*Bu sayfa, Risale-i Nur ekseninde yazılmış kapsamlı makaleleri paylaşmak üzere tasarlanmıştır.

Adınız soyadınız: 
E-mail adresiniz: 
Şehir / ülke: 

Başlık: 

Değerlendirmeniz: 

Türü

Yazarlarımıza gönderdiğiniz mesajlar,
site yönetiminin onayını müteakip kendilerine iletilmektedir.

 Eser ve Cemaat- 4

Risale-i Nur câmiasının halihazır entellektüel zayıflığı, gözardı edilemez durumdadır. Risale-i Nur’un ontolojik sağlamlığına ve kuşatıcı vizyonuna rağmen, durum budur. Risale-i Nur’un üzerinde temellendiği ve yeni bir aşamasını teşkil ettiği İslâmî mirasla bağının lâyıkınca kurulamaması ise, sözkonusu entellektüel zayıflığın belki de en önemli tezahürüdür.


III. SAİD NURSÎ’DEN SONRA: İÇERDEN BİR BAKIŞ

A. SAİD NURSÎ SONRASININ KISA BİR TARİHÇESİ

i. 60’lı Yıllar: Konsolidasyon Meselesi

Bediüzzaman Said Nursî 23 Mart 1960’ta vefat ettiğinde geride beşbin sayfayı aşan bir külliyat ve bu külliyat ekseninde şekillenmiş bir oluşum bırakmış; ancak, bir ‘halef’ bırakmamıştı. Bu durum, Said Nursî’nin ‘zamansız’ ölümü gibi bir keyfiyetten değil, kişiyi değil metni öne çıkaran bir hareketin kurucusu olmasından kaynaklanıyordu. Said Nursî, karizmatik kişiliğine rağmen, kişisel karizmasına dayalı bir hareket kurmaktan—en temel gerekçelerini İhlas Risalesi’nde açıklayarak—ısrarla ve özellikle kaçınmıştı.

Nursî’nin vefatını takiben, talebeleri, öncelikle bu noktada bir sınanmayla karşı karşıya kaldılar. Bu kişiler, çokluk ile birlik, bireysellik ile kollektivite, birey ile cemaat arasındaki denge noktasında da bir sınanma yaşadılar. Said Nursî’nin vefatından iki ay sonra gerçekleşen 27 Mayıs askerî darbesi ise, bu sınanmayı daha da keskinleştirdi.

Böylesi bir dönemeçte hareketin geldiği ikilem, (a) miras bırakılan metnin farklı yorumlarıyla gelen bir dağılma ve atomizasyon, (b) metnin yorumunda otorite kabul edilen bir şahıs etrafında toplanma oldu. Hareket, 1960’lı yılların özellikle ilk yarısında bu ikilemin bir ucundan diğerine bir salınım yaşadı. Sonuç, iki ucun da ana kütleden bir parçayı koparması, ancak kısmî zayiatlarla birlikte hareketin bir orta noktada karar bulması oldu.

Said Nursî’nin vefatından sonra ana kütlenin dağılmamayı da, şahıs-merkezli bir çizgiye kaymamayı da önemli ölçüde başarması, Said Nursî’nin merkezinde Zübeyr Gündüzalp’in yer aldığı bir grup talebesinin dirayetiyle mümkün olacaktı. 1960’lı yıllarda Risale-i Nur hareketi içinde en ziyade öne çıkan kişi olarak Gündüzalp, kendisine “Üstad-ı Sâni”lik izafe edilen Hüsrev Altınbaşak çizgisinde görülen karizmatik algılamaya mukabil, (a) metnin otoritesini vurgulayan ve (b) ortak metnin farklı yorumlarına kısmî bir açıklık gösteren bir tavırla karşımıza çıkar.

Bu dönemde hareketin iç bütünlüğünü muhafaza noktasında Zübeyr Gündüzalp isminin öne çıkmasına mukabil, hareketin hariçte karşılaştığı ‘meşruiyet’ sorununu aşma noktasında da Bekir Berk ismi öne çıkmaktadır. 1950’li yılların sonunda harekete katılan ünlü bir avukat olarak Bekir Berk, Risale-i Nur talebeleri hakkında Türkiye’nin her tarafında açılan dava sayısının beşyüzü aştığı; yargı kanalıyla gelen bu kuşatmanın yanısıra İnönü önderliğindeki CHP’nin, asker-sivil bürokrasinin, medyanın ve akademik câmianın Risale-i Nur hareketini bir saldırı hedefi olarak seçtiği 1960’lı yıllarda kaçınılmaz olarak öne çıkan bir isimdir.

1950’li yılların başında Milliyetçiler Derneği’ni kuran bir isim olarak Bekir Berk’in, Risale-i Nur hareketinin 1960’lar boyunca maruz kaldığı devlet baskısına karşı geliştirilen milliyetçi-muhafazakâr söylemin de mimarı olduğu görülmektedir. Ne var ki, o yılların ‘kuşatılmışlık’ atmosferinde işlevsel ve araçsal bakımdan son derece anlamlı ve kullanışlı olan bu söylem, zaman içinde hareket için bir bumeranga dönüşecektir. Harice karşı geliştirilmiş bir söylemin zaman içinde içselleştirilmesi; yaşanan, budur. Yine de, bu söylem kaymasının hareket içindeki etkisinin, 1971 yılını takiben yaşanan gelişmelere kıyasla hafif düştüğü görülmektedir.

ii. Kırılma Noktası: 70’lerin İlk Üç Yılı

70’li yılların ilk üçü, Risale-i Nur hareketi üzerinde tesirini hâlâ daha sürdüren gelişmelerin sahnesidir. Bu gelişmelerin en önemli ve en belirleyici olanları ise, tarih sırasıyla, şöyle sıralanabilir:

  • 1970: Risale-i Nur camiası dahilinde Yeni Asya adında bir günlük gazetenin yayınına başlanması.
  • 1971: 12 Mart askerî darbesi (Bu darbe, tıpkı 27 Mayıs İhtilâli gibi, Risale-i Nur hareketine karşı ciddi takibat ve tutuklamaları getirmiştir. Hüsrev Altınbaşak, Bekir Berk ve ismi sonraki onyıllarda çokça duyulacak olan Fethullah Gülen de tutuklanıp mahkemeye çıkarılanlar arasındadır)
  • 1971: 12 Mart darbesinden kısa zaman sonra, 25 Nisan 1971’de, Said Nursî’nin vefatından ve ardından gelen 27 Mayıs askerî darbesinden sonra Risale-i Nur hareketini büyük ölçüde toparlayan en önemli isim olarak Zübeyr Gündüzalp’in vefatı.
  • 1970-1972: Türkiye’de siyasal İslâm’ın yükselişi. 197O’te kurulup 1971’de Anayasa Mahkemesince kapatılan başarısız MNP (National Order Party) tecrübesinden sonra, onun yerine, daha güçlü ve etkili bir siyasal oluşum olarak MSP’nin (National Salvation Party) 1972’de kuruluşu.

Bu dört gelişmenin Risale-i Nur hareketi üzerindeki doğrudan ve dolaylı etkileri ise, üç ayrı başlık altında özetlenebilir:

a. Siyasal İslâm’ın Yükselişi

Cumhuriyet Türkiyesi’nde siyasal İslâm’ı temsil eden ilk teşebbüs olarak MNP’nin başarısızlığında, başka bir dizi faktörün yanında, Risale-i Nur hareketinin de rolünden söz edilebilir. Zira, Zübeyr Gündüzalp başta olmak üzere hareketin birçok önemli siması, Bediüzzaman Said Nursî’nin kamusal alana dair analizinden hareketle, MNP’nin karşısında yer almışlardır. MNP, diğer cemaat ve oluşumların yanısıra Risale-i Nur hareketinden istifadeyi tasarlamış; ancak, Risale-i Nur hareketi içindeki bazı bireylerin mevziî katkılarına mukabil, hareketin genelinden sert bir muhalefet görmüştü. Bu muhalefetin dayandığı zemini ise, Said Nursî’nin, toplumun kahir ekseriyetinin mütedeyyin olmadığı bir ortamda din adına ortaya çıkan siyasal oluşumların dinin siyasete âlet edilmesine ve dindarların ‘azınlık’ konumuna itilerek ezilmesine yol açacağı öngörüsü vardı. Said Nursî, ayrıca, böylesi bir oluşumun toplum içinde din-eksenli kamplaşmayı besleyerek, toplumun bütün katmanlarına iman esaslarının tebliğine de mani olacacağını belirtiyordu. Bu bakımdan, MSP hareketi, MNP tecrübesinin de tesiriyle, İslâmî câmia içerisinde kendisine ciddi bir alan açmak için Risale-i Nur hareketinin ve Risale-i Nur’un gücünü ve etkisini kırmaya çalışmıştır. Bu ise, Risale-i Nur hareketini birkaç açıdan etkilemiştir.

Birincisi, nazarları siyasî alana ve devlet-merkezli bir İslâmî projeye çekebilmek için, Risale-i Nur’un ‘iman’ ve ‘birey’ üzerindeki vurgusuna ilişmiştir. Risale-i Nur’u ‘çiçek-böcek muhabbeti’ diyerek tahfife çalışan bu tavrın Risale-i Nur’un kurduğu sağlam ontolojik zemini yıkarken mü’minleri ‘ontolojik gecekondu’lara mahkum ettiği ise—1997 (28 Şubat) tecrübesine kadar—görülememiştir.

İkincisi, Risale-i Nur hareketinin önemli sayıda müntesibi, MSP hareketinin kendilerine yönelik siyaset-eksenli saldırılarına cevap verme sadedinde gündelik siyasetle daha yoğun biçimde iştigal ederek bir hayli politize olmuştur. ‘Siyasete girmeme’yi savunmak uğruna gündelik siyasî olaylarla iştigal eder hale gelme gibi bir paradoks sergilenmiştir. Bu bağlamda, Bediüzzaman’ın mektuplarına ve 1950 sonrası hayatına dayandırdıkları kendi siyasal duruşlarını izah sadedinde, MSP’nin Necmeddin Erbakan figürüne özdeş bir Süleyman Demirel figürü çizmeye çalışarak, ciddi bir pozisyon hatası sergilemişlerdir. Ayrıca, tavırlarını izah için, meselâ ‘kitle partisi’ olma gibi, Risale-i Nur’da yer almayan kriterler geliştirmişlerdir. Bütün bu hususlar, sonraki yıllarda Risale-i Nur hareketi içinde yaşanan bir dizi bazı ayrışmanın katalizörü olmuşlardır.

Ayrıca, siyasal İslâm’ın müntesiplerince, dindarlar nezdindeki tesirini kırmak üzere Risale-i Nur hareketine karşı geliştirilen ‘pasifizm’ ve ‘rejime teslimiyet’ etiketi, bu yaftadan masun kalmak isteyen bazı Nurcu grupların, özellikle Kürdî eğilim taşıyan bazı grupların Risale-i Nur’a rağmen siyasal İslâm’a yakın ve yatkın bir dil ve üsluba kayması sonucunu getirmiştir.

Her hâlükârda, ortada açık bir vâkıa vardır: Risale-i Nur’un telif edildiği tarihten 1970’lerin başına kadar Türkiye’deki İslâmî oluşumlar içinde anaakımı temsil eden Risale-i Nur hareketi, 1970’li yılların başında ortaya çıkan MSP’nin dindarlar nezdindeki yükselişi karşısında gerilemiş, prestij ve otorite kaybına uğramış, söylem kaymaları yaşamış ve bir ölçüde marjinalleşmiştir.

b. Cemaatin Kurumsallaşması

Said Nursî, Risale-i Nur’un en merkezî risalesi olarak gördüğü ve ‘lâakal her onbeş günde bir defa okunmalı’ kaydını düştüğü İhlas Risalesi’nde “Mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir. Gıptakârâne müzâhameye medar olamaz” der ve ‘pederâne, mürşidâne meslekler’in taşıdığı riske işaret eder.

Bu bağlamda, Risale-i Nur’un ‘müteaddit istidatların namzet olduğu mahdut makamlar’ın bulunduğu oluşum ve yaklaşımları, ‘gıptakârâne bir hodgâmlık’ ve ‘gıptakârâne müzâhame’ üretmesi itibarıyla ‘sırr-ı ihlasa münafi’ bulduğu görülmektedir. Ayrıca, yine İhlas Risalesi’nde, ‘menfaat-ı maddiye cihetinden gelen rekabetin yavaş yavaş ihsalı kırdığı’ belirtilmektedir.

Bu vâkıaya mukabil, 1971 yılında Risale-i Nur cemaati adına bir kurumun oluşturulduğu veyahut oluşturulmuş olan kuruma zaman içinde ‘cemaati temsil’ rolünün biçildiği görülmektedir.

‘Cemaat adına kurumsallaşma’nın, yaygın kullanımıyla ‘hizmet müessesesi’ tesisinin Risale-i Nur hareketi içinde bir çığır olduğu, Risale-i Nur’un bu kabil oluşumların mahzurlarını belirten bahisleri kadar, Said Nursî’nin kendi zamanında böyle birşeye tevessül etmeyişinden de anlaşılabilir. Ne var ki, ‘cemaat adına’ varolduğu belirtilen ve kendisine ‘cemaati temsil’ rolü atfedilen bir kurum vardır; ve bu kurumda, işleyişi gereği, ‘müteaddit istidatların namzet olduğu mahdut makamlar’ bulunmaktadır.

Hareketin 1970’lerden itibaren yaşadığı ona yakın bölünme hadisesinin bu kurumsallaşma olgusu ile açık bir ilintisi vardır. Kurumsallaşma ile bölünme arasındaki bu ilinti, birkaç veçheden açıklanabilir. Kurumsallaşma, hareketin gevşek, geçişli ve açık yapısını ‘kurum’un temsil ettiği ‘merkez’i güçlendirerek zayıflatmış; deyim yerindeyse, Risale-i Nur hareketi içinde bir ‘resmî yayın organı’ ve paralelinde bir ‘merkezî otorite’ ve bir ‘resmî yorum’ getirerek hareketin çoğul niteliğini aşındırmıştır. Hareketin 1970’lerden itibaren toplum-benzeri sivil yapılanmasına bedel devlet-benzeri bir kurumsal yapılanmaya doğru eğrilmesine yol açan bu durum, iki ayrı bölünme sebebi üretmiştir: (1) Kuruma hakim olanlara hareketin bütününe egemen olma imkânı hazırlayarak, hareket içinde merkezinde kurumun yer aldığı iktidar mücadeleleri üretmiştir. Bu mücadele, taraflardan biri güçlü diğeri zayıf ise kopmalara, ikisi de birbirine eşit güçte ise bölünmelere yol açmıştır. (2) Kuruma hakim olan ‘resmî yorum’a katılmayan, buna mukabil herhangi bir iktidar mücadelesi de sergilemeyen kişi ve zümreler ‘merkezî otorite’ tarafından refüze edilebilmiştir.

c. Cemaat İçerisindeki Birliğin Dağılmaya Başlaması

1970’lerin ortasına gelindiğinde, Risale-i Nur hareketinin ana kütlesinde ciddi kopmalar yaşanmış durumdaydı. Bu kopmaların bir kısmı, Abdullah Yeğin örneğinde olduğu gibi, yayın organının ve sair neşriyatın hareketin dayandığı ana yapı olarak ‘dersaneler’in ihmaline yol açtığı ve doğrudan Risale-i Nur’a muhatabiyetin önüne geçtiği tezine dayanıyordu. Bir kısmı, Hekimoğlu İsmail örneğinde olduğu gibi, hizmet müessesesi içerisindeki iktidar ve fikir çatışmasından kaynaklanıyordu. Bir kısmı ise, Fethullah Gülen örneğinde olduğu gibi, hareketi temsil işlevi üstlenen yayın organının sergilediği sosyal-siyasal duruşun eleştirisinden besleniyordu. Ayrıca, hareket içinde giderek gelişen milliyetçi-muhafazakâr söyleme bir tepki boyutu da taşıyan, yanısıra yükselen siyasal İslâm’ın da etkilerini üzerinde barındıran, etnisitenin belirleyici olduğu bir bölünme de yaşanmıştı. Aynı dönemde, hareketin mazisinde önemli bir yeri olan bazı simalar, kendisini hareketin merkezîleşmiş ve kurumsallaşmış ana kütlesinden izole ederek inzivayı tercih etmiş; ancak, peşlerinde bir muhatap kitleyi de sürükleyen ‘kopma’lar sergilememişlerdi.

Hülâsa, hareketin 60’lı yıllarda ufak zayiatlar dışında koruduğu bütünlüğün, 70’lerin ortasında ciddi kopmalarla çözüldüğü görülmektedir. Bu kopmalarda, yükselen siyasal İslâm’ın harekete yönelik eleştirileri karşısında hareketin geliştirdiği tavrın, bu eleştirilerden etkilenerek hareket içinde gündeme getirilen yaklaşım ve yorum farklarının, müesseseleşme ile gelen merkezîleşmenin; kısacası, bu faktörlerin her birinin ciddi bir rolü vardır.

Bununla birlikte, Said Nursî’nin talebelerinden yaşça daha genç olanlar ile 1960’larda ve 1970’lerde hareket içinde öne çıkan bazı isimlerin merkezinde yer aldığı kurumsallaşmış yapı, gene de, hareketin ana kütlesini teşkil ettiği görülmektedir. Bu yapının başlıca aktörleri, hareket içinde meşruiyet zemini olarak Zübeyr Gündüzalp ismini vurgulamış; bir bakıma, hareket içinde Zübeyr Gündüzalp’in çizgisini ve misyonunu sürdürdüklerini ısrarla belirtmişlerdir. Ancak, bu, tartışmaya açık bir konudur. Zira Zübeyr Gündüzalp 1960’larda hareketi toparlayan kilit şahsiyet olabilmişse, ‘farklılık içinde birlik’ denklemine oturan kuşatıcı kişiliğinden dolayı olabilmişti. Bu bakımdan, gerçekte, Zübeyr Gündüzalp yaşıyor olsa idi, hareketin son yirmibeş yılına hakim olan kopma ve bölünmelerin yaşanmaması muhtemeldi. Bir diğer açıdan ifade edersek, kopma veya bölünme potansiyeli taşıyan fikir ve meşrep ihtilafları, daha önceki dönemde de vardı. Ancak, metnin otoritesine yönelik vurgusu, ‘birlik’ yönündeki gayreti ve farklı mizaçları birarada tutabilen kişiliğiyle Zübeyr Gündüzalp’in varlığında, kuvveden fiile geçme zemini bulmamışlardı.

iii. Çözülme, ve Buna Karşı Çözüm Gayretleri

1970’lerin ortasına doğru farklı yönlerde gelişen kopmalar yaşamakla birlikte, hareketin ana kütlesinin bu onyılın ikinci yarısında bir entellektüel atılım ve dışa açılım içinde olduğu da görülür. Paradoksal biçimde, “Nur hareketinin etkisi hareketin parçalanmasına paralel olarak artmıştır.” Bu paradoksal durum, hareketin kendi içinde yaşadığı kopma ve bölünmeler sonrasında her bir parçanın bunu ‘dışa dönük’ faaliyet ve atılımlarla telâfi etme çabasından kaynaklanıyor olsa gerektir. Ayrıca, bu kopmalar ana kütleyi de, kopan grupları da, kendilerinin hareket alanlarını daraltan dahilî gerilim ve çatışmadan kurtararak her birine bir esneklik ve dinamizm sağlamıştır. Bu esneklik ve dinamizm her bir gruba kendi potansiyel muhatap kitlesine yaklaşma kendi geliştirdiği yöntem, dil ve üslupla yaklaşma imkânı vermiştir. Böylece, dahilî hemen her bölünme dışa dönük bir genişlemeyle sonuçlanmıştır. Kopma ve bölünmelerin getirdiği bu keyfiyet, ironik ama vâkıaya mutabık bir ‘biyolojik açıklama’yı getirmiştir: “Biz de, tek-hücreliler gibi, mitoz bölünme yoluyla çoğalıyoruz!”

1970’lerin ortasında gerçekleşen, tam anlamıyla budur. Risale-i Nur hareketinin müntesipleri çözülme ve parçalanma karşısında parçaları yeniden biraraya getirme yönünde çok güçlü bir refleks geliştirmemiş; bilakis, parçaların her biri kendi çizgisinde genişlemiştir. Meselâ Fethullah Gülen grubu metne-dayalı olmaktan ziyade söze ve karizmaya dayalı bir çizgide ve eğitim-ağırlıklı olarak genişlemiştir. Gazete ile yayınevini elinde bulunduran ana kütle ise yayın alanındaki faaliyetleriyle büyümüştür. Yayına endeksli bir kurumsal yapıyı yeterli görmeyip daha geniş çaplı iktisadî teşekküller öngören Hekimoğlu İsmail grubu kendini bu alana kanalize ederken, tam aksine ‘dersaneler’i hareketin yegâne zemini olarak gören farklı gruplar dersane faaliyetlerinde yoğunlaşmıştır.

Öte yandan, bu dönemde, özellikle ana kütle içindeki önde gelen isimlerin, hareketin sosyal planda sergilediği büyümeye paralel bir entellektüel ilerleme sergilemediğinin farkına vardıkları anlaşılmaktadır. 1975-1980 arasında birtakım kaynak eserler yayınına girişilmesi, Risale-i Nur adına akademik üslupta kapsamlı yayınların hedeflenmesi, Risale-i Nur’un kâinat üzerinden Allah’ın varlığını isbat yaklaşımından esinlenerek popüler bir bilimsel üslupla yazılan İlim-Teknik Serisinin yayınına başlanması, iki popüler dergi olarak Köprü, Zafer ve Sızıntı gibi dergilerin yayınına başlanması, İstanbul’da bir araştırma merkezi ile ABD’de bir Risale-i Nur Enstitüsünün kurulması ve Nur-The Light ismiyle bir İngilizce derginin neşri, Risale-i Nur’un İngilizce ve Almanca’ya tercüme teşebbüsünün başlaması, Türkiye içinden Cemal Kutay, Cemil Meriç, Şerif Mardin gibi isimlerle kurulan diyalogun yanısıra Türkiye dışından Hamid Algar veya Ziyaüddin Serdar gibi kişilerle temaslar kurulması.. bu ‘farkındalık’ın dışavurumları olarak görülmelidir. Bütün bu faaliyetler, bu dönemde hareketin ulaşmayı hedeflediği üç kitleyi de gösterir: Türkiye içindeki entellektüel camia, seküler kesim, ve de sınır-ötesi.

Bir ‘ihtiyaç’ı tesbitle başlayan bu teşebbüslere ciddi bir zihinsel hazırlığa ve entellektüel altyapıya kavuşmadan başladığı da, müteakip gelişmelere bakılarak söylenebilir. Meselâ, akademik üslupta bir çalışmanın ilk örneği olarak Bediüzzaman Said Nursî ve Devlet Felsefesi’nin ardından bu ayarda bir ikinci çalışma ortaya konamamıştır. Amerika’daki Risale-i Nur Enstitüsü kısa zaman sonra işlevini yitirerek kapanmıştır. Türkiye içinden ve dışından entellektüellerle kurulan temasların bir kısmı kısa ömürlü olmuştur. Uzun ömürlü olanlarının önemli kısmı ise beklenenin dışında sonuçlar vermiştir. İlgili dönemde hareketin yayılmasında en etkili yayın faaliyeti niteliğini taşıyan İlim-Teknik serisi ise, sergilediği yaklaşımla, bir akademisyen olarak Şerif Mardin’in, ardısıra bir grup İslâmcı entellektüelin Risale-i Nur’a ‘Newtoncu mekanizm’ izafe etmesiyle sonuçlanmıştır. Bu izafe, Türkiye içindeki Müslüman entellektüellerin ve onların etki alanındaki eğitimli genç kesimlerin bütün dünyada 1980’lerden itibaren yaygınlık kazanan modern bilim eleştirileri üzerinden hareketi entellektüel planda hırpalama teşebbüsünün birinci gerekçesini teşkil etmiştir ve etmektedir.

Bununla birlikte, gerek İlim-Teknik serisinin, gerek Sızıntı, Köprü ve Zafer dergilerinin Risale-i Nur hareketinin yeni ve özellikle genç muhataplara erişmede ‘köprü’ oldukları gerçeği gözardı edilmemelidir.

iv. Son Yirmi Yıl: Büyük Bölünmeler ve Sonrası

Dışarıya karşı iletişim kanalları ve köprüleri oluşturma başarısını gösteren hareketin kendi içindeki yorum, yaklaşım ve tavır farklılaşmalarını tolere etme noktasında 1970’lerden itibaren sergilediği başarısızlık, bu dönemde yaşanan kopmalardan sonra, 1982 yılında hareketi tarihinin en keskin bölünmesiyle yüzyüze getirdi. Daha önce yaşanan ‘kopma’ların aksine, bu kez yaşanan bir bölünme idi ve bölünen her iki grup sonraki yıllarda kendi içinde birkaç bölünme daha yaşadı.

Bu bölünmelerin her biri analiz edildiğinde karşımıza çıkan en önemli faktör Risale-i Nur’un içerdiği gevşek, açık ve geçişli cemaat yapısının yerini büyük ölçüde alan merkeziyetçi, otoriter ve tekçi davranış kalıbıdır. Hareket farklılıkların kopmalar ve ayrılıklarla eliminasyonunun akabinde daha homojen bir yapıya kavuşmuş; ama bu homojenlik ana kütlenin farklılıkları özümseme ve esneklik kabiliyetinin daha da dumura uğraması gibi bir maliyeti de beraberinde getirmiştir.

İkinci bir faktör, Risale-i Nur için de bütüncül ve kuşatıcı bir bakışın geliştirilememiş olmasıdır. Nitekim, her bir bölünme sonrasında bölünen taraflar kendi konumlarını Risale-i Nur’a atıfla justifiye ve lejitimize etmeye çalışmışlar; ve bunu yaparken, ya aynı Risale-i Nur metninin iki farklı kısmını vurgulamış, yahut Risale-i Nur’dan bir pasajının karşısına bir başka pasajı çıkarmışlardır. Özellikle Eski Said’in eserleri ile Risale-i Nur’un ana metni ve Said Nursî’nin mektupları arasında telifçi ve bütüncül bir yaklaşımın yokluğu, bu noktada açıkça görülmüştür. Öte yandan, taraflardan en azından birinin devletçi ve milliyetçi bir anlayışı temsil ettiği 1982 benzeri bölünmelerde, Bediüzzaman’ın mahkeme müdafaaları ile talebelerine yazdığı mektuplar arasındaki söylem farkının gözardı edilmesiyle gerçekleşen iltibasların da rolü bulunmaktadır. Ayrıca, 70’lara ilişkin olarak zikrettiğimiz problem üreten faktörlerin 80’lerde de tesirini icra ettiği bir vâkıadır.

Hareketin 70’li yıllardan miras aldığı gerilimlere ilaveten yaşanan yeni ve büyük bölünmelerin getirdiği sorunlarla meşgul olduğu 80’li yıllar, öte yandan, ana akımın dışında kalmış yahut kendisini ana akımın dışına çekmiş bir isim olarak Fethullah Gülen’in Türkiye sahnesinde yükselişine sahne oldu. Gülen hareketinin bu yükselişinin birçok sebebi vardır. Onun, Türk toplumunun aradığı ‘dindarlık’ formatını iyi analiz ettiği ve bu formata denk düşen bir söylem ve görüntü sunduğu bir vâkıadır. Meselâ, bu hareketin eğitim alanındaki başarılı girişimleri, çocukları için ‘dünyevî başarı, yanısıra iyi ahlâklılık’ arayan ebeveynler ve çocuklarını harekete yaklaştırmıştır. Keza, siyasal alanda belli bir partiye angaje gözükmeyişi de, hareketin başarısında kesin bir rol sahibidir.

Fethullah Gülen çizgisinin 90’ların ilk yarısında hareket ve etki alanını daha da genişletmesi, Risale-i Nur hareketinin ana kütlesini ciddi bir sorgulamayla yüzyüze getirecekti: Acaba, Fethullah Gülen gibi, şahıs-merkezli, eğitim kurumlarına ağırlık veren, devlet otoritesiyle iyi geçinmeyi sağlayan milliyetçi ve devletçi bir söylem üzerine oturmuş bir çizgi daha mı uygundu? Yoksa Bediüzzaman’ın üzerinde ısrarla durduğu ‘iman hizmeti’ devri tamamlanmak üzereydi de, şimdi Fethullah Gülen ‘hayat-ı içtimaiye’ planında bir tecdidi mi deruhte ediyordu?

90’ların ilk yarısında Risale-i Nur hareketi içindeki birçok grup Fethullah Gülen hareketinin umulmadık yükselişi karşısında bu kabil soruları sormaktaydı. Gülen hareketinin sayıca büyüdüğü oranda ana kütleyi temsil eder hale gelmesi karşısında, başka bazı gruplar, bu hareketin şemsiyesi altında bir ‘affiliate’ olmaya razı bir görüntü arzetmekteydiler. Oysa, Fethullah Gülen hareketinin yükselişini mümkün kılan unsurların hatırı sayılır bir kısmının Risale-i Nur’dan alınmasına ve hareketin beslendiği en önemli kaynağın Risale-i Nur olmasına mukabil, bu hareketin taşıdığı bazı unsurların Risale-i Nur’un çizgisiyle uyuşmadığı da bir vâkıaydı. Şahıs-merkezlilik, karizmaya dayanma, hiyerarşik cemaatî yapılanma, metne bedel sözel kültürün öne çıkması, Risale-i Nur’un tamamen özel alanın içinde yer alan ev ve dersaneler üzerinde gelişmesine mukabil kamusal alanın iznine ve denetimine tâbi—yani, ‘nim-resmî’—oluşumlar olarak okul ve yurtlar üzerine bina edilmiş olması, devletçi eğilim, milliyetçi söylem.. bu çerçevede dikkati çekmesi gereken farklılıklardı. Ki, Gülen hareketinin tıkandığı nokta, Risale-i Nur’un orijinal duruşuna göre farklılık arzeden bu unsurlardan özellikle ikisi, şahıs-merkezlilik ve ‘nim-resmî’ müesseseler oldu. Fethullah Gülen’in 28 Şubat sürecinde ‘müesseseler’i kurtarabilmek için tesettür gibi İslâmî emirlerden ve başka bazı ölçü ve ilkelerden taviz vermeye mecbur kalması, Fethullah Gülen hareketinin Risale-i Nur camiası içindeki bu yükselişine ket vurdu. Maamafih, Fethullah Gülen hareketi, Risale-i Nur camiası içinde bugün de en güçlü grubu teşkil etmektedir.

Öte yandan, 90’lı yıllarda siyasal İslâm’ın sergilediği yükselişin Risale-i Nur hareketini olumsuz biçimde etkilediği görülmektedir. Ancak, 28 Şubat sürecinde RP’nin sergilediği performans kadar bizatihî bu sürecin kendisi, Risale-i Nur hareketinin Türkiye ortamında siyasal İslâm’a yönelik eleştiri ve muhalefetin test edildiği bir ‘laboratuvar’ işlevi görerek, sözkonusu olumsuz etkiyi önemli ölçüde bertaraf edecektir.

Bu noktada, karşımıza yeni bir paradoks çıkmaktadır. Türkiye’de İslâmî duyarlılığı devlet eliyle baskılamaya çalışan Kemalist asker-sivil seçkinlerin bir sosyal-siyasal mühendislik projesi olarak 28 Şubat müdahalesi, Türkiye’de İslâmî kesimin tek-biçimli ve tek-gövdeli olmadığı gerçeğine toslamış durumdadır. 28 Şubat süreci siyasal planda RP hareketi ile sosyal planda Fethullah Gülen hareketinin taşıdığı düşünsel ve pratik zaafları gözler önüne sererken, beklenmedik biçimde, Risale-i Nur’un özelde ‘hayat-ı içtimaiye ve siyasiye’ye dair vaz’ettiği ölçülerin teyidine yol açmıştır. Bu noktada, 28 Şubat sürecine paralel gelişmelerin, bir sosyal hareket olarak Gülen hareketi ile bir siyasal hareket olarak RP hareketinin 90’lı yıllar boyu yükselişi karşısında gerileme ve hatta eksen-kayması riskiyle yüzyüze gelen Risale-i Nur hareketine yeni bir atılım için enerji ve Risale-i Nur’a karşı bir tecdid-i biat imkânı sağladığı görülmektedir. Ki, bu döneme kadar Risale-i Nur’la bağını üstü örtülü biçimde ifade eden Fethullah Gülen hareketinin artık daha doğrudan atıflarda bulunuyor olması, hayli anlamlıdır.

Hareketin, yaşadığı olumsuzluklara mukabil 90’lı yıllarda sergilediği en önemli gelişmelerden biri, Risale-i Nur’un neredeyse tamamının Arapça ve İngilizce’ye çevrilmesiyle birlikte Türkiye dışında bir açılımın gerçekleşmesidir. 90’lı yıllar boyunca Risale-i Nur adına düzenlenen uluslararası sempozyumların da bu açılımda ciddi bir payı bulunmaktadır.

Bununla birlikte, 90’larda yaşanan en önemli gelişme, hareket içindeki bölünmüş grupların özellikle tabanını oluşturan kişiler arasında gelişen açıklık ve geçişlilik olsa gerektir. Bu olgu, Risale-i Nur’un öngördüğü ‘farklılık içinde birlik,’ ‘çoğul düşünme’ ve ‘açık, gevşek, geçişli cemaat yapısı’nın önümüzdeki dönemde Risale-i Nur camiası içinde yeniden teşekkülüne ivme kazandırabilir. Bu noktada, sözkonusu geçişliliğin temini ölçüsünde hareketin daha sivil, esnek ve dinamik bir keyfiyete kavuşacağı öngörülebilir.


B. KIRK YILIN BİLANÇOSU

i. Başarılar ve Kazanımlar

Said Nursî’nin vefatından sonra Risale-i Nur hareketinin sergilediği seyir içinde başarı olarak zikredilmesi gereken unsurların başında, herhalde, hareketin varlığını muhafaza etmesi gelir. Hareket, daha gençlik döneminde ‘Bediüzzaman’ olarak anılmaya başlayan bir karizmatik önderin vefatıyla gelen sorunları, yeni bir karizmatik öndere muhtaç kalmadan, onun miras bıraktığı metnin önceliği temelinde aşabilmiştir. Üstelik, bunu, resmî otoritelerin sayısız tahkikat ve tazyikatına, ve bini aşkın davayla yüzyüze kalmasına rağmen başarmıştır. Bunun, başka bazı dinî oluşumların rekabetine ve bunlardan bir kısmının husumetine rağmen başarıldığı da gözardı edilmemelidir.

Hareketin başarı hanesinde zikredilmesi gereken ikinci unsur, hareketin bu ‘ayakta kalma’ sürecinde Risale-i Nur’un en temel vurgusundan kopmamasıdır. Risale-i Nur müellifinin ‘hizmet-i imaniye’ noktasındaki ısrarı vefatından sonra takipçileri tarafından devam ettirilmiştir. Nitekim, özelde Türkiye toplumunda, hareket, imanın tahkimi, iman hakikatlerinin delillendirilmesi ve isbatı, imana yönelik şüphe ve soruların cevaplanması yönüyle temayüz etmiştir.

İman hakikatlerinin tebliği üzerine yoğunlaşarak gelişen ve genişleyen hareketin bu birikimini bir siyasî mecraya kanalize etmeyişi de, kesinlikle, hareketin başarı hanesinde kaydedilmelidir. Risale-i Nur hareketi, imanın talimi ve iman hakikatlerinin anlatılması sonucu harekete bilfiil katılan veya sempati duyan kişiler üzerinden bir siyasal hareket üretmemiştir. Sosyal planda kazandığı kitlesel başarıyı iktidar-endeksli bir projeye tahvile kalkmamıştır. Böylece, sekülerleşmiş bir ortamda imanın tebliğini müstakbel bir siyasî hedefin aracı değil, bizatihî ‘amaç’ olarak gördüğünü böylece net bir biçimde göstermiştir.

Hareketin bu tavrının Türkiye’de iki-yönlü bir tesiri olmuştur. Bu tavır, her tür siyasal eğilimden insanı ‘iman tebliği’nin müşterisi kıldığı gibi, dinin ve dindarların belli bir siyasî partiyle özdeşleşmesinin ve böylece dindarların siyasal açıdan bir ‘azınlık’ konumuna düşmelerinin önüne geçmiştir. Bu noktada, Risale-i Nur hareketinin, bir ‘öteki’ olarak ‘İslâmcılar’ üzerinden kendisini justifiye etmeye çalışan Kemalistlerin bu hesabını bozduğu net biçimde görülmektedir. Zira, Risale-i Nur hareketinin müntesipleri, kesinlikle Kemalist olmadıkları gibi, bilinen anlamda İslâmcı da değillerdir; ‘dindar,’ onları tarif için kullanılabilecek en uygun kelime durumundadır.

Hareketin farklı siyasal eğilimlere mensup kişilere İslâm mesajını sunabilme yönündeki başarısının bir benzeri, sosyal sınıf ve etnisite kalıplarını aşabilmesinde görülür. Risale-i Nur’un, işçi-işveren, zengin-fakir, kentli-kırsal, Türk-Kürt ayrımı olmaksızın, Türkiye mozayiğinin her kesitinden okuyucuları ve izleyicileri vardır. Takip eden dönemde hareketin sergilediği bu çeşitliliğin daha da zenginleşeceği beklenebilir. Zira, her insanın ortaklaştığı sorular ve sorunlara cevap sunan bir ontolojik inşa olarak Risale-i Nur, ‘insan’a, dolayısıyla her sınıftan insana hitap edebilme yeteneğine sahiptir.

Risale-i Nur hareketinin Nursi-sonrası dönemde sergilediği bir diğer başarı ise, zaten metne-dayalı olarak teessüs etmiş hareketin, geleneksel ilişki kalıplarının aşınmaya uğradığı modernleşen Türk toplumunda print-based bir çizgide ilerlemesidir. Ki bu, hareketin mesajının, doğrudan harekete katılan kişilerin ötesinde, geniş toplum kesimlerine ulaşmasını mümkün kılmıştır. Bu yönüyle, hareketin etki alanının, bizatihî harekete mensup olanların çok çok ötesine uzandığı görülmektedir.

Hareketin bu yöndeki enerjisi, öte yandan, Risale-i Nur’un tamamına yakınının İngilizce ve Arapça’ya, muhtelif parçalarının yirmiye yakın dile tercüme edilmesi sonucunu da getirmiştir. Ki, bu trendi Risale-i Nur’dan beslenen kimi çalışmaların da sair dillere tercümesi gibi bir trendin izleyeceğini tahmin etmek için yeterli emareler vardır.

ii. Zaaflar ve Problemler

Risale-i Nur hareketinin son kırk yılına dair bir genel analizde, bir dizi başarının yanında, bir dizi zaaf ve problem de karşımıza çıkar. Bunların en önemlisi, Risale-i Nur’un ontolojik temellerinin cemaatî tazammunlarının—çoğul düşünüş, fert-cmeaat dengesi, açıklık, vs.—yeterince içselleştirilememesi gelmektedir.

Bu içselleştirememe probleminin kendisini en net biçimde yorum farklılıklarını özümseme veya en azından tolere etme noktasında gösterir. Muhtelif, hatta birbiriyle ihtilaf halindeki yorumların varlığı, metne dayalı bir hareket olmanın kaçınılmaz bir sonucudur. Ancak, farklı yorumların hareketin bölünmesine yol açacağı endişesinin bir ‘otorite yorum’ ortaya koyma çabasını tahrik ettiği görülmektedir. Ne ki, hareket tam da bu çaba yüzünden kopma ve bölünmelere maruz kalmıştır. “Tek metin, tek yorum” yaklaşımı, her biri belli bir yorumu esas alan farklı gruplar doğurmuştur. Bu gruplar, gene yorum farklarının tolere edilemeyişinden dolayı, kendi içlerinde de bölünmüşlerdir.

Farklı yorumları elimine ederek teke indirme çabası, bir başka problemi doğurmuştur. Bu, “Said de bir talebedir” diyebilen ve “Benim sözümü ben söylediğim için ... kabul etmeyiniz; mehenge vurunuz” diyen bir üstadın talebelerinin ‘otorite yorum’larının bu yorum ekseninde şekillenmiş her bir grubun kendi içinde kazandığı ‘dokunulmazlık’tır. Eleştirel düşünceyi ve esnekliği törpüleyen bu durum, Risale-i Nur’un açık ve esnek cemaat yapısını ve plüralizmini cemaatî planda ciddi ölçüde dumura uğratmıştır. ‘Abiler hegemonyası’ denilebilecek bir vâkıaya zemin hazırlarken, entellektüel hareketliliği törpülemiş ve dolayısıyla hareketin entellektüel gelişimini engellemiştir.

Hareketinin halihazır entellektüel zayıflığı, gözardı edilemez durumdadır. Risale-i Nur’un ontolojik sağlamlığına ve kuşatıcı vizyonuna rağmen, durum budur. Ki, ‘çoğul düşünüş’ten ‘tek-tip düşünüş’e doğru bir eğilimin sergilendiği bir zeminde ciddi bir entellektüel hareketlilik ve açılım elbette gerçekleşemezdi. Hareketin göz kamaştırıcı yayın faaliyeti ve önemli sayıda akademisyeni bünyesinde barındırması, bu entellektüel zayıflığı ortadan kaldırmamaktadır.

Halihazır entellektüel zayıflığın birçok tezahürü bulunmaktadır. En önemlilerini zikredecek olursak:

  1. Risale-i Nur’un sahip olduğu bütünlük, hareket içinde yeterince kavranabilmiş değildir. Özellikle de, Risale-i Nur’un ontolojik düzlemdeki açıklamaları ile sosyal-siyasal duruşu arasındaki bağ yeterince kavranmış değildir. Bu bütünlük ve irtibatı kuramamanın getirdiği sonuç ise, eklektizmdir. Eklektizm ise, metinsel dayanak olarak Risale-i Nur’un farklı parçalarını seçen kişi ve gruplar arasındaki bölünme ve ihtilafların en önemli sebepleri arasındadır.
  2. Entellektüel zaafın bir diğer tezahürü, hareket içindeki önemli sayıda yazar ve akademisyenin eserlerine de yansıyan tipik Üçüncü Dünyacı ve Batı karşısında apolojetik yaklaşımdır. ‘Sanayileşmiş Batı karşısındaki geri kalmışlık’ halet-i ruhiyesi Risale-i Nur’un modernite-merkezli bir nazarla algılanmasına yol açmış; bu da, bilimci, kalkınmacı, yahut bağdaştırmacı yorumlar üretmiştir.
  3. Risale-i Nur’un üzerinde temellendiği ve yeni bir aşamasını teşkil ettiği İslâmî mirasla bağının lâyıkınca kurulamaması ise, sözkonusu entellektüel zayıflığın belki de en önemli tezahürüdür. Risale-i Nur’un gerek muhteva itibarıyla, gerek metod açıdan Kur’ân’la, sünnetle, selef-i sâlihînle irtibatı berrak, doyurucu ve kapsamlı biçimde çalışılmış değildir. Oysa, İbrahim Ebu Rabi’nin vurguladığı üzere, “Nursî geleneksel Müslüman ontolojisinin sınırlarını yeniden dolaşır ve şu modern zamanda İslâmın manevî/ahlâkî ve ontolojik temellerinin yeniden inşa edildiği bir yapı sunar.” Bu noktada Risale-i Nur’un Kur’ân ve sünnete muhatabiyet biçimini irdeleyen çalışmalar, Risale-i Nur’u bir bütün olarak İslâm düşünce tarihi bağlamında değerlendiren çalışmalar, keza onu İslâmî gelenek içindeki önemli şahsiyetler, akımlar ve disiplinler ile mukayese eden çalışmalar yapılması gerekirdi ve gerekmektedir.

Bunlar yapılamadığı için, meselâ Risale-i Nur’un sunduğu son derece anlamlı ve güçlü sosyal-siyasal duruş, hareketin mensuplarınca, salt Said Nursî’nin karizmasına dayanarak ve salt Risale’den iktibaslarla savunulmuştur. Said Nursî’nin bu duruşunu dayandırdığı ontolojik zemin ve referans sistemi ortaya konulmadan savunulmuştur. Oysa, hakikat-ı halde, Said Nursî’nin bu duruşunu Feth: 25, İsrâ: 15 âyetlerine, özelde ‘fitne’ ve ‘ahirzaman’ hadislerine, İslâm tarihine dair bir analize ve selef-i sâlihîn’in ana çizgisine dayandırdığı görülür. Ne ki, Türkiye’de siyasal İslâm ile Risale-i Nur hareketi arasındaki otuz yıllık söylem ve yaklaşım çatışmasının kitlesel planda galibi siyasal İslâm’ın mümessilleri olmuş; siyasal İslâm’ın yükselişine kadar Türkiye’de en etkili İslâmî hareket olarak göze çarpan Risale-i Nur hareketi geri plana düşmüştür. Eksik veya yanlış da olsa yaklaşımını Kur’ân, sünnet ve İslâmî gelenekle irtibatlandıran, doğru da olsa yaklaşımını Kur’ân, sünnet ve İslâmî gelenekle irtibatlandıramayana galebe etmiştir.

Risale-i Nur’un İslâmî geleneğin yineleyici ve yenileyici bir halkası olarak asıllar ve kökler ile irtibatının kurulmasında sergilenen zaafın başka tezahürleri ve başkaca sonuçları da vardır. Her hâlükârda, hareketin mensuplarının Risale-i Nur’u kendi ifade kalıplarına döküp açmayı yeterince başaramadıkları, kendi dönemleri içinde Risale-i Nur’u yeniden-üretemedikleri bir vâkıadır. Bir Said, bin Said olamamıştır.

Bu noktada, bir ‘açık metin’ olan Risale-i Nur’u ‘kapalı metin’e, bir ‘açık cemaat’ olarak Risale-i Nur hareketini ‘kapalı cemaat’e dönüşme riskiyle karşı karşıya bırakan birtakım problemlerden de söz edilebilir. Dahilî ve haricî bir dizi sebebe binaen hareket Türkiye’de İslâmî kesimin anaakımı olmaktan çıkıp daha ikincil bir konuma düştükçe, hareketin bazı fertleri birliği muhafaza için bir içsel sublimasyon üretmişlerdir. Bu bağlamda, Risale-i Nur, Said Nursî ve Risale-i Nur cemaati hakkında bir dizi mistifikasyon üretildiği görülmektedir. Bu mistifiye edici söylem içe kapanmayı beslemekte; içe-kapanan gruplar ise, dışsal gerçeklikle bağı zayıflamış birer ‘kapalı cemaat’e dönüşerek rijitleşmektedir. Bu durumdaki grupların geliştirdiği tavır, bir gözlemcide—haksız bir biçimde hareketin genelini, hatta Said Nursî’yi de bu yargısına dahil ederek—Risale-i Nur’a ‘yarı-kutsal bir statü’ verildiği sonucuna götürmüş durumdadır. Said Nursî’nin, ve Risale-i Nur’un ciddi takipçilerinin böyle bir yakıştırmadan azade olduklarını vurgulamak gerekir. Ancak, Risale-i Nur’un kalitesini ve derinliğini gölgeleyen böylesi hükümlere zemin hazırlayıcı mistifikasyonlar üretenlerin varlığı da bir vâkıadır.

Risale-i Nur hareketinin yüzyüze olduğu en temel problemler, bu şekilde özetlenebilir. Bunlara, hareket içinde bazı kişi ve gruplarda ‘vatandaşlık’ vurgusunun, ‘ümmet’ vurgusunun önüne geçmesi; ulus-devlet eksenli algılamaların bazı grupları Türkî veya Kürdî bir vurguya yöneltmesi; hareketin bazı kesimlerinin belli bir siyasî eğilim üzerindeki vurgularının audience alanını daraltması, kurumsallaşmanın getirdiği bir dizi problem da pekâlâ eklenebilir.

iii. Geleceğe Yönelik Perspektifler: Yeni Bir Başlangıç mı?

Risale-i Nur hareketinin aşılması gereken bir dizi problemle yüzyüze olduğu bir vâkıadır. Bunlar, önemli ve ciddi sorunlardır.

Öte yandan, bunlar, üstesinden gelinebilir sorunlardır. Çünkü, bu sorunlar, hareketin aslına ve özüne ilişkin sorunlar değildir. Bu sorunlar, hareketin üzerinde temellendiği Risale-i Nur’dan kaynaklanıyor değildir. Öte yandan, yanlış anlama ve uygulamalara rağmen, hareket içinde kişi ve gruplar Risale-i Nur’u referans noktası olarak almaktadır. Dolayısıyla, sergiledikleri belli bir tutum ve yaklaşımın Risale-i Nur’un metod ve muhtevasına münasip düşmediği ortaya konduğunda, bunu dikkate almaları sözkonusudur. Ayrıca, yaşanan bölünmeler ile gelinen son noktada, hareketin farklı gruplarının üyeleri arasında bir geçişliliğin zuhur ettiği görülmektedir. Bu geçişliliğin artması, yaklaşımını Risale-i Nur’a atıfla izah ve isbat edemeyen hareketleri küçülme riskiyle yüzyüze getirecektir.

Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde, hareketin farklı grupları arasında zıt yönlü iki gelişme gözlemlenebilir. Çoğul ve eleştirel bir yaklaşıma kapanan ve mistifikasyon üreten gruplar daha da küçülür ve küçüldükçe daha tekçi ve eleştiri kabul etmez hale gelirken; çoğul ve eleştirel bir yaklaşıma açık olup farklılığı özümseyen hareketler ciddi bir gelişme gösterebilirler. Her hâlükârda, hareketin ana akımı olacak hareketler, önümüzdeki dönemde, geçmişin bölünme sürecinin aksine ‘toparlayıcı’ ve ‘kucaklayıcı’ olabilen hareketler olacaktır. Gülen grubunun—Risale-i Nur’un referans sistemine uymayan bir dizi unsuru da taşıdığı halde—geçen dönemde gösterdiği ilerleme de, işte bununla ilgilidir. İhtilafları ayrılığa dönüştüren çatışmacı bir tutum yüzünden parçalanıp zayıflarken, kucaklayıcı bir tavır sergileyen gruplar birbirine yaklaşacak ve birleşmeseler de yakınlaşacaklardır.

Kısacası, ilgili dönemin şartlarına binaen gelişen birlik ve kollektivizm vurgusu ve peşisıra gelen müesseseleşme dalgası içinde deyim yerindeyse devlet-benzeri bir yapıya bürünme riskiyle yüzyüze gelen hareketin, önümüzdeki dönemde toplum-benzeri bir yapıyı içselleştirip çok daha sivil bir mahiyet kazanacağı umulabilir. Hareketin mevcut grupları arasında, içe kapanan gruplar hariç, yaşanan geçişliliğe ilaveten böyle bir beklentiyi doğuran iki gelişme daha mevcuttur. Bunlardan ilki, kendisini belli bir grupla özdeşleştirmeden Risale-i Nur cemaati içinde tanımlayan ve her bir grupla ilişkilerini kendi belirlediği sınırlarda tutan bağımsız bireylerin sayıca artıyor olmasıdır. Bir diğeri, Risale-i Nur’un harekete mensup olmayan insanlar nezdinde de ciddi derecede okunur hale gelmesidir.

Zannımızca, önümüzdeki dönemde hareketin geleceği nokta, Risale-i Nur’un bireysel ve sosyal tazammunlarıyla daha iyi örtüşen bir nokta olacaktır. Süreç bu yönde ilerlediği takdirde, hareketin muhatap sayısını genişleteceği, ayrıca ciddi bir entellektüel açılımın da gerçekleşeceği düşünülebilir.

Ayrıca, hareketin ciddi sorunlarla yüzyüze olduğu dönemlerde bile sergilediği dinamizm ve aktivite, böyle bir beklentiyi makul kılmaktadır.

  14.07.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu


  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut