Adınız soyadınız: 
E-mail adresiniz: 
Şehir / ülke: 

Başlık: 

Değerlendirmeniz: 

Türü

Yazarlarımıza gönderdiğiniz mesajlar,
site yönetiminin onayını müteakip kendilerine iletilmektedir.

‘Sarıklı genç’ kim ola?

BİR ÖNCEKİ yazıda, Risale-i Nur’un hem de bir ‘rüya tabiri’ni içeren risalenin en başında yapılan ‘tahkik mesleği’ vurgusuna rağmen ‘rüya’lara atfedilen ziyade önem problemine; hem de, Risale-i Nur’un ‘şahs-ı manevî’ vurgusuna rağmen ‘şahsîleştirme,’ ‘belli bir şahsa işaret çıkarma’ zaafına işaret etmiştik.

“Yirmisekizinci Mektub”un “birinci risale”sinde sözkonusu edilen rüya, Risale-i Nur’un tamamı, ilgili risalenin tamamı ve ilgili rüyanın tamamı dikkate alınarak okunmalıydı bu yüzden.

O zaman da, buradaki sarıklı genç şudur, yok o değil budur, yok bizim ağabeyimizdir, yok bizim hocamızdır kabilinden sığ tartışmalara mahal olmazdı zaten.

Gelin görün ki, vaziyet bu...

Ve madem bir kere bu konuya girmiş olduk, bizim de bu ‘sarıklı genç’in kimliğine dair birkaç not düşmemiz gerekiyor:

Önce, ilgili mektubun ve ‘yedinci nükte’sindeki ilgili rüyanın tamamına dikkat gereğini bir kez daha vurgulayarak, sadece ‘sarıklı genç’ kısmını aktaralım:

“Sarıklı küçük genç bir zât ise, Hulusi’ye omuz omuza verecek, belki geçecek birisi; hâşirler ve talebeler içine girmeye namzeddir. Bazılarını zannederim, fakat kat’î hükmedemem. O genç kuvve-i velâyetle meydana atılacak bir zâttır.”

Bir kere, Bediüzzaman’ın bir önceki yazıda birkaç farklı veçheden vurguladığımız ‘şahs-ı manevî’ ısrarına hürmeten, buradaki ‘sarıklı küçük genç bir zât’ın, istikbalde Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini temsil edecek kişilerin toplamına işaret ettiğini düşünmemiz gerekir. Dolayısıyla, bu tâbir, belli bir kişiye işaret eder şekilde değil, Risale-i Nur’un hizmetinde, ilgili “mektub”da anılan vasıfları üzerinde taşır halde bir hayat yaşayan herkesi kuşatır şekilde okunma durumundadır.

İlgili mektupta anılan vasıflara gelince; bu mektupta rüyayla ilgili olarak aktarılan diğer imgelere bakarsak; bir kere, bu ‘şahs-ı manevî’nin mümessilleri ‘hal ve zamanın sefahet ve atâlet ve bid’atlar bataklığı’na ‘bulaşmadan’ yaşıyor olma; ve ‘herkesten evvel envâr-ı Kur’âniyeye sahip çıkıp, kalbini bozmadan sağlam kalma’ durumundadır. Çünkü, Risale-i Nur’un birinci talebesi Hulusi’ye ait olduğunu tahmin ettiğimiz bu rüyaya karşılık Bediüzzaman, “O vâsi meydanlık, âlem-i İslâmiyettir. Etrafı bulanık çamurlu su, hal ve zamanın sefahet ve atâlet ve bid’atlar bataklığıdır. Sen selâmetle, bulaşmadan, sür’atle mescide eriştiğin; herkesten evvel envâr-ı Kur’âniyeye sahip çıkıp, kalbini bozmadan sağlam kaldığına işarettir” demektedir.

O halde, Risale-i Nur’dan şu veya bu düzeyde beslenmekle birlikte, ‘hal ve zamanın sefahet ve atâlet ve bid’atlar bataklığı’na bulaşma durumuna duçar olanlar, ‘herkesten evvel envâr-ı Kur’âniyeye sahip çıkıp, kalbini bozmadan sağlam kalmayı’ başaramayanlar, rüyadaki ‘sarıklı küçük genç’ imgesiyle temsil olunan istikbalin ‘Risale-i Nur şahs-ı manevîsi’nin mümessili sayılamazlar.

İkincisi, bu küçük genç zâtın, ‘sarıklı’ olmasıyla ilgilidir. Bir sünnet-i peygamberî olarak ‘sarık’ imgesi de, bu şahs-ı manevî’ cümlesinde yer alabilmenin ‘herkesten evvel envâr-ı Kur’âniyeye sahip çıkıp, kalbini bozmadan sağlam kalmak’tan sonraki bir şartının bid’atlara karşılık sünnet-i seniyyeyi hayatının mihveri olarak benimseme lüzumuna işaret etmektedir.

Üçüncüsü, bu ‘sarıklı küçük genç’ Hulusi’ye nisbetle tarif edilmektedir. Hulusi ki, Bediüzzaman’ın Münazarat’ında ısrarla takip ettiği ‘mektep-medrese-tekkenin ittihadı’ mânâsını Risale-i Nur’a intisabından önce zaten bir derece yaşamış bir zâttır. Zira, üçünün de rahle-i tedrisinden geçmiş, üçünün de terbiyesini almış durumdadır. Ve şimdi, Risale-i Nur’la bu üçlü eğitimin kemal noktasına ulaşmış durumdadır. Buradan da anlaşılmaktadır ki, ‘sarıklı küçük genç’ imgesiyle tarif olunan ‘istikbalin Risale-i Nur şahs-ı manevîsi’ne dahil olmanın yolu aklı-vicdanı-kalbi beraberce işlettirebilmekten; ve hem bugünü doğru okumayı mümkün kılacak bilgiye, hem Kur’ân’ı ve sünneti doğru kavramayı mümkün kılacak bilgiye, hem de kalbî uyanıklık ve irfana beraberce erişme çabasını gerektirmektedir.

Dördüncüsü, Bediüzzaman, “Bazılarını zannederim, fakat kat’î hükmedemem” diyerek, “Hulusi’ye omuz omuza verecek, belki geçecek” bu kıvama sahip genç muhatapların emarelerini gördüğünü; ama henüz bu kıvamın yakalanamamış olduğunu ima ve ihsas etmektedir.

Maamafih, tek başına bu ‘sarıklı genç’ izahı, özellikle de ‘Hulusi’ye omuz omuza verecek, belki geçecek’ ifadesi, Bediüzzaman’ın ne kadar diri ve taze bir dimağa ve açık bir yüreğe sahip olduğunu gösteriyor. Zira bu ‘belki geçecek’ ifadesi, istikbalin Risale-i Nur’a müheyya genç istidadlarının el’an Risale-i Nur’a muhatap olanlarından daha güçlü bir kavrayışla Risale’yi anlayıp kavraması imkânına işaret ediyor. Böylece, ‘statükocu’ bir ‘şahs-ı manevî’ yorumunun önünü, daha en baştan kesiyor. “Gelen geçmişi aratacak” kabilinden bir bedbinlik yerine, “Sonrakiler öncekileri biiznillah geçecek” ümidini ve müjdesini veriyor.

Beşincisi, “O genç kuvve-i velâyetle meydana atılacak bir zâttır;” yani istikbalin Risale-i Nur şahs-ı manevîsini temsil edecek muhatapları, bir ‘kuvve-i velâyet’ taşıma durumundadır.

Burada da, yine, bir kavramlaştırma problemi çıkar karşımıza: Bu ‘kuvve-i velâyet’ten murad nedir?

Bu ‘kuvve-i velâyet,’ meselâ, keşifler, kerametler, harikulâde haller göstermek midir?

Yoksa, Risale-i Nur’un tefekkürüyle tasavvufun kavramlarını mezcetmek, birbiri içinde eritmek; ikisini harmanlayıp yeni bir dil, üslup ve usul geliştirmek midir?

Yoksa?

Kendi aklımıza yerleşmiş ‘velâyet’ kavramını sorgulayıp Risale-i Nur’un ‘velâyet’ tarifinden yola çıkarsak, ikisi de değildir.

Çünkü, Bediüzzaman’a göre, bunlar ‘velâyet-i suğra’nın kapsama alanı içindedir. ‘Küçük velâyet’in yani... O, tasavvufun bilinen çizgisini ‘velâyet-i suğra’ kapsamında değerlendirirken, sahabilerin ‘veraset-i nübüvvet’ çizgisini ‘velâyet-i kübra’ olarak değerlendirmektedir.

“Yirmidördüncü Söz”deki ‘zühre-katre-reşha’ sembolizmi içinde ‘reşha’ tarifinde izahını bulan bir ‘velâyet’tir, ‘velâyet-i kübra.’ Ki, bizim ‘velâyet’ deyince aklımıza ilk önce geliveren tasavvuf yolundaki ‘velâyet-i suğra,’ yine aynı “Söz”de ‘katre’ sembolizmi içinde tarif edilmektedir.

Gerek “Yirmidördüncü Söz”deki bu sembolizm, gerek bir sonraki sözün son bahsindeki ‘Kur’ân’daki muvazene, tenasüb ve cem’ tahlili, gerek Mesnevî-i Nuriye’deki “Tevfik-i İlâhî refiki olan adam, tarikat berzahına girmeden zahirden haki¬kate geçebilir. Evet, Kur’ân’dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça al¬dım” ifadesi, ilgili rüyadaki ‘sarıklı genç’ için zikredilen ‘kuvve-i velâyetle meydana atılacak bir zât’ ifadesinden neyi nasıl anlamamız gerektiğine dair birer karine hükmündedir.

Sözün kısası, Risale-i Nur’un ‘tahkik mesleği’ ve ‘mahz-ı hakikat dersi’ rüya-merkezli bir düşünüşe, tasavvura, yaşayışa zaten izin vermediği gibi, ilgili bahisteki rüyadaki ‘sarıklı genç’ hakkındaki uyarlamalar da, hem ‘şahs-ı manevî’ mânâsı itibarıyla denk düşmüyor, hem de ilgili rüya tabirindeki bu kıstaslara birebir uygunluklarından söz etmek mümkün gözükmüyor.

Maamafih, “Bugünün ehl-i Risale’si, bir bütün olarak tabirdeki bu tarife ne kadar denk düşüyorlar ki?” diye sormuyor da değilim.

Yoksa, o ‘sarıklı genç’ küsüp gitti mi aramızdan?

Belki de henüz gelmeye bile cesaret edemiyor...

  20.04.2007

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut