Arşiv

Adınız soyadınız: 
E-mail adresiniz: 
Şehir / ülke: 

Başlık: 

Değerlendirmeniz: 

Türü

Yazarlarımıza gönderdiğiniz mesajlar,
site yönetiminin onayını müteakip kendilerine iletilmektedir.

 Bitmemiş Bir Yazıya Bir Zeyl

KARAKALEM’İN ONİKİNCİ sayısının en uzun yazısı “İslâm’ı İmanla Buluşturmak” idi. Şu zamanda mü’minlerin ‘inandığı gibi yaşayamama,’ bir diğer deyişle ‘inanmadığı gibi yaşama’ açmazının ele alındığı bu yazı, aslında, iki yazıdan oluşacak bir bütünün ilk bölümü olarak düşünülmüştü. İman ile İslâm’ı birbirinden ayrı mütalaa ederek gelen arızaların birinci veçhesini tahlil etmek üzere tasarlanmış olan bu yazı, “İmanı İslâm’la buluşturmak” başlıklı bir ikinci yazı ile tamamlanacaktı. Zira, ‘bölünmüş hayatlar‘ vâkıasının ardında ‘iman-İslâm bütünlüğü’nün yitirilmesinin yattığı kanaatinde idik. Bu bütünlük iki yönde de yitirildiği için hayatlarımız bölünmüştü. Bir tarafta İslâm’ın imandan kopması; öte tarafta imanın İslâm’dan kopması vâkıası vardı. Yani, ‘hayatların bölünmesi,’ ya ‘gayrimü’min müslim’ yahut ‘gayrimüslim mü’min’ olma şeklinde tecelli ediyordu. Bu bölünmenin telafi ve tedavisi ise, esasen ayrılmaz bir bütün olan ve zihinlerimizin, kalblerimizin, kişiliklerimizin ve hayatlarımızın bölünmeden devamı için vazgeçilmez durumda bulunan iman ile İslâm bütünlüğünün dünyalarımızda yeniden kurulmasıyla mümkün olacaktı.

İlgili konunun bu ana fikir ekseninde tasarlandığına bakılırsa, 12. sayının ve de bu sayıdaki “İslâm’ı İmanla Buluşturmak” başlıklı yazının yarım kaldığı bir hakikattı. Bütün iki yönde de yitirilmişse, yalnız bir yönü ele alan bir yazı, kaçınılmaz biçimde ‘eksik’ kalıyor demekti. Daha sözkonusu yazıyı yazarken bunun farkında idik, ama ne yazık ki, o günden bugüne devamı hâlâ yazılmış değil.

Bu zaman zarfında, bir yanda bu yarım bırakmışlığın sancısını duyarken, öte yanda önemli bir eksiğin daha farkına vardık: Yazılmamış kısmın eksikliği bir yana, 12. sayıda yer alan yazıda da ciddi bir eksiklik bulunuyordu...

Aradan üç yıla yakın bir zaman geçmiş de olsa, “İslâm’ı imanla buluşturmak” başlıklı yazıyı okuyanlar herhalde hatırlayacaklardır. Bu yazı, bugün mü’minlerin yaşıyor olduğu ‘bilip de yapamama,’ ‘inanıp da yaşayamama’ vâkıasını, ‘bilinen’ İslâmî hükümlerin imanî bir temellendirmeden yoksun bırakılmasıyla; iman-ı billahın içindeki marifetullah ve muhabbetullah nurlarının hakkıyla tanınıp kavranmamasıyla ilgili bulmaktadır. Özetlemek gerekirse; Allah’a hakkıyla iman eden, inandığı o Rabbi tanır. Tanıyan sever. Seven itaat eder. Bu itaat ise, O’nun emirlerine uyma, yasaklarından sakınma, yani ubudiyet şeklinde tezahür eder. O halde, O’nun emirlerine uyma, yasaklarından sakınma noktasındaki bir gevşeklik, bir itaat probleminin göstergesidir. İtaatteki gevşeklik ise, O’nu hakkıyla sevemediğimizi haber verir. Sevmedeki, yani muhabbetullahtaki zaafın ardında ise marifetullahtaki, yani O’nu tanımadaki zaaf yatmaktadır. Marifetullah zaaf ise, imandaki zaafın göstergesidir. Çare de, iman-marifet-muhabbet denklemini kurabilmek; O’nun sevmesine karşı kendimizi O’na sevdirmek için O’nun rızasını arıyor duruma gelebilmektir.

Risale-i Nur’a aşina olanlar, “İslâm’ı İmanla Buluşturmak” başlıklı yazının bu ana çatısının hangi risale temelinde kurulduğunu sanırız kolayca tesbit etmişlerdir. Gerçek şu ki, bu yazının ana fikri “Yirminci Mektub”un ‘Mukaddime’sinde saklıdır; ama, ilgili bahiste yer alan bir unsur, o sıralar henüz tarafımızca farkına varılamadığı için atlanmıştır. İki bölüm olarak düşünülen “Bölünmüş Hayatlar”ın yazılmamış ikinci kısmı bir yana, yayınlanmış ilk kısmını da eksik bırakan ve bizi bu zeyli yazmaya mecbur bırakan da, işte bu atlamadır.

“Yirminci Mektub”un “Mukaddime”sinde şöyle bir sıralama vardır: iman-ı billah, iman-ı billah içindeki marifetullah, marifetullah içindeki muhabbetullah, muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniye.

Görüldüğü gibi, sözkonusu bahis, bu dört unsurun içiçeliğini ders vermektedir. Demek ki, küfre karşı imanın tercih edilmesiyle birlikte, bu imanî tercihin marifetullah, muhabbetullah ve lezzet-i ruhaniye ile teyid ve tahkim edilmesi gerekmektedir. Sarsılmaz bir yakîne ulaşılması; imanın ‘aklî bir kabul ve kalbî bir tasdik’ olmanın ötesinde ‘yaşanan bir hal’e dönüşmesi ancak bu şekilde mümkün olacaktır. Rabb-ı Rahîm, Kur’ân-ı Hakîm’inde “Ey iman edenler! İman edin!” (Nisa, 4:136) buyururken, her halde, bizi imanı bir kez “İnandım” demekle biten sathî ve derinliksiz bir ikrar olarak görme hatasına düşmemeye, daimî bir marifet ve muhabbet cehdi ile imanımızı her zaman tahkim ve takviye etmeye sevketmektedir. İman bu şekilde tahkim ve takviye olunmadığında ise, yine Kur’ân-ı Hakîm’in beyanıyla, insan “Allah’ı gereğince tanıyamadılar” (Hacc, 22:74) hükmüne mâsadak olmaktadır.

Bu gerçeği gözönüne alırsak, “Mü’min olduk demeyin; teslim olduk deyin” (Hucurat, 49:14) ikazı da, yalnız o günün bedevîlerine değil, her çağın henüz imanda derinleşip kök salamamış manevî göçebelerine, ve bu arada bizlere bakmaktadır.

“Yirminci Mektub”un ‘Mukaddime’sinde yer alan bahis, marifetullah-muhabbetullah-lezzet-i ruhaniye şeklinde gelişecek olan imanî derinleşme ve genişlemeyi, bu yüzden vurguluyor olsa gerektir.

Ne var ki, “İslâm’ı İmanla Buluşturmak” başlıklı yazımız, bu derinleşme ve köklenip dal budak salma sürecinin son aşamasını; bir bakıma ‘meyveleri tatma’ aşamasını atlamıştır. İmanın Kur’ân-ı Hakîm’de ‘güzel bir ağaç’ olarak tarif edildiğini hatırlar ve bu misali kullanırsak; iman-ı Billah iman ağacının kökü ve gövdesi ise, marifetullah dal ve budakları, muhabbetullah yaprak ve çiçekleri, lezzet-i ruhaniye ise meyveleridir. Şuurun, dolayısıyla acının ve sevincin, kederin ve huzurun, elemin ve sürurun merkezi olan ruhun iman edip tanıdığımız ve sevdiğimiz Rabbin emirlerine uymaktan aldığı lezzet ile iman kemal bulmakta ve insan hâzırâne ubudiyet mertebesine ulaşmaktadır. Lâkin, ilahî emirlerdeki güzelliği ve lezzeti göremediğimiz sürece, İslâm’ın imanla buluşması süreci tamamlanamamaktadır. O yüzden de, ilâhî emirlere lezzet alarak, tam bir huzur bularak ve O’nun huzurunda olmanın eşsiz sevincini duyarak teslimiyetin yerini, bir derece mecburen ve zoraki, dolayısıyla da ağır aksak yürüyen teslimiyetler almaktadır.

Bu bakımdan, hepimize gönül acıları yaşatan ‘inandığı gibi yaşayamama’ vâkıasının çözülmesi için, bizi yaratan ve yaşatan, Kendini sayısız nimetlerle bize tanıttıran ve sevdiren Rabbin emrine itaatteki lezzetin ve güzelliğin farkına varmak; keza, O’nun emrine isyan demek olan günahların çirkin yüzünü görebilmek gerekmektedir.

Kendisinin tebliğ ettiği o güzelim hakikatlere rağmen insanların isyan ve nisyana niye devam ettiğini soran havarilerine İsa aleyhisselamın, “Ruhanî şeylerdeki lezzeti bilmiyorlar da, ondan” mealinde cevap vermesi, bu noktada, ne kadar da anlamlıdır! Keza, “Bana dünyadan üç şey sevdirildi” buyuran Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) namazı bu üç şey içinde, hem de ‘iki gözümün nuru’ olarak zikretmesi, Rabbimizin emirlerindeki güzelliğin ve bu emirlere itaatteki lezzetin bir nişanesi değil midir?

Hadis-i şeriflerde ‘bir sonraki namaz vaktini gözleme ve özleme’nin imandaki mertebenin anlaşılması için bir ölçü olarak konulması; “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak Muhammed’den razıyım” diyebilene Cehennemin haram olacağının buyurulması da bu bâbda mütalaası gereken hususlardır.

Velhasıl, bir ‘zeyl’in sınırları dahilinde yalnızca bir ‘girizgâh’ olarak ifade etmeye çalıştığımız üzere, yaşadığımız “bölünmüş hayatlar” vâkıasının çözümü, imanımızın marifetullah-muhabbetullah-lezzet-i ruhaniye sûretinde derinleşip açılması; iman ve ubudiyetteki lezzetin ve güzelliğin, isyan ve tuğyandaki elemin ve çirkinliğin görülebilmesiyle kesinkes ilgilidir.

Baştan sona iman-küfür muvazeneleri üzere yürüyen Risale-i Nur’un imandaki lezzet ve küfürdeki eleme durmaksızın dikkat çekmesi; şu dünyada dahi imanda manevî bir cennet, küfürde manevî bir cehennem bulunduğunu vurgulaması, herhalde bu açıdan olsa gerektir.

Akıl, ‘bilme’ makamıdır ve onun teslimiyeti marifetullah ile mümkün olmaktadır. Kalb ‘sevme’ makamıdır ve onun teslimiyeti muhabbetullah ile olmaktadır. Nefis ise, ‘lezzet’ yeridir; ve, akıl ve kalbin teslimiyeti ile birlikte nefsin de teslim ve razı olması ve böylece ilâhî emirlere uyup ilâhî yasaklardan sakınma konusunda en büyük engelin aşılması, ancak ve ancak nefsin ‘lezzet-i ruhaniye’ ile tatmin bulmasına bakmaktadır.

İmanımız ‘lezzet-i ruhaniye’ düzeyine ulaşmadıkça hayatlarımız bölünmüş kalmaya devam edecek; imandaki lezzet ve isyandaki elemi görüp, bizi yaratan, yaşatan ve seven Rabb-ı Rahîm’i tanıyıp severek itaatle kendimizi O’na sevdirmedeki lezzeti tattığımızda ise, hayatlarımız nuranî meyvelerle tatlanacaktır.

Öyle nuranî meyveler ki, tohumları Cennet bahçelerinde kök salıyor...

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut