Arşiv

Adınız soyadınız: 
E-mail adresiniz: 
Şehir / ülke: 

Başlık: 

Değerlendirmeniz: 

Türü

Yazarlarımıza gönderdiğiniz mesajlar,
site yönetiminin onayını müteakip kendilerine iletilmektedir.

 Gen savaşları

TÜRKİYE İÇ SİYASETİN SIKICI atmosferinde nefes almaya uğraşadursun, dünya genetik ve biyoteknolojideki gelişmelerle çalkalanıyor. Bu alanlardaki bilimsel tecessüs sâfiyâne bir heves de değil. Şifresi çözülen gen parçacıklarının patentlerinin alınmasıyla, dev bir pazar yürürlüğe girmiş oluyor. Artık kistik fibroz hastalığı için mahallenin gen bakkalından iki kutu DNA isteyebileceğiz.

İşin daha vahim tarafı, bir hastalığın genetik kodunu önce hangi laboratuvar çözerse patente de o sahip olacağından, koydukları ücreti tartışma şansımız olmayacak. The Economist dergisinden öğrendiğimize göre, biyoteknoloji firmaları henüz bu sektörden umduklarını bulamamışlar; ama gelecek onyıllarda harcamalarının karşılığını alacaklarına inanıyor olmalılar ki, keşif faaliyetleri tam gaz sürüyor.

Bugünlerde gen projesi ABD ile Avrupa arasındaki soğuk savaşın gizli bir yüzünü oluşturuyor. ABD ulusal sağlık kurumu insan kromozomlarındaki DNA şifrelerinin çözümü işlemine yılda 180 milyon dolar harcıyor, aynı işlem Avrupa’da da hükûmetlerin ve çeşitli vakıfların desteğiyle benzer meblağlar harcanarak sürdürülüyor. Bir çekişme de ‘hayatın patenti’ konusunda yaşanıyor: Fransa kimi hastalıkların çözülen genetik şifrelerinin kamu malı sayılması ve bunun üzerinden ticaret yapılmamasını savunurken, ABD eksenli çalışmacılar bu bilgileri sızdırmamak için çaba harcıyorlar. Ne olursa olsun, dünya üzerinde genetik araştırmaların faturası 3 milyar doları bulmuş durumda ve bu ancak uzay yolculuklarına harcanan parayla kıyaslanabilir.

İnsanın genetik şifresinin büsbütün çözülmesi yolundaki bu gayretkeşlik felsefe ve bilim çevrelerinde şüpheyle karşılanıyor: İlkin, genetiğe yapılan bu vurgu, ister istemez insanların aklına Nazi bilimini ve Ârî ırk projelerini getiriyor. Kusurlu genlerin yerine ıslah edilmiş olanları koyarak bir genetik temizliğe doğru mu gidiyoruz?

Burada biraz durup, genetik tarama testlerinden bahsedebiliriz.

Huntington hastalığı insanlarda erken bunamaya yol açan bir durum ve anne ya da babadan tevarüs edilebilecek bir genle ortaya çıkabiliyor. Ebeveynlerinden birisi bu hastalığa yakalanmış olan bir kişi, yakın zamana kadar, yüzde ellilik hastalık ihtimali taşıyordu. Geliştirilen yeni bir test kişide sözkonusu kusurlu genin olup olmadığını söyleyebiliyor. Fenilketonuri de, kusurlu bir gen vasıtasıyla geçen ve zihinsel özür bırakabilen bir hastalık. Bu hastalık da testlerle tanınabiliyor ve, andığımız ilk hastalığın aksine, durdurulabiliyor. Çocuğun gıdalarından bir aminoasiti kaldırmak yeterli oluyor. Ancak testler burada durmuyorlar. Yalnızca doğmamış çocuk için değil, anne baba adayları için de yürürlüğe giriyorlar. Meselâ, anne ve baba adayının kistik fibroz geni taşıyıp taşımadıkları kontrol edilebiliyor ve her ikisinin de bulgu vermeyen (sessiz) taşıyıcı olması durumunda, çocukta aynı hastalığın dörtte bir ihtimalle ortaya çıkabileceği öğreniliyor. Ya sonra? Ayrılırken, “Biz seninle aynı genlerin ve bu yüzden ayrı dünyaların insanıyız” demenin zamanıdır.

Siyahlarda sık görülen bir kansızlık durumu, orak hücreli anemi, sıtmaya karşı bağışıklık sağlar. Afrika’da bu, takdir edersiniz ki, çok önemli. Ancak 1970’lerde iyiliksever Amerikan yönetimi ‘zenci’leri bu hastalıktan korumak için bir tarama başlatmış. Sonuçta, olanlar genlerinde bu hastalığı taşıyan ama aslında hasta olmayan kişilere olmuş. Bu insanlar hasta olmadıkları halde ‘iyilikseverler’ tarafından ayrıma tâbi tutulmuş ve hasta muamelesi görmüşler. Bu türden tarama testleri hastalık ile sağlık arasındaki sınırları muğlaklaştırmakta ve insanı bir köşede sessiz sedasız bekleyen genleri yüzünden mahkum etmektedir.

Aslında genetik el çabukluğu farklı olgularda farklı kimliklerle karşımıza çıkıyor: Andığım örnekte, zavallı aşağılık ırkı ıslah etmek için; ve yakın zamanlarda, homoseksüalitede genlerin oynadığı rolden bahsederken, ahlâkî bir konuyu tıbbın hükümranlık alanına çekmek için.

Genetik araştırmaların en ilginç ve o ölçüde korkutucu olanı ise klonlama tekniğinin keşfi. Bir önceki yazıda da değindiğimiz gibi, Temmuz 93’te ABD’den Hall ve Stillman laboratuvar ortamında döllenmiş bir hücrenin çoğalmasından türeyen ve blastomer adı verilen iki hücreyi ayırmayı başardılar. Daha sonra bu hücreleri yapay zarlar içinde birbirinden ayırabildiler ve 32 kez daha bölünmelerini sağladılar. Bu yeni bir embriyonun rahimde yerleşip büyümesi için gerekli asgari özelleşmiş hücre sayısı demekti. Yani, laboratuvar koşullarında bir insan rüşeymi oluşturulmuş oluyordu.

Bir an için, bu deneyin dışarıdaki dünyada da çoğaltılabilir olduğunu düşünelim. Gardrobumuzda organlarımızdan bir kolleksiyona da yer verebiliriz artık. Eskiyen organların yerine yenilerini koyabilir veya daha geniş imkânları haiz bir gen bankasından önümüzdeki birkaç ay için bir sanat geni rica edebiliriz. Dilerseniz, kendi kopyanızdan beş-on tane de edinebilirsiniz.

Tıpkı bir bilimkurgu romanı gibi...

Ama görünen o ki, geleceğin bilimkurguları da, uzay maceralarını değil, gen savaşlarını anlatacak.

  17.02.2005

© 2021 karakalem.net, Kemal Sayar

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut