bir perdeyi aralasa, diğerine takılıp kalabilir. Bir iman esasında inkişaf gösterse, diğerinde geri kalabilir. Hem bir ismin cilvesine mazhar olan kişi, diğer isimlerin cilvesine mazhar olamayabilir. Bunun için, yalnız o ismin nazarıyla bakar, "tüm güzel isimler" nazarıyla değil. O ismin nazarıyla bakışta dahi, küllî, has ve cüz’î mazhariyet dereceleri vardır. Bazıları küllî bir mazhariyete ulaşamayıp hususî veya cüz’î bir düzeyde kalabilir.

Bu ön hatırlatmadan sonra, hakikat arayışında olan tüm yolların genel bir tahlili sunulur. Madem problemin temeli Allah’a tüm güzel isimleriyle muhatap olamamak, ve her bir isme de "azamî mertebe"sinde mazhar olmamaktır; o halde, nihaî ve mutlak çözüm tüm isimlere "mertebe-i a’zam"larıyla muhatap olmayı temin eden meslektedir. İşte bunu temin eden, "Lehül esmaül hüsna" sırrını ders veren Kur’ân’dır. Bu sırrın mübelliği ve bütün isimlerin mertebe-i a’zamlarının mazharı olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtu vesselâmdır. Said’in "reşha" mesleğini seçmesi, işte bu sırdandır. "Kur’ân’ın i’caz-ı manevîsi ona rehber ve mürşid ve üstad oldu" ise, işte bu sırdandır. Keza, İbn Sina gibi dahilerin ancak takliden kabul ettiği, pek çok âlimin ise "Naklî bir meseledir, delili nakildir. Akıl o yolda gidemez" dediği haşri, kâinatı şahit kılarak, kâinatın her bir cüz’üyle cilvelerini gösterdiği Esma-i Hüsnaya dayanarak izah ve isbat eden Haşir Risalesi ona nasip olmuşsa, yine bu sırdandır.

Nitekim, hakikate ulaşmayı hedefleyen mesleklerin Esma-i Hüsna temelinde tahlil edildiği "İkinci Dal"ın sonunda şöyle denilmektedir:

"Veraset-i Ahmediye (a.s.m.) ile Kadîr ve Muhyî gibi isimlerin mertebe-i uzmasına yetişmiyen, Haşr-i A’zamı ve Kıyâmet-i Kübrâyı taklidî olarak kabul eder, ‘Aklî bir mesele değildir’ der. Çünki: Hakikat-ı Haşir ve Kıyamet, İsm-i A’zam’ın ve bazı esmanın derece-i a’zamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa taklide mecburdur. Kimin fikri oraya girse, Haşir ve Kıyameti, gece gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ı kalb ile kabul eder.

"İşte şu sırdandır ki: Haşir ve Kıyameti, en a’zam mertebede, en ekmel tafsilâtla Kur’ân zikrediyor. Ve İsm-i A’zam’ın mazharı olan Peygamberimiz aleyhissalâtu vesselâm ders veriyor."

Çünkü, Kur’ân İsm-i A’zam’dan, Arş-ı A’zam’dan, her ismin mertebe-i a’zamından gelmektedir. Allah’ı, kâinatı ve fıtratı şahit kılarak, tüm isimleriyle tanıtmaktadır. O, bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelamıdır. Hem bütün mevcudatın ilahı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır. Hem semavat ve arzın Hâlikı haysiyetiyle bir hitabdır. Hem, mutlak rububiyet cihetinde bir konuşmadır. Hem, bütün kâinatı kuşatan umumî ve küllî saltanat-ı sübhaniye hesabına bir ezelî hutbedir. Hem muhît, geniş ve sonsuz bir rahmet noktasında, bir rahmanî iltifat defteri hükmündedir. Kur’ân’da, Cenab-ı Hak, uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle konuşmaktadır.

Birçok risalesinde dikkatleri bu hususa çeken Said Nursî, en başta kendi dikkatini Kur’ân’da yoğunlaştırdığı için, gerek iç dünyasına, gerek dış dünyasına ilişkin her konuya, her hususa ve her meseleye, kendi iç dünyası dahil tüm âlemlerin Rabbinin konuşması olan Kur’ân’ın rehberliğinde bakacaktır. İç dünyasında ve dış dünyada karşılaştığı her mesele, onun Kur’ân önünde diz çöküp cevap araması için yeni bir vesile olacaktır. Sonuçta, birbiri ardınca, enfüsî ve âfâkî âlemleri Cenab-ı Hakkın marifet ve muhabbetine ulaştıran bir aynaya, bir pencereye dönüştüren risaleler doğacaktır.

Her bir risalenin, bir âyetin veya bir dizi âyetin verdiği ders üzerine kurulduğunu görmek, hiç de zor değildir. Her bir risale, o risalede sunulan tefekkürün esası ve mihveri olan bir âyetle başlamaktadır, âyetin verdiği dersle gelişmekte ve doğrudan yahut dolaylı olarak yine Kur’ân’a yönelik bir atıfla son bulmaktadır.

Tüm risaleleri kuşatan bu özellikten ayrı olarak, birçok risale, doğrudan Kur’ân’a münhasırdır. En kapsamlı risalelerden biri olan "Mu’cizat-ı Kur’âniye Risalesi" bu risalelerin şaheser bir örneğidir. Ayrıca, "Onikinci Söz," "Onüçüncü Söz," "Onbeşinci Söz," "Yirminci Söz" gibi risaleler de, doğrudan doğruya Kur’ân’ın hakkaniyetini isbata hasredilmişlerdir. Bazı risalelerin bazı bahisleri de, "Yirmidokuzuncu Mektub"un birinci ve üçüncü kısımları gibi, hususan Kur’ân’a dairdir. "Yirmiikinci Söz," "Otuzüçüncü Söz," "yetü’l-Kübra," "Otuzuncu Lem’a" gibi, özelde tevhidin isbatına dair birçok risale de, nihayetinde, tevhidin en parlak delili olarak, sözü Kur’ân’a getirmektedir. Özellikle nefis ve şeytanın desiselerinin çalışıldığı birçok risale de, son tahlilde sözü "Kur’ân kalesine sığınma"ya dayandırmaktadır.

Bütün bunları gördükten sonra, denilebilir ki, Risale-i Nur, baştan sona Kur’ânî hakikatlerle örülmüştür. Kur’ân’dan alınan ders ve ilhamlar çıkarılacak olsa, geride hiçbir şey kalmayacaktır.

Bu apaçık gerçek, Said Nursî’yi haklı olarak şu sözü söylemeye sevketmiştir:

"... Resâili’n-Nur, ne Şarkın mâlûmatından, ulûmundan; ve ne de Garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki, semavî olan Kur’ân’ın, Şark ve Garbın fevkındeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir." (bkz. Şuâlar, s. 580).

Pazardaki silik sözler

Ortada böyle bir realite varken, ne yazık ki etrafta bir dizi silik söz dolaşıyor. Said Nursî’nin Kur’ân’a talebe olma azmiyle yaşanmış hayatına, özelde Risale-i Nur’un baştan sona Kur’ân âyetlerinden süzülmüş hakikatlerle dokunmasına rağmen, Risale-i Nur’a dair yakışıksız iftiralar kol geziyor. Sözgelimi, Risale-i Nur dairesine mensubiyet gayretindeki bazı kişilerin dahi anlaşılmaz bir gaflet ve dikkatsizlik eseri olarak "Risale-i Nur hakkında en doyurucu araştırma"yı yapmış olduğunu söyledikleri Şerif Mardin, onun için "deizm" yakıştırmasına cesaret edebiliyor. Dini bir sosyal gerçeklik olarak kabul eden, Kemalizmin başarısızlığını bu gerçekliğin ihmalinde arayan, ama dinin semavîliğinióözelde vahiy ve nübüvvet gerçeğiniókendi seküler projelerinin en ciddi engeli olarak gören "sosyal mühendis"lerin mantığına uygun biçimde, muhtemelen kendi kafasındaki seküler din projesine "pilot bölge" arayışı içinde, Risale-i Nur’un "deistic mood"undan dem vurabiliyor. Tanrıyı kabul, ama vahyi ve nübüvveti reddeden deizm yakıştırması, ona elverişli bir yol olarak gözüküyor. Kendisi buna dair satırlar iliştirirken, başka araştırmacılardan, bu konudaki tahlili geliştirmelerini umabiliyor. Semavî olan Kur’ân’ın getirdiği nurlar çıkarılsa geriye Risale-i Nur namına birşey kalmayacağı gerçeğine rağmen bu cesareti gösteriyor.

Öte yanda, anlaşılmaz bir inatla Risale-i Nur’a karşı hep soğuk durmuş Müslüman entellektüellerde, buna benzer bir kanaat gözlüyoruz. Wittgenstein’ın dil oyunları üzerine değil saatlerini, aylarını ve yıllarını harcayan bu entellektüeller, Wittgenstein’a ayırdıkları zamanın yüzde birini Risale-i Nur’a ayırıp şöyle kuşbakışı bir okuma dahi gerçekleştirmedikleri halde, Risale-i Nur’a muhatap olanların kimi kusurlarını bu zanna dayalı kanaatlerini mesnet kılmaya girişiyorlar.

Konuya bu kadar katı ve soğuk bir nazarla bakmayan çevrelerde ise, Risale-i Nur’un olsa olsa Elmalılı tefsiriyle kıyaslandığını; ona yakın ve hatta ondan biraz düşük bir konumda tutulduğunu görüyoruz. Özelde ilahiyat fakülteleri ve Diyanet etrafında kümelenen "resmî" ulemanın sergilediği bu tavrın ilmî gerçekliği başlıbaşına bir inceleme konusu. Ama, herşeyden önce, "O halde, devlet eliyle ve emriyle yazdırılan Elmalılı tefsiri ile aynı tarihlerde telif edilen Risale-i Nur aynı devlet eliyle ve emriyle neden yirmi küsur yıllık bir sürgün, hapis, kovuşturma ve eziyete konu kılındı?" sorusuna açıklık getirmekten kesinlikle âciz bulunuyor.

Kaderin verdiği dersler

Peki, yazımızda ancak bir derece ifade edebildiğimiz, Risale-i Nur’a doğrudan muhatap olunduğunda daha berrak bir şekilde ortaya çıkan bir hakikate rağmen, neden karşımıza böyle bir sonuç çıkıyor? Neden Kur’ân pınarından süzülen "reşha"lar sunan Risale-i Nur, vâkıanın tam tersi olan "deistik" yakıştırmalarla yüzyüze kalıyor?

Konuya bu soruyla birlikte yaklaşıldığında, kaderin manidar derslerini okuyoruz. Kimileri seküler hülyaları uğruna, kimileri ilmî enaniyetin sevkiyle haksızlık etse de, beşer zulmederken kaderin nasıl adalet ettiğini görüyoruz.

Bu noktada, açık yüreklilikle, bazı itiraflarda bulunma durumundayız.

Kaderin böylesi bir durumla bizi yüzyüze getirerek verdiği ilk ders, Risale-i Nur dairesine mensup bulunan fertler olarak bugüne dek Kur’ân’a o denli yoğun ve ciddi bir âyine olan Risale-i Nur’dan beslenen özgün bir Kur’ânî tefekkür modeli ve örneği sunamayışımızdır. Bu yapılamamıştır. Tam aksine, zaman zaman, Risale-i Nur’un Kur’ân’a bakışı hakkında günün ilcaatına göre derdest edilmiş aceleci sonuçlar sunulmuştur. Daha ziyade "günü kurtaran" bu sonuçlar, uzun vadede gerek Risale-i Nur’a, gerek Risale-i Nur’un tüm hakikatlerini kendisinden aldığı Kur’ân’a bakışta ufkumuzu daraltmış, hatta yer yer yanıltıcı olmuştur. "Mu’cizat-ı enbiya" ve "teknoloji" ilişkisi bunun bir örneğidir. "Yirminci Söz"de peygamber mu’cizelerinin her birinin bir terakkinin nihayetini gösterdiği, beşerin nazarını kâinata dercedilmiş bir âdetullaha çevirip o âdetin keşfine yönelttiği anlatılır. Ama bu anlatım, "Nasıl kalkınabiliriz?" gibi dar, sığ ve bir bakıma seküler bir perspektif taşımaz. Bilakis, konu bir ubudiyet perspektifi içinde ele alınır. Meselâ Süleyman aleyhisselâmın mazhar olduğu mu’cizeler, şu anlatım içinde bir keşfin, bir terakkinin, bir tekniğin nihayeti olarak sunulur:

"... İşte Cenab-ı Hak şu âyetlerin lisan-ı remziyle manen diyor ki: ‘Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adaletine medar olmak için mülkümdeki muazzam mahlukatı ona musahhar edip konuşturuyorum ve cünûdumdan ve hayvanatımdan çoğunu ona hizmetkâr veriyorum. Öyle ise, herbirinize de madem gök ve yer ve dağlar, hamlinden çekindiği bir emanet-i kübrayı tevdi etmişim. Halife-i zemin olmak istidadını vermişim. Şu mahlûkatın da dizginleri kimin elinde ise, Ona râm olmanız lâzımdır. Tâ Onun mülkündeki mahluklar da size râm olabilsin ve onların dizginleri elinde olan Zât’ın namına elde ebedilseniz ve istidatlarınıza lâyık makama çıksanız...’"

Bu ifadelerin devamında, teknolojiye yalnız dünyevî bir yaklaşımla talip olup dünyevî bir terakkiyi amaçlayanların tavrı "mânâsız bir eğlence", "insaniyetin iktiza ettiği makamdan insanı düşürten lehviyyat" olarak yorumlanır.

Süleyman aleyhisselâma ilişkin bu tek örnek dahi, onun konuya yaklaşımındaki çizgiyi açıkça gösterir. Bu mu’cizelerden alınan ders, "ubudiyet" dersidir, Allah’a tam abd olmaktır. Mucizeler, bu ubudiyete karşılık birer ilahî ikramdır. Böylesi bir bahsin "Nasıl kalkınabiliriz?" sorusu ekseninde ele alınması; seküler bir teknoloji problematiğine hasredilmesi açık bir yanılgıdır. Fakat, bu bahis İslâm’ın "irtica" ithamına maruz bırakıldığı ve de Müslümanların iki yüzyıldır "Neden geri kaldık?" diye hayıflandığı bir sosyal ortamda, bu yanılgıdan payını almış; asıl ekseninden, asıl vurgusundan önemli ölçüde soyutlanarak anlaşılmış ve de o şekilde sunulmuştur. "Yirminci Söz"deki bahislerin başına gelen bu problem, başka birçok risalenin de başına gelmiştir. Böylesi bir sunuş tarzı ise, Risale-i Nur’a zaten soğuk duran kesimlerin onu "pozitivist," "ilerlemeci" gibi yaftalarla tanımlamalarına zemin hazırlamıştır.

Ele aldığımız örnek, bu tanımlamanın Risale-i Nur için ne denli yakışıksız düştüğünü gösterir. Ama, Risale-i Nur dairesine mensup birçok insanın onu sunuş tarzı için, aynı şeyi söylemek imkânsızdır. Sonuçta, mensuplarının Risale-i Nur harici paradigmalarla Risale-i Nur’a yaklaşmaları hem kendilerinin Risale-i Nur’a bakışlarını gölgelemiş, hem de sair insanların Risale-i Nur’a hak etmediği bir önyargıyla bakmalarına yol açmıştır.

Benzer bir durum, Risale-i Nur’un kâinata bakışıyla ilgilidir. Risale-i Nur, baştan sona, kâinattan söz eder. Bazı ehl-i dinin akıl almaz bir bedbahtlıkla onu "çiçek-böcek muhabbeti" diye hafife almalarına yol açan bu ısrar, esasen Kur’ân’ın malıdır ve onun dersidir. Çiçeği de, böceği de, sineği de, yıldızı da Allah’ın âyetleri olarak nazarlara veren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’dır. Risale-i Nur onlardan söz ediyorsa, üstadı olan Kur’ân onlardan söz ettiği için söz etmektedir. Ve Kur’ân onları hangi bağlamda hangi maksatla sözkonusu ediyorsa, Risale-i Nur da o bağlamda o maksatla sözkonusu etmektedir. Fakat, Risale-i Nur dairesine mensup olan bizlerin, risalelerdeki bu kâinat vurgusunun Kur’ânî bağını yeterince güçlü bir biçimde ortaya koyamadığımız; bu kâinat vurgusunu Kur’ân’ın bir emri ve dersi olarak sunamadığımız da bir vâkıadır.4

Ayetü’l-Kübra’nın öğrettiği

Buna dair şöyle bir şahsî bir gözlemime değinmek isterim. Değişik vesilelerle, Risale-i Nur’u şu veya bu düzeyde okuyan belli kişilere şu soruyu sormuşuzdur: "yetü’l-Kübraa ne ile başlıyor?"Alınan cevap, genelde şu olmuştur: "Yıldızlarla." Bu cevap, ilk anda küçük gözüken, ama Risale-i Nur’un hak ettiği muhatabiyeti göremeyişinin, üstelik hak etmediği iftiralara konu edilişinin belki en önemli sebebi olan bir dikkatsizliğin habercisidir. Gerçekten yetü’l-Kübraa ne ile başlar? Elcevap: el-âyetü’l-kübra ile. Bubüyük âyet, İsra sûresinin 44. âyetidir. Bu âyet, yedi kat sema, arz ve bunlarda bulunan herşeyin Onu tesbih ettiklerini, Onu hamd ve tesbih etmeyen hiçbir şey olmadığını belirtmekte; "Lâkin siz onların tesbihini kavramıyorsunuz" demektedir. İşte, âyet-i kübra budur. yetü’l-Kübraa ise, i’caz anahtarıyla bu âyetten alınan birders hükmündedir. Müellifinin kendi ifadesiyle, "el âyetü’l-kübranın bir alâmet-i kübrası ve bir tefsir-i âzamı"dır; "menbaı olan âyetü’l-kübranın azametini" göstermektedir (bkz. Şuâlar, s. 615). Bu âyetin zikriyle başlayan sözkonusu eser, nazarları ilk önce yıldızlara çeviriyorsa, âyet ilk önce yedi kat semavâtın Onu tesbih edişine dikkat çektiği içindir.

Risale-i Nur’un Kur’ân’la olan bu rabıtası Risale-i Nur’a mensup olanların dikkatinden şu veya bu düzeyde kaçarsa, başkalarının nazarından da elbette kaçacaktır. Sözgelimi yetü’l-Kübra, bu semavî üstadının zikri unutularak sunulursa, Risale-i Nur’un kâinat vurgusunu "deizm"e yormak isteyenler de, "pozitivizm" yaftasıyla onu karalayıp okuma zahmetinden kurtulmak isteyenler de elbette bu cür’etlerine cesaret bulacaklardır.

Kur’ân’a ayna olan Risale-i Nur’a perde olmamak

Ayrıca, Risale-i Nur’dan temellenme iddiasındaki birçok eser, Risale-i Nur’un önündeki ciddi birer perde hükmündedir. Bugün, değişik yayınevlerince değişik yazarlarca yazılmış bir dizi kitap "Risale-i Nur ışığında," "Risale-i Nur’a göre," "Risale-i Nur açısından" gibi birtakım alt veya üst başlıklarla sunulmaktadır. Bir eseri böylesi bir başlığa lâyık görebilmek için, o eserin Risale-i Nur’un tümüne nüfuz edebilmesi gerekir. Oysa, sözkonusu eserlerin hemen hepsi, kendi yazarının bakışı ve paradigmasıyla Risale-i Nur’u değerlendirmekte; bu bakış ise Risale-i Nur’u kuşatmaktan âciz görünmektedir. Bu satırların yazarı, Risale-i Nur’a bir şekilde muhatap olmuş insanların kendi anladıklarını yazmalarını elzem bulmakla birlikte; bu çalışmaları Risale-i Nur’un bakışı tam da kendi yazdıklarıymış gibi sunan sözkonusu başlıkları Risale-i Nur’a karşı işlenmiş ciddi bir kusur olarak görmektedir.

Yazar ve yayınevi ismi vermeksizin ele alacağımız bir eser, bu "kusur"un Kur’ân’la ilgili boyutunu rahatça görmemizi sağlamaktadır. Eser, "Bediüzzaman ve Milliyetçilik"le ilgilidir. Ama, eserin başından sonuna dek, Said Nursî’nin milliyetçiliğe bakışını hangi temel referansların belirlediğine dair hiçbir kayda rastlamak mümkün değildir. Said Nursî, milliyetçiliğe Kur’ânî bir perspektif içinde bakmakta; meselâ "Yirmialtıncı Mektup"taki milliyetçilik bahsini Hucurat sûresinin 13. âyeti ekseninde yazmaktadır. "Otuzuncu Söz"deki milliyetçilik bahsi Lokman: 13’e, özellikle lâhikalardaki milliyetçilik bahisleri ise Necm: 38’e bakmaktadır. Bu hususî âyetlerin yanısıra, onun bu konudaki bakışının Kur’ân’ın umumundan aldığı dersler ile de mutlak bir bağı vardır. Fakat, "Bediüzzaman ve Milliyetçilik"i çalışan sözkonusu eserde, onun Kur’ânî referanslarından hiçbirini bulmak mümkün değildir.

Risale-i Nur’un bu semavî üstadla bağlantısının kopması ise, feci bir yanılgıya yol açmaktadır. Kur’ân aradan çekilince, ortaya konulan tefekkür Said Nursî’nin kendi aklınca ürettiği bir tefekkür olarak görülmektedir. Sonuçta, çokları eğer bu tefekkürde isabet görürlerse bunu Said Nursî’ye mal edip övgüyü onun şahsına yöneltmekte; bu tefekküre bir şekilde kalbini kapamış olanlar ise, mahrum kaldıkları şeyin Kur’ân’ın bir nuru olduğunu görememektedir. Açıkçası, sonuç, her iki açıdan da hüzün vericidir.

Sonuç, en nihayeti Said Nursî takdir ediliyor olsa da hüzün vericidir. Zira, takdirin şahsına yöneltildiği kişi, "Yazılan bütün Sözlerdeki bütün hakikatlar Kur’ân’ın malıdır; ben bir ilancıyım; aczime ve ihtiyacıma binaen dellâlı olmak bana nasip oldu. Güzellik ve kemal, Kur’ân’ındır" mealindeki uyarılarla, şahsında takılıp kalan bir muhatabiyeti sürekli kırmaya çalışmıştır. Zaten, daha Risale-i Nur’un ilk filizlerinin kalbinde çimlenmeye başladığı bir dönemde yazdığı Sünuhat’ta, bu konuda geçmişe dönük bir muhasebeyle birlikte kendine ait dersler çıkarmaktadır. Bu eserde, o, "Müctehidînin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur’ân’ı göstermeli, yoksa vekil, gölge olmamalı" der. Halbuki vâkıa bu olmamıştır. Kur’ân’ın gölgesinde yazılan kitaplar, zamanla Kur’ân’ı gölgeler bir hal almışlardır. "Şeriat kitapları, birer şeffaf cam mahiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla mukallidlerin hatası yüzünden paslanıp hicab olmuşlardır. Evet bu kitaplar, Kur’ân’a tefsir olmak lâzım iken başlıbaşına tasnifat hükmüne geçmişlerdir..." İslâm dünyasının asırlardır yaşadığı imanî ve amelî zaafı, "me’hazdaki kudsiyet"in önemine dair bir tesbit eşliğinde bununla doğrudan doğruya ilgili gören Said Nursî, çözümü şurada görür: "hâcât-ı diniyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya cazibe-i i’caz ile revnekdar ve kudsiyetle hâledar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren Hitab-ı Ezelînin timsali bulunan Kur’ân’a çevirmek."

Risale-i Nur böylesi bir gayenin ve gayretin neticesi olarak doğmuştur. Ama maalesef, daha önceki pek çok imanî eserin sonradan karşılaştığı problemin bir benzeriyle o da yüzyüze kalmıştır. Said Nursî Risale-i Nur’daki hakikatlerin Kur’ân denizinden alınmış damlalar olduğunu söyleyip nazarları Kur’ân’a çevirdiği halde, Risale-i Nur’a dair birçok araştırmada, bu vurgu ihmale uğramaktadır. Risale-i Nur Kur’ân’a ayna olmak istediği halde, o aynadaki güzelliğin hangi güneşten aksettiği gereğince ortaya konulmamaktadır. Bu tavrın aşılması, Risale-i Nur’un kudsî kaynaklarıyla olan rabıtasının zihinlerde, dillerde ve kalemlerde asla ihmale gelmemesi gerekmektedir.5 Tâ ki, Risale-i Nur müellifinin amacı gerçekleşsin. Tâ ki, Risale-i Nur, "Bendeki güzellik Kur’ân’dandır" mesajını daha yüksek bir sadayla söylemiş olsun. Tâ ki, Risale-i Nur nazarları Kur’ân’a çevirip Kur’ânî bir tefekküre hazırlasın.

Sözünü ettiğimiz bu son probleme paralel diğer bir problem, terminoloji ile ilgilidir. Risale-i Nur, önümüze Kur’ânî ve nebevî bir kaynaktan süzülen bir kavram haritası sunmaktadır. Fakr, iktisat, ibadet, nefs, şükür, hamd, tesbihat, şirk, tuğyan, hidayet, dalalet, mânâ-yı ismî, mânâ-yı harfî, niyet, ene.. gibi bir dizi terim, bunun örneğidir. Bu terminolojiyi Said Nursî’ye has kılmakla, kudsî kaynaklarını vurgulayarak sunmak arasında elbette muazzam bir fark vardır.

Bir diğer husus, Risale-i Nur müellifinin Kur’ânî bir tefekkür sergilerken, "âyetin hadsiz denizinden bir katre", "bu âyet-i uzmânın binler hikmetinden bir hikmeti" gibi ifadeler kullanmasıdır. Bu ifadeler, kendi aklını âyetin dersine talebe kılan, ama âyeti kendi aklının kalıplarıyla sınırlandırmayan dikkatli ve tutarlı bir tavrın sonucudur. Gerçekten, Ezel ve Ebed Sultanının Kelâm-ı Ezelîsini hangi fani tümüyle ihata edebilir? O, bir fani, ve Kur’ân’ı hakkıyla seven bir Kur’ân talebesi olarak, âyetlerin anlamını kendi anlayışıyla sınırlama bedbahtlığına düşmez. Hatta birçok yerde bir âyetin veya sûrenin anlaşılmasına dair ipuçları vererek, devamını okuyucuya bırakır. Meselâ "Yirmibeşinci Söz"de, İhlas sûresinin i’cazına temas ederken üç örnek verir, ardından "Daha sen buna göre kıyas et" der. Böylece bizleri Kur’ânî bir tefekküre ve sunduğu yaklaşımı geliştirmeye çağıran bir müellife yönelik en ciddi mukabele, onun istediği gibi, bu "kıyas"ı sürdürmek olurdu. Ne var ki, Risale-i Nur dairesine mensup olan bizlerin, bu konuda manidar bir ürün ortaya koyamadıklarını itiraf etme durumundayız. Onun Kur’ân’a muhatabiyet usulü ve üslubu lâyıkınca özümsenebilseydi, ihtimal Risale-i Nur’dan alınan dersle, bugüne kadar çok özgün Kur’ânî tefekkür örnekleri sergilenmiş olurdu. Said Nursî’nin "...inşaallah Risale-i Nur’un bir şakirdi, sûre-i Rahmanı tefsir edip bu meseleyi de halleder" gibi ifadelerle Risale-i Nur talebelerini açıkça teşvik etmesine rağmen, henüz bu açılım gerçekleşebilmiş değildir.

Bu açılımın gerçekleşmesi, en başta bu açılıma olan ihtiyacın farkına varılması; ardından bu yönde ciddi bir gayret ve dikkatin sarfedilmesiyle mümkündür.

Bu aşamada, yukarıda sözünü ettiğimiz hususlara ilaveten, zihnimize ekilmiş lâdinî tohumların da bertaraf edilmesi gerekmektedir. Bilginin kaynağına ilişkin pozitivist şartlanmalar bunların en başında gelir. İnsanlık tarihini felsefî ve nebevî olmak üzere iki keskin çizgiye ayıran problem budur. İnsan aklı kendi başına bir bilgi kaynağı mıdır, yoksa bir mürşidin irşadıyla işgören bir aracı mı? Risale-i Nur’un bu noktadaki cevabı nettir. Aklın kullanılması konusundaki o derece yoğun ısrarıyla birlikte, aklı bir âlet olarak görmektedir. Akıl, ancak vahyin irşadıyla insanı hakikate ulaştırır.

Risale-i Nur’un bu konudaki ısrarı, çok değişik risalelerde görülür. "Ene" bahsinde felsefe bu temelde bir sorgulamaya konu edilir. "İ’caz-ı Kur’ân" risalesinin sonunda, Mu’tezile imamları aklı hâkim kıldığı için eleştirilir. Aynı risalede, Tûr sûresinin 32. âyetini tefsir bâbında, Kur’ân’a hitaben şu ifadeler kullanılır: "Acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi, ‘Aklımız bize yeter’ deyip sana ittibadan istinkâf mı ederler? Halbuki: Akıl ise, sana ittibaı emreder. Çünki: Bütün dediğin mâkuldür. Fakat akıl kendi başıyle ona yetişemez."

"Bilginin kaynağı" probleminin Risale-i Nur’a bakan bir boyutu daha vardır. Said Nursî bir mütefekkirdir; ama kendi aklınca tefekkür eden bir mütefekkir değildir. Kur’ân’a talebe olmuş; hikmet ve hakikat dersini ondan almış bir mütefekkirdir. Nitekim, meselâ Esma-i Hüsna Risale-i Nur’da bu denli merkezî bir yer tutuyorsa, bu, Said’in kendi icadı değildir; esma-i hüsnanın Kur’ân’da merkezî bir yer tutmasına binaendir. Risale-i Nur "Ehadiyet" üzerinde yoğunlaşıyorsa, bu, Kur’ân âyetleri Ehadiyet dersi verdiği içindir. Risale-i Nur kâinatı bu denli yoğun bir biçimde çalışıyorsa, Kur’ân nazarları Allah’ı tanıtan âyetler olarak kâinata yönelttiği içindir.

Öte taraftan, Risale-i Nur’un Kur’ân’la modern bilimleri kolkola ele aldığı iddiası tutarsız bir iddiadır. Kur’ân ile bilimi aynı düzeyde ve düzlemde görmeyen; Kur’ân’ı efendi ve mürşid, bilimi ise köle ve öğrenci olarak tarif eden bir külliyat, bu ikisini nasıl eşit düzeyde, kolkola ve yan yana görebilir?

Diğer yanda, Kur’ân’a muhatap olmak, Kur’ân’dan başka herşeyi hiçe sayan kuru bir mealcilik yapmak değildir. Bilakis, bu muhatabiyet, Kur’ân’ın "usve-i hasene/en güzel örnek" olarak tanımladığı; Allah’ın sevgisini kazanmayı ona ittibaya bağladığı Resul-i Ekrem’in sünnet-i seniyyesine muhatabiyeti de gerektirir. Kur’ân’ın en büyük ve nuranî müfessiri odur. Keza, Kur’ân’a muhatap olmak, Kur’ân’ın övgüsüne mazhar olan sahabeye; ayrıca, Kur’ân’ın "râsihûne fi’l-ilm" tanımına mâsadak olan selef âlimlerine muhatabiyeti de içerir. Kur’ân’ın neyi ifade ettiğinin ve beyan ettiği hakikatlerin nasıl yaşanacağının en birinci ve en yüksek örneğini Resul-i Ekrem sunmuştur. Sahabiler ondan bu dersi almış ve sonraki kuşaklara aktarmışlardır. Selef-i sâlihînin çizgisi işte bu temelde; Kur’ân, sünnet ve sahabi mesleği üzere oluşmuştur. Kur’ân’ın nasıl anlaşılacağını anlamak, bu yolda ömür ve mesai sarfetmiş sayısız nuranî kalbin ve münevver aklın yolunu elinin tersiyle iterek değil, onların açtığı yolda yürüyerek gerçekleşir. Risale-i Nur müellifinin kendi hayat çizgisi bu çizgide şekillenmiştir. Tüm risaleler, onun Kur’ân’ı anlama yolunda Resul-i Ekrem, sahabe ve selef-i sâlihînden aldığı manidar dersleri ve talimleri de yansıtmaktadır. Dolayısıyla, Risale-i Nur’un Kur’ân’ı öne çıkarma çağrısı, Kur’ân’a ayna olmuş o nuranî halkayı atlayarak değil, onların yolunu izleyerek gerçekleşebilir. Kuru bir mealcilik, Kur’ân’ı öne çıkarma kılıfıyla kendi aklını öne çıkarmaktan öte bir gayretkeşlik değildir.

Risale-i Nur’un Kur’ân’a bakışını hakkıyla yansıtmaktan hayli uzak da olsa, bu çalışmamız, Risale-i Nur’un Kur’ân’a bir hazırlık okulu olduğunu da zannımızca hissettirmektedir. O, nazarları kendine değil Kur’ân’a yöneltmekte, zihinlerimizi ve kalblerimizi Kur’ân’a hazırlamaktadır. Said Nursî’nin, Risale-i Nur hakkındaki "Dava değil, dava içinde bürhandır" ifadesi, bu çerçevede ciddiyetle tahlil edilmesi gereken manidar bir söz hükmündedir.

Bir diğer husus Risale-i Nur’un Kur’ân’ı yalnız lâfz ve mânâ itibarıyla değil, usul ve üslub itibarıyla da üstad edinmesidir. Onun, Kur’ân’dan alınan ders ile "temsil" ve "tekrar" üzerine kurulması, bunun bir delilidir. Hitabında havassın değil, avâmın anlamasını esas alması da, Kur’ân bunu ders verdiği içindir. Yalnız aklı muhatap almayıp kalb ve ruha hitab etmesi de bu sırdandır.

Rahmet-i Rahman’dan umulur ki, bizleri Kur’ân’ın nuranî iklimine hazırlayan Risale-i Nur’a karşı ciddi bir muhatabiyet gerçekleşir. Bir yanda Risale-i Nur’a talip olan bizlerin tenbelâne ve kusurlu yaklaşımı, öte yanda kimi ehl-i dinin kayıtsız ve yer yer yanıltıcı tavrı, umulur ki son bulur.

Şu karanlık çağda Kur’ân’ın nuruna her asırdan daha ziyade muhtaç olan bizlerin buna o kadar ihtiyacı var ki...6


Dipnotlar

1. Müellifin, eserin Türkçe çevirisinin sonuna düştüğü not, manidar bir nükte yüklüdür. Burada, sonraki hemen hemen tüm risalelerin de bu âyetle bittiğine atıfla şu sözlere yer verilir: "Şimdi anladım ki: tefsirim de, şu âyet ile hitam buluyor. Demek inşaallah bütün Sözler, hakikî bir tefsir ve şu âyetin bahrinden birer cedveldir. En nihayet, yine o denize dökülüyorlar. Şu tefsirin hitamında, gûya her Söz, manen şu âyetten başlıyor. Demek o zamandanberi, yirmi senedir daha şu âyeti tefsir ediyorum, bitiremedim ki tefsirin ikinci cildini yazayım."

Yine Türkçe çeviri için yazılan "İfadetü’l-Meram"da, bu tefsirin devam etmemesinin diğer bir gerekçesi şöyle açıklanır: "Şu İşârâtü’l-İ’caz adlı eserimi, hakikî bir tefsir niyetiyle yapmadım; ancak ulema-yı İslâmdan ehl-i tahkikin takdirlerine mazhar olduğu takdirde, uzak bir istikbalde yapılacak yüksek bir tefsire bir örnek ve bir me’haz olmak üzere o zamanların insanlarına bir yadigâr maksadıyle yaptım."

Bu sözleri muhterem müellifin manevî bir vasiyeti olarak algılamak gerektiğini düşünüyorum. Bu "örnek" tefsirin Ezher’de tefsir usulü ders kitabı olarak okutulmaya başlanması, "o zamanların" artık o kadar "uzak bir istikbal" olmadığı ümidini veriyor.

2. Resul-i Ekrem aleyhissalâtu vesselâmın "Allah’ım, bana eşyayı olduğu gibi göster" duası burada özellikle hatırlanmalıdır. Bu nebevî dua, kâinatın olduğu gibi görüldüğü takdirde Rabbimizi bildirdiğini; esasında bir marifetullah penceresi hükmünde olduğunu; onun marifetullah önünde bir perdeye dönüşmesinin bizim hatamızdan kaynaklandığını ihsas eder.

Said Nursî’nin semavî ve nebevî bir asla dayandırdığı "mânâ-yı harfî" yaklaşımı, bu çerçevede ele alınmalıdır. Bu yaklaşımın, İbn Arabî gibi büyük mutasavvıfların huzur-u daimîye engel gibi gördükleri kâinatı marifetullahın aynası ve penceresi kılma noktasındaki önemi ve değeri için, bkz. Bilal Kuşpınar, "Bediüzzaman Said Nursî’nin Tasavvuf Değerlendirmesi," Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu 3 içinde, (İstanbul: Yeni Asya Yay., 1996), s. 452-462.

3. Bu risalede, sözkonusu dört kelime ve kelamı kırk yıllık hayatının ve otuz yıllık tahsilinin özeti olarak görür Said Nursî. Kelimeler "mânâ-yı ismî, mânâ-yı harfî, niyet ve nazar"dır. Kelamlar ise "Ben kendime malik değilim, ölüm haktır, Rabbim birdir ve ene." Eski Said’in Yeni Said’e dönüşmesi sürecinde ve bütünüyle Risale-i Nur’da bu sekiz unsurun ağırlığı ve anlamı kolayca hissedilir. Bu hissedişten kendi iç dünyamızın hissesi ne kadar ziyade olursa, Risale-i Nur’un kapıları da bize o kadar çok açılacaktır.

4. Bu tesbit, elbette bir genellemedir. Bu vurgunun ağırlık kazandığı çalışmalar da elbette olmuştur ve olmaktadır. Köprü’nün yine bu sayısında yer alan, Dr. Yamina Bouguenaya Mermer’e ait yazı, bunun bir örneğidir. (Dr. Bouguenaya’nın Risale-i Nur’dan hareketle "Kur’ânî bir bilim" anlayışının anahatlarını kurmaya çalışan bu minvaldeki çalışmalarının, yakında Karakalem Yayınları arasında kitap halinde neşredileceğini belirtelim. Bu tür çalışmalar arttıkça, sözünü ettiğimiz problemler inşaallah asgariye inecektir.

5. Muhterem Abdülkadir Badıllı tarafından hazırlanan Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları adlı eser, tasnifat düzeyinde de olsa, bu yönde önemli bir çalışma olarak takdire şayandır. Başlığıyla dahi bir hizmet görmektedir. Bu konuda yapılan her bir çalışmayıóister tasnife, ister tahlile dayalı olsunóbu problemin aşılması yönünde atılmış yeni bir adım olarak mütalaa etmek gerekir.

6. Üçüncü Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumunda özellikle Arap dünyasından gelen tebliğler, ümit vericidir. Örnek olarak Ziyad ed-Değamin, Abdulgafûr Cafer, Abdurrezzak es-Sa’dî ve başkaca isimlerin tebliğlerine bakılabilir. Muhterem İhsan Kasım Salihî’nin Risale-i Nur Külliyatının tamamının Arapça’ya tercümesi yolundaki çalışmalarından ve bu çalışmaların neşrinden sonra ortaya çıkan bu manidar gelişmenin daha da güçlenerek devam edeceğini umuyoruz. Bu çalışmalar, umarız, tüm ehl-i iman açısından bir emsal teşkil eder.

  10.04.2001

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut