Arşiv

Adınız soyadınız: 
E-mail adresiniz: 
Şehir / ülke: 

Başlık: 

Değerlendirmeniz: 

Türü

Yazarlarımıza gönderdiğiniz mesajlar,
site yönetiminin onayını müteakip kendilerine iletilmektedir.

Müslümanlara Rağmen İslâm

MİLAN SULC

80’li yılların başında ihtida etti. Aslen Çek, ama ABD’de yaşıyor



HAYATIMIN İLK YİRMİİKİ yılını komünist Çekoslovakya’da geçirdim. Hayatımın çok büyük bir bölümünü ise, Allah’ın olmadığına gerçekten inanmış vaziyette, bir ateist olarak yaşadım. Allah’ın varolması ihtimalini reddetmemin önemli bir sebebi, Hıristiyanlığın Teslis şeklindeki uluhiyet anlayışının akla ters düşen irrasyonel niteliği idi.

Büyükannem çocukken bana Allah hakkındaki, İsa ve annesi Meryem hakkında öyküler anlatırdı. Daha o zaman bile, bu öyküler için "Ne kadar da saçma?" diye düşünürdüm. O günler hâlâ gözlerimin önünde: "İyi de büyükanneciğim, Allah bir tane ise, aynı zamanda nasıl üç tane Allah olabiliyor?" "Ama büyükanneciğim, Meryem O’nun annesi ise, O doğmadan önce Tanrı kimdi?" vs. Zavallı büyükannemi hiç acımadan nasıl sıkıştırdığımı, ve onun nasıl da hiçbir zaman tatminkâr bir cevap bulamadığını hâlâ hatırlıyorum.

Keza, hayatımın yirmili yıllarının ortasında Minnesota Üniversitesinde bir lisansüstü eğitim görürken ne kadar da eğlendiğimi, meselâ sınıf arkadaşlarımdan birinin Allah’a inandığını ve muntazaman O’na dua ettiğini keşfettiğimde nasıl da kahkahalarımı tutamadığımı, nasıl da "İşletme alanında master yapmaya yetecek kadar zeki biri, aynı zamanda nasıl Allah’a ve ahirete inanacak kadar aptal olabiliyor?" diye şaşırıp kaldığımı da hatırlıyorum.

Allah’ın olabileceği düşüncesine ancak otuzlu yıllarımda ulaştım. O dönemde, bilimle ilgilenmem sayesinde, birdenbire, tek bir tuğla duvarın bile tesafüfen var olamadığı gerçeği kafama dank etti. Yani, kâinattaki bütün tabiat kanunları böylesine hayret uyandırıcı bir şekilde tam bir mükemmellikle birbiriyle uyum içindeyse, bu bir şans veya tesadüf eseri olamazdı; bütün bu kâinatın ancak Allah tarafından yaratılmış olması icap ediyordu. Ve bu Allah ancak tek bir ilah olmalıydı.

Velhasıl Allah’ın olmadığı ve olmasına imkân da olmadığı şeklindeki bir kesinlikten Allah’ın olması gerektiği şeklindeki bir kesinlik ve yakîn haline, ikisi arasında herhangi bir belirsizlik dönemi yaşamadan, hemencecik ulaşmıştım.

Artık, Allah’ın var olduğunu biliyordum. O’nun Bir olduğunu da biliyordum. Ve, bütün dinlerin bu noktada yanıldıklarından emindim. Hıristiyanlığın yanıldığını zaten biliyordum. Yahudilikle ilgili izlenimlerime gelince, bu din de, Allah’ı yalnızca Yahudilere has kılıyor ve Alîm (ilmi sonsuz) olan bir Allah’a iman ile telif edilmesi imkânsız başkaca şeyler öğretiyordu. İslâm hakkında çok az şey bildiğimdenóelbette, o da gazetelerden!óİslâm’ın gerek Allah’a iman, gerek O’nun iradesine teslimiyet noktasında söylediği birşeyler olduğunu pek de düşünmüyordum.

İslâm hakkında o güne kadar edindiğim bu kötü intiba, hayatım boyu karşılaşmış olduğum ilk Müslümanlarla yüzyüze geldiğimde, olsa olsa, daha da pekişti.

Bunlar, Batı Afrika’ya yaptığım iş gezilerim esnasında Fildişi Sahili ve Liberya’da tanıştığım Lübnanlı ve Suriyeli tüccarlardı. Görebildiğim kadarıyla, pek dürüst değillerdi; içki içiyor, namaz kılmıyor ve Afrikalılara köle muamelesi yapıyorlardı. Sergiledikleri bütün bu tavırların Allah’ın emirleriyle tutarsızlık arzettiğini söylediğimde, bunu kabullendiler. Ama, doğrusu, bu durum onları pek de endişelendirmiyordu. Bana, bu rahatlığın İslâm’ın diğer dinler karşısındaki üstünlüğünden kaynaklandığını söylediler. "Çünkü," dediler, "İslâm’da, insanın iyi bir zamanı olur, o zaman zarfında istediği kadar çok günah işler. Bundan sonra, bu günahları işleyecek mecalinin kalmadığı ihtiyarlık zamanında yapması gereken iş, yalnızca Mekke’ye gidip haccetmekten ibarettir. Hacı olunca, işlediği bütün günahlardan temizlenir." Kendi kendime, "Tam bir deli saçması!" diye düşündüm. "Böyle bir dinden ötesi, can sağlığı!"

Dolayısıyla, bir müddet, sırf kendime özgü, kendimce Allah’a iman edip O’nun iradesine teslimiyet gösterdiğim hususî bir din edinme kanaatine eriştim. Tâ ki, yine Fildişi Sahilinde, oradaki akrabalarını ziyarete gelen Lübnanlı bir öğrenciyle tanışıp, kendisiyle dinî inançlarımızı karşılıklı olarak müzakere ettiğimiz bir sohbet gerçekleştiresiye kadar.

Bu genç, Kur’ân’ı hiç okumamış olduğumu öğrenince, şaşırıp kaldı. "Senin kesinlikle Kur’ân’ı okumuş olman gerek" deyip durdu. Durumun söylediğim şekilde olduğuna ikna ettim kendisine. Bunun üzerine, bana, "Kur’ân’ı okumuş olsaydın, inandığını söylediğin bir sürü şeyi onda bulmuş olurdun" dedi. Kendisine başka birtakım ‘Müslümanlar’a dair sorular sorduğumda, bana İslâm’ı bu insanlarla yargılamamam gerektiğini, çünkü onların cahil olduklarını söyledi.

Bu genç benim dünyamda derin bir etki bıraktı ve kısa bir süre sonra bir İngilizce Kur’ân meali satın aldım (N.J. Davud’un mealiydi bu; gerçekte, İngilizce’deki en iyi meal filan da değil! Bu tercümenin yaklaşık üç sene boyu kütüphanemin bir rafında hiç açılmadan öylece durduğunu itiraf etmem gerekiyor. Daha önceleri birkaç kez Kitab-ı Mukaddes’i başından sonuna kadar okuma teşebbüsünde bulunmuş; lâkin olabildiği kadar çok çelişki bulduğum için, bir de karşımdaki malzemenin çoğu kısmı bana olabildiğince kuru gelmiş olduğu için, bu teşebbüsümde asla başarılı olamamıştım. Sanırım, Kur’ân okuma noktasındaki gönülsüzlüğüm bundan kaynaklanıyordu. Belki, büyük bir ihtimalle, Kur’ân da aynı vaziyettedir diye düşündüm.

Fakat daha sonra, merakımı yenemeyip, günün birinde onu okumaya başladım. Elimdeki mealin yaklaşık üçte birini okuduğumda, çok etkilenmiş haldeydim. Karıma, "Muhammed çok zeki bir insan olmalı" filan gibi lâflar ettim. Okuduğum bahislerin tamamı, son derece mâkul ve mantıkî idi; hiçbir çelişki içermiyordu.

Bundan sonra, birdenbire, karşısında ağzımın ve dilimin tutulduğu, nefes kesici bazı bilimsel gerçeklerle karşılaştım. Bu bilimsel gerçeklerin ancak yirminci yüzyıl içerisinde keşfedilmiş olduklarını kesinkes biliyordum. Bu gerçekleri kendi kendine biliyor olamayacağına göre, Muhammed gerçekten bir peygamber ve bir elçi olmalıydı! Böylece, hemencecik, Kur’ân’ın ancak Allah’tan gelen bir vahiy olabileceği, başka türlü düşünmenin mümkün olmadığı hususunu apaçık kavramış oldum.

Bu hadise yaklaşık onyedi-onsekiz sene önce gerçekleşti. Ve, bir daha dönüp geriye bakmadım asla. Ailem ve arkadaşlarım ilk başta ciddi olduğuma inanamadılar, ve bir süre için, kendilerine numara çektiğimi yahut şaka yapıyor olduğumu düşündüler. Şimdi bile, bu halime alışkanlık kesbettikleri ve ciddi olduğumu da bildikleri halde, hâlâ daha İslâm’ı neden seçtiğimi hâlâ daha anlayabilmiş değiller ve hâlâ daha bana "Onların masum insanları katleden teröristler olduğunu nasıl göremiyorsun?," "Onların kadınlara ne kadar kötü muamele ettiklerini göremiyor musun?," "Onların bütün dünyayı Orta Çağlara geri döndürmeyi nasıl da istediklerini göremiyor musun?" kabilinden sorular sordukları oluyor. Ayrıca, "Zaten Tanrı’ya inanmaya istekliysen, tamam da;, ama niye onların ‘Allah’ına inanmak zorundasın ki? O’nun yerine, niye kendi Tanrı’mıza inanmıyorum?" türünden sorularla yüzyüze kalıyorum.

Sırasıyla yirmiüç, ondört, oniki ve on yaşında olan çocuklarım, tabiatıyla, İslâm’a geliyorlar. Ne var ki, yirmiyedi yıllık eşim, tek bir Allah’a inandığı, Teslis anlayışını ve İsa’nın uluhiyetini reddettiği, ve Allah ile insan arasında hiçbir aracıyı kabul etmediği halde, taşıdığı bu inançların İslâmî olduğunu söylediğimde buna ısrarla karşı çıkıyor. Kendi zihninde, Kur’ân’da Allah tarafından tarif edilen İslâm’ı dünya üzerindeki ‘Müslümanlar’ın ekserisinin ‘tatbik ediyor’ olduğu ‘İslâm’dan ayıramıyor. Kendisi Müslüman arkadaşlarımın büyük kısmıyla tanıştı, onların çok hoş insanlar olarak da görüyor; ama onların kuralın temsilcileri olarak düşünmüyor da, kuralın istisnaları olarak düşünüyor.

Günümüz Müslümanlarının birçoğu hakkındaki en kötü izlenimim, onların Allah’ın destekçileri olmaktan veóişleyen kişi Müslüman olduğunu iddia ediyor olsa dahióAllah’ın emirlerine ters düşen herhangi birşeyi veya herhangi bir kişiyi reddetmekten ziyade, ‘İslâmî’ olduğunu iddia eden ve onları kendi etrafında toplamaya mecbur olduğunu hisseden herhangi bir kimse veya herhangi birşeyin destekçisi olmaları. İlgili kişi veya şeyin tatbik ettiği şey Allah’ın emrettiği şeye doğrudan doğruya zıt olsa dahi! Bu bakımdan, Allah’tan korkmak yerine insanlardan korkuyorlar ve Hesap Gününde veya ahirette kimsenin kimseye yardımcı olamayacağını unutarak, Allah’ın emirlerini böylesi insanların emirleriyle uzlaştırmaya çalışıyorlar.

Çekoslovakya’yı, Batı için, 1968’te terkettimóRus işgalinin ‘Prag Baharı’nı ezmesinden hemen sonra. Değerli bir pul kolleksiyonunu rüşvet olarak vermem karşılığında temin ettiğim resmî bir pasaportla, bundan üç ay sonra, annemi, babamı ve erkek kardeşimi, Çek hükûmetinin Batıya yapılacak hususî seyahatlar için verilmiş bütün izinleri iptal etmesinden çok kısa bir süre önce, İsviçre’ye getirdim. 1969’da, Minnesota Üniversitesinin malî yardımını kazandım ve sonraki beş yılımı Birleşik Devletlerde okuyarak geçirdim.

Babam 1972’de İsviçre’de öldü. O vakte kadar kendisini Allah’a götüren bir yol bulup bulmadığını bilmiyorum. Önceden, kesin inançlı bir ateist idi. Ama ömrünün son yıllarında gözle görülür bir biçimde Allah’ın olup olmadığı konusunu merak etmeye başlamıştı. Annemin hatırladığına göre, babam Allah’a giden bir yol bularak öldü. Babam öldüğünde onyedi yaşında olan kardeşim ise, bundan pek emin değil. Kardeşim, babamın son günleri boyunca bir Hıristiyan rahibin hastanede onu ziyarete gelip durduğunu ve din üzerine bir sürü müzakerede bulunduklarını söylüyor. Fakat babam mantıklı bir insandı, Teslis fikrini kabul edemedi. Allah’ın Hıristiyanların O’nu tarif ettikleri gibi olmadığını keşfedecek bir zihinsel sıçramayı o güne kadar yapıp yapmadığını bilmiyorum. Ömrünün son demine kadar Allah’ı reddetmiş olması, yine de ihtimal dahilinde; çünkü aşina olduğu yegâne Tanrı anlayışı, Hıristiyanların Tanrı anlayışı idióbunu da kabul edemedi.

Kardeşim, beni Kur’ân okur vaziyette ilk kez gördüğünde, ve Allah’a inanmaya başladığımı kendisine söylediğimde, başını sallayıp kahkahalar atmaya başladı. Şimdi hem o, hem de yine eski bir ateist olan karısı, Allah’a inandıklarını söylüyorlar. Ama kendilerine birkaç sene önce vermiş olduğum Kur’ân’ı hâlâ daha okumuş değiller. Hâlâ daha İslâm’a şüpheyle, yan gözle bakıyorlar. İkisi de, ‘Müslümanlar’da gördükleri şeylerin kendilerini İslâm’a karşı soğuttuğunu söylüyorlaróbirçok Müslümanı Allah’ın emirlerine saygı göstermeyen riyakârlar olarak, başka birçoğunu da herhangi bir entellektüel müzakerede bulunulacak düzeyde olmayan insanlar olarak görüyorlar; ve maalesef, bütünüyle İslâm’ı, bunlarla yargılıyorlar.

Annemóki o da eski bir ateisttiróyıllar önce Allah’a giden hususî yolunu buldu. Ama o da henüz Kur’ân okumuş değil; gerekçeleri ise, kardeşim ve karısının gerekçelerine benziyor.

Onlar için duacı olmaya devam ediyorum; Allah doğru yolunu onlara da göstersin ve onları bu yola hidayet etsin diye...

  28.12.2003

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut