BİR AY kadar önce, bir televizyon kanalında, o kanalın kuruluş yıldönümü münasebetiyle verilen ve naklen yayınlanan partiyi izledim. Maamafih, öyle baştan sona değil, ‘teşehhüt miktarınca.’ İzlediğim zaman zarfında görüp gözlemlediklerimin ruhumda bıraktığı iz, benzeri başka toplantıların bıraktığından farklı değildi. Bir içtenlik, bir hasbîlik, bir samimiyet bulamadığım görüntülerdi. Tebessüm etmeye, neşeli olmaya, dost canlısı gözükmeye kendini mecbur hisseden insanlar vardı karşımızda. Her biri bir başka sebebe binaen oraya gelmiş olup da bir ‘beraberlik’ ve ‘coşku’ görüntüsü sunmaya mecburlarmış gibi bir hal vardı üzerlerinde; ama ortada olan, ‘zoraki beraberlik’ ve ‘göstermelik coşku’dan öte birşey değildi.
Bana ‘riya’ kelimesini çağrıştıran o görüntüler, bu sütunlarda daha önce de ismini zikrettiğim Jean Baudrillard’ı bir kez daha hatırlattı. Bir kez daha, modern çağda ‘görüntü’nün ‘gerçek’in yerini alışına dair analizlerini düşündüm. Aklımda onun analizleri ile Bediüzzaman’ın ‘Şöhret ayn-ı riyadır” sözünün çağrıştırdıkları dolaştı durdu.
Yaşadığımız günler, yalnızca bir televizyon kanalının yıldönümü partisinde değil, başka pek çok yerde bir ‘toplumsal riya’nın eşliğinde gerçekleşen bu ‘benzeşim’in ipuçlarını veriyor. Karşıdakini dinleme biçimine; karşıdakini dinlerken çenesini ne derece eğik tuttuğuna, ağzını hangi durumlarda nasıl açtığına, hayret mimiğini nasıl gösterdiğine baktığında, birçok insanın muhatabını ‘sanki o an bir dizi çekimi yapılıyormuş gibi’ dinlediği intibaına kapılıyor insan. Yürüyüşler, oturuşlar, saçını arkaya atışlar, arabaya binişler, arabadan inişler.. derken, birçok insan âdeta ‘çekim yapılıyormuş’ gibi davranıyor. Sun’îlik fıtrîliğin yerini alıyor; ‘görüntü’nün iktidarı, insanları ‘olduğu’ halden koparıyor. İnsanlar kendileri gibi değil, aynadaki imgeleri gibi davranıyor> insanların görmeyi istediğini düşündüğü kılığa kendini sokuyor.
Ve böylece ortaya, zorakiliği, yapaylığı, gayrifıtrîliği kaslardaki kasılmadan anlaşılan zoraki gülüşler, zoraki hayretler, zoraki sevinçler, zoraki coşkular çıkıyor.
Ancak, rol yapanlardan hiçbiri bunu karşıdakine itiraf edemediği için, gerçek hayat gitgide genişleyen bir ‘film seti’ne dönüşüyor!
Öyle ki, hasbîliğin, samimiyetin, ihlasın en geçer akçe olması gereken mütedeyyin camiada bile, böylesi görüntülerin giderek mesafe aldığını görüyoruz. En çok da, bir ‘şöhret’ sâikasıyla biraz daha öne çıkmış mütedeyyin insanlarda, gitgide kendine ve ait olduğu ruh iklimine yabancılaşma, ‘görüntü’nün iktidarına boyun eğme, ‘aynadaki imge’sine teslim olma hali kendini güçlü biçimde belli ediyor. ‘Image-maker’lığın geçer akçe olduğu bir devirde, özellikle ‘teveccüh-ü nâs’a bir şekilde mazhar olmuş veya böyle bir mazhariyeti isteyen birçok mütedeyyin kişide, kendileri hakkında zihinlerinde çizdikleri ve görünmeleri gereken imge olduğuna inandıkları sureti yansıtma adına giderek yapaylaşan bir davranış ve konuşma biçimi yayılıyor. Ayrıca, böyle bir ‘görüntü,’ yazılanlara; yazıların içeriğine ve üslubuna da sirayet ediyor. İslâmî câmiada, sözden yazıya, notadan çizgiye, hangisi üzerinden ‘şöhret’ edinmiş olursa olsun, birçok simada, aynadaki imgesi uğruna kendine yabancılaşma tabloları görüyoruz.
Ve bu tablo, beni ziyadesiyle ürkütüyor.
Bu tablo, iki İhlas Risalesi yazan Bediüzzaman’ın ‘teveccüh-ü nâs’ı istemek ile ‘ihlâsı yitirmek’ arasında kurduğu birebir ilişkiye binaen ürkütüyor. Zaten, iki İhlâs Risalesi yazarının, daha en başlarda söylediği söz, son derece açık: “Teveccüh-ü nâs istenilmez; belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyaya girer.”
Yeni Asya Gazetesi, 02.06.2005
© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu