Arşiv

 Kırk Yıl Sonra Gelen Ceza

Lev N. Tolstoy

UKRAYNA’NIN BÜYÜKÇE bir köyünde Şıpak isminde zengin bir köylü otururdu. Aynı köyde, Şıpak’ın yanında işçi olarak çalışan Trohim isminde fakir ama genç ve yakışıklı bir köylü vardı. Günler günleri kovalarken, Şıpak’ın güzel kızı Vassa, Trohim’e aşık oldu. Şıpak durumu öğrenince çok kızdı ve Trohim’i işten kovdu. Kovarken de, ona alaylı alaylı şöyle dedi: “Sen ne zaman ince mavi kumaştan bir palto giyer ve kendi arabanla, kendi atınla evime gelirsen, kızımı sana o zaman veririm.” Böyle birşeyin mümkün olmayacağını düşünen Şıpak, daha işten atıldığı o gün, üzüntüsünden kendisini nehre atmak istedi. O sırada oradan geçmekte olan Pridibalka isminde bir bahçıvan kurtardı onu. Aslında çok kötü kalpli olan bu adam, köylüler arasında, insan kılığına bürünmüş bir şeytan diye bilinirdi.

Pridibalka, hayatını kurtardığı Trohim’i, o sırada köylerinden geçmekte olan bir tüccarı öldürüp paralarını alması için kandırdı. Trohim, zifiri karanlıkta, ormanın içinden geçen yolda, Pridibalka’nın da yardımıyla tüccarı öldürdü ve cinayetinin izlerini ortadan kaldırdı. Trohim tüccarın paralarının ve mallarının sadece bir bölümünü aldığı için, yapılan soruşturmada, olayda soygunculuk bulunmadığına, gerçekte Trohim’in sopasıyla vura vura öldürdüğü ve sonra da atlarıyla birlikte uçurumdan aşağı attığı tüccar ve uşağının kendi dikkatsizlikleri nedeniyle uçuruma yuvarlanarak öldüklerine karar verildi.

Trohim, olayın sırrını sadece sevgilisi ve sözlüsü Vassa’ya açtı. Vassa, ona kaderini öğrenmesi için, öldürdüğü adamların mezarına gitmesini öğütledi. Trohim de öyle yaptı. Gece gittiği mezarlıkta, gizli bir ses ona, Allah’ın kendisini kırk yıl sonra cezalandıracağını söyledi. Sözlüler, böyle uzun bir zaman içinde bir yolunu bulup Trohim’in günahını bağışlatabileceğini düşündüler ve kısa zaman içinde evlenmeye karar verdiler. Hele hele Trohim, “Allah yok, âhiret yok, günah yok” diyerek kendisini ikna eden Pridibalka ile konuşunca, yüreğini burkan vicdan azabından hiç eser kalmadı.

Vassa’nın babası da, Trohim mavi paltosu, kendi arabası ve kendi atıyla evine geldikten sonra, evlenmelerine izin verdi. Evlendiler. Trohim ticaret yapmaya ve gün be gün zenginleşmeye başladı. Önce kasabaya, sonra da şehre taşındılar. Orada Trohim’in eşi öldü. Yalnızlığın verdiği kederle, Trohim yine vicdan azabı duymaya başladı. Zamanında işlediği günahı, oradaki papaza açtı. Papaz, bir kilise yaptırması halinde, Trohim’in günahının bağışlanacağına dair garanti verdi. Trohim kiliseyi yaptırdı yaptırmasına, ama ruhu rahata ermedi. İkinci kez evlendi. Artık Petersburg gibi büyük bir şehirde, debdebe içinde yaşıyor, herkesten saygı görüyordu. Artık, Trohim Semenoviç Yaşnikov diyorlardı ona. Gelgelelim, içindeki vicdan azabı kendisini bir türlü terketmiyordu. Gittiği bir manastırda, inzivaya çekilmiş bir keşiş, eski cinayetinin günahının tek bir şartla bağışlanabileceğini söyledi kendisine: haksızca elde ettiği bütün malı-mülkü satmak ve fakir de olsa kendi emeğiyle geçinmek. Fakat Trohim’in bunu yapacak gerekli cesaret ve kuvveti yoktu. Her defasında, birşeyi bahane gösterip kendisini haklı çıkarmaya çalışıyordu.

Sonunda, o çok korktuğu kırkıncı yıl gelip çattı. Trohim, öldürdüğü tüccar ve uşağının mezarında kendisine bildirilen cezanın artık gerçekleşmesini beklemeye başladı. İhtiyar, “Acaba beni nasıl bir son bekliyor?” diye, her gün keder ve elem içinde kıvranıyordu. Bir gün, felsefeci oğlu Aleksandr’a işlediği günahı dolaylı olarak anlattı. Oğlu, babasının ne gibi bir günah işlediğini anlamadığı halde, şunları söyledi: “Allah diye bir varlık yoktur. Dolayısıyla O’ndan ve O’nun cezasından korkmak saçmalıktır. Ölümden sonraki hayat diye birşey yoktur. Öyleyse ‘ruh’ için niye kaygılanasın ki? Böyle bâtıl itikatlardan kurtulman lâzım...”

Kırkıncı yılın son gününe doğru, Trohim Semenoviç’in ruhunda fırtınalar kopuyor, duyguları alt-üst oluyor, ne yapacağını bilemiyordu. Felsefeci oğlu Aleksandr babasına Allah, âhiret ve ruh hakkındaki görüşlerini tekrar tekrar anlatarak “Bu kocakarı masallarından kurtar kendini” diye öğüt veriyor, onu biraz avutabiliyordu. Trohim, sonuncu gün, yıldırım gibi bir ilahî tokat beklerken, içindeki fırtına birdenbire diniverdi. Yaşlı Trohim Semenoviç de, artık “Bütün bunlar uydurma masallar. Allah yok, âhiret yok, hesap yok...” demeye başlamıştı çünkü.

Meğer, Trohim Semenoviç Yaşnikov’un cezası, Allah’a ve hesap gününe olan imanını kaybetmesiymiş!

İşte, 12 Ağustos’u 13 Ağustos’a bağlayan o gece, oğlu ile konuştuktan sonra, yalnız başına odasına çekilip yatağına yattığında, cezası başladı: “Allah yok, ruh yok, ceza yok! Ne güzel! Ne rahat! Ne kadar zamandır boşuna bunca acıyı çekmişim. Aleksandr’ın dediği gibi, hepimiz hayatta kalmak için birbirimizle mücadele ediyor, birbirimizi öldürüyoruz. Varolma savaşı... İşte hayatın kanunu bu. Allah da bana zafer verdi. Ne dedim ben? Aptallığa bak. Ağzım alışmış işte. Bu zaferi bana Allah falan kazandırmış değil. Ben başardım, kendi elimle kazandım onu. Ben kazandım, ben harcıyorum. İşte bu kadar. Güzel güzel yaşıyordum, bir tek o günün hatırası vardı beni rahatsız eden. Servetimi kıskandıklarını bal gibi biliyorum.”

Rahata erdiği günlerin birinde Aleksandr’ın kendisine verilen yıllık yirmi bin rublenin ihtiyaçlarına yetmediğini söylediğini hatırladı Trohim. Kendi kendine “Parayı arttırmayışım hiç hoşuna gitmedi” diye söylendi. “Herhalde ben ölünce paraların hepsinin kendisinin olacağını düşünüyordur.” Sonra, birdenbire gerçeği görüverdi: “Tabiî ya, o da benim ölümümü isteyecek. Zafer kazanmak istiyorsan, savaşacaksın. Ben savaştım ve tüccarı öldürdüm. Öldürmem de gerekiyordu. Çünkü benim yaşamam için onların ölmesi gerekiyordu. Ya oğlum Aleksandr için kimin ölmesi gerekiyor? Elbette ki benim! Ben onunla bu kadar mal-mülk arasında bir engelim. Ona ne kadar para verirsem vereyim, yine de ölmem onun daha çok işine gelir.”

Trohim Semenoviç Yaşnikov, oğlunun daha önce söylediklerini, tavırlarını ve bakışlarını hatırlayınca, onun her tavır ve sözünden babasının ölümünü istediğinin sezildiğini gördü. “Hem niye istemesin ki? Okumuş, bilgili, Allah ve âhiret gibi bâtıl itikadlara kapılmayan birisi olduğuna göre, beni öldürmek isteyecektir. Bu işi bizzat yapıp kendi elini kana bulamak istemiyor diyelim, zehir ne güne duruyor?”

Tam o sırada, bir sohbet esnasında oğlunun, insanları geride hiçbir iz bırakmadan öldüren zehirlerden söz ettiğini haırladı. “Onda da öyle bir zehir varsa, elbette bana da içirecektir. Zaten işlerimi yarıda bıraktığımı, halbuki daha iyi şeyler yapılabileceğini söyleyip duruyordu. Bir bardak çay... ardından herşey tamam. Evdeki diğer kişileri, meselâ ahçıları da rüşvetle satın alabilir. Onların hepsi de düşük ahlâklı insanlar zaten.” Uşağını hayaline getirmiş. “Bin ruble verdin mi herşeye evet diyecek bir adam. Ahçı da öyle.”

Trohim bu düşünceler karşısında çok ürktü ve heyecanlandı. Heyecanını yatıştırmak için, masanın üzerindeki bir şerbete uzandı. Bardağı eline alınca, dibinde beyazımsı birşey gördü. “Nedir acaba bu?” diye sordu kendi kendine. “Hayır, beni gafil avlayamaz” deyip, suyu döktü. “Herkes herkese karşı savaşıyor. Savaşmalıyız, konuşmamalıyız. Hep tetikte duracağım. Sadece karımın yiyip içtiği şeyleri yiyip içeceğim. Ama o da servetimin yedide birinin kendisine kalacağını bal gibi biliyor. Zaten fakir ana-babası hep ondan bu parayı isteyip duruyorlar. Madem savaşıyoruz, o zaman öyle birşey yapmalıyım ki, onlar benim ölümümden kârlı çıkmasınlar. Öyle bir vasiyet yazmalıyım ki, ellerine hiçbir şey geçmesin. Yarından tezi yok, vasiyetimi hazırlayıp durumu onlara bildireceğim.”

Uyumak istedi, ama kafasındaki binbir düşünce ona rahat vermiyordu. Kalktı, vasiyetini yazmaya başladı. Hırkasını, terliklerini giyip masasının başına geçti. Yazdığı vasiyet taslağında, bütün mal-mülkünü hayır kurumlarına bağışlıyordu. Vasiyet yazma işini bitirdikten sonra, uyumak için yatağına girdi. Ama birden aklına uşağı ile kapıcısı geldi. “Ben onbeş ruble maaş alan bir uşak olsaydım, beş oda ötemde zengin mi zengin bir adam uyuyor olsaydı, ve Allah’ın olmadığını, âhirette hesaba çekilmek diye birşey olmadığını bilseydim, herhalde tüccara ne yaptıysam aynısını ona da yapardım.” Bu düşünceyle birlikte, bütün tüyleri diken diken oldu. Yine kalktı, kapısını kilitlemek istedi. Ama kapı bir türlü kilitlenmek bilmiyordu. O da, kapı açılınca çıkan gürültüyü duymak maksadıyla, kapıya bir sandalye dayadı ve onu kapı koluna bağladı, sandalyenin yanına da başka bir sandalye koydu. Ondan sonradır ki, uykuya dalabildi. Ama bu arada şafak vakti gelmişti bile.

Bütün gece uykusuz kalan Trohim ertesi gün o kadar uzun süre uyudu ki, karısı ne olduğunu merak edip odasına gelince, kapının açılmasıyla birlikte sandalyeler de gürültüyle devrildi. Korkudan yatağından fırlayan Trohim “Ne oluyor, kimdir o? İmdat! Polis!” diye bağırmaya başladı. Kendisini öldürmeye geldiklerini zannetti. Karısına, her ihtimale karşı kapıya sandalyeleri dayadığını yarım ağız söyleyip, konuyu kapatmak istedi. Ama gerek o gün, gerek sonraki günler boyu, ev halkı Trohim Semenoviç’te tuhaf değişmeler olduğunu farketmeye başladı.

Daha önce, bazan neşeli, bazan kızgın; bazan iyimser, bazan kaygılı olurdu. Bazı kişileri sevmez; bazı kişileri, hele çocuklarını ve torunlarını çok severdi. Ama artık hep yalnız kalmaya çalışıyor, hiç konuşmuyor, herkese karşı çekingen davranıyordu. Herkesi şüpheci gözlerle süzüyor, kendi çocuklarına bile aynı şekilde yaklaşıyordu.

O günden itibaren, neredeyse tek işi, vasiyetini yazmak oldu. Her gün o kadar uğraştığı halde, vasiyeti bir türlü istediği şekle sokamıyordu. Kendisine tavsiyelerde bulunan memurların hiçbir sözü onu tatmin etmedi. Kendi bildiği gibi yazdı, bozdu, temize çekti.

Bu arada, yiyip-içtikleri konusunda fazlasıyla ince eleyip sık dokuyordu. Bazan en sevdiği, en lezzetli yemeklere bile hiç dokunmuyordu. Çoğu kez, önündeki yemeği yemiyor; oğlunun, kızının, karısının tabaklarında kalan artıkları topluyor, yalnız onları yiyordu. Sadece kendisinin satın aldığı şarabı içiyor, onu da odasındaki dolaba kilitliyordu. İşleriyle eskisi kadar ilgilenmemeye, kazandığı paraları, aldığı şeyleri evdekilerden hep saklamaya başladı. Eskiden kendisine çok büyük mutluluk ve lezzet veren malı-mülkü ve serveti şimdi ona sadece sıkıntı veriyordu. Herşeyini başkalarından saklamaya çalışıyor, ama varlığını kendisi gibi inançsız insanlara karşı koruyamayacağını biliyordu.

İçten içe, kendisinin ve oğlunun bildiği şeyi, yani bir Allah’ın ve Hesap Günü’nün olmadığını herkes öğrenince, onu hiçbir kuvvetin kurtaramayacağını hissediyordu. “Beni öldürecekler, zehirleyecekler. Ya aldatarak ya da zorlayarak malımı-mülkümü elimden alacaklar” diye düşünüyordu. “Tek bir kurtuluş yolu var. O da başkalarına bir Allah’ın, Hesap Günü’nün olmadığını söylememek. Tam tersine, onları elimden geldiğince Allah’ın var olduğuna, öldükten sonra insanların yargılanacağına inandırmak.”

Çevresindekiler Trohim Semenoviç’te bir değişiklik daha gördüler. Trohim son derece dindar birisi olup çıktı. Her gün oruç tutuyor; kilisedeki hiçbir ayini kaçırmıyor; evdekilere, tanıdığı kimselere, hizmetçilerine bir Allah olduğunu, O’nun kanunları olduğunu, inanmayanların öldükten sonra ceza göreceklerini her fırsatta anlatıyordu. Oğluna bile bu fikirleri aşılamaya çalışıyor ve daha önce konuştuklarını ve eski düşüncelerini unutmuş gibi görünüyordu.

Ama bir taraftan da, öldürülme, zehirlenme ve aldatılma korkusundan bir türlü kurtulamıyordu. Herkesten şüpheleniyor, aklına olmadık kötü hayaller geliyor, karısı ve oğlu da dahil herkesten nefret ediyordu. Eskiden üzerlerine titrediği ve çok sevdiği minicik torunları bile, şimdi gözüne canavar yavruları gibi görünüyordu. Çünkü, kendisi başkalarından nasıl nefret ediyorsa, onların da kendisinden öyle nefret ettiklerini sanıyordu.

İçindeki korkudan kurtulmak için, kendince yollara başvuruyordu artık. Hiç kimsenin aklından öyle birşey geçmediği halde, o herşeyini çevresindeki herkesten kıskanıyor, herkese karşı yalanlar söylüyor ve herşeyini saklıyordu. Aklınca onlara karşı kendisini koruyucu önlemler alıyordu. Diğer taraftan da, insanlara “Allah var, âhiret var, ilahî yargı var” diye telkinlerde bulunuyordu. Her geçen gün büyüyen serveti ise, ona mutluluk vermek şöyle dursun, korkusunu kat kat arttırıyordu. Ailesi ona baş düşmanlarıymış gibi görünüyordu. Yemek, içmek, uyumak gibi en sıradan işler bile onun için işkence haline gelmişti.

Trohim Semenoviç Yaşnikov, on seneden fazla bu hal içinde yaşadı. Çevresindekiler onun tuhaf davranışlarını görebiliyor, ama asıl içindeki büyük ıztırapları göremiyorlardı. Ölümün de bu ıztırapları azaltacağını düşünmediğinden, hayat ona daha bir azap veriyordu. Öldükten sonra herşeyin hiç olacağına, hayatının tamamen sona ereceğine inandığı için, ölüm de dehşet veriyordu ona. Üzüntüyü de, ıztırabını da, ölüm korkusunu da hep yalnız başına yaşadı.

Nihayet, onüçüncü senenin sonunda, kiliseden eve döndükten sonra, yalnız başına odasında kahvaltısını yaptı, dolabında kilitli tuttuğu şarabından içti, uyumak için yatağına uzandı ve bir daha da kalkamadı.

Umulmadık, ama sessiz bir ölüm olmuştu onunki. Süslü tabutunu Aleksandr Nevski mezarlığına kaldırdılar. Sağlığında verdiği şaşaalı ziyafetleri kaçırmayan bir sürü dalkavuk, tabutunun arkasından yürüdü. O sıralar Petersburg’da güzel konuşmasıyla meşhur bir papaz, mezarı başında parlak bir vaaz verdi; onun faziletlerinden, merhametinden, mutlu hayatından dem vurdu.

Onun işlediği cinayeti ve Allah’a olan inancını kaybettiğinde nasıl bir cezaya uğramış olduğunu ise, Allah biliyordu.



Vassa, ona kaderini öğrenmesi için, öldürdüğü adamların mezarına gitmesini öğütledi. Trohim de öyle yaptı. Gece gittiği mezarlıkta, gizli bir ses ona, Allah’ın kendisini kırk yıl sonra cezalandıracağını söyledi.

Sonunda, o çok korktuğu kırkıncı yıl gelip çattı. Trohim, öldürdüğü tüccar ve uşağının mezarında kendisine bildirilen cezanın artık gerçekleşmesini beklemeye başladı. İhtiyar, “Acaba beni nasıl bir son bekliyor?” diye, her gün keder ve elem içinde kıvranıyordu.

Bir gün, felsefeci oğlu Aleksandr’a işlediği günahı dolaylı olarak anlattı. Oğlu, babasının ne gibi bir günah işlediğini anlamadığı halde, şunları söyledi: “Allah diye bir varlık yoktur. Dolayısıyla O’ndan ve O’nun cezasından korkmak saçmalıktır. Ölümden sonraki hayat diye birşey yoktur. Öyleyse ‘ruh’ için niye kaygılanasın ki?”

Kırkıncı yılın son gününe doğru, Trohim Semenoviç’in ruhunda fırtınalar kopuyor, duyguları alt-üst oluyor, ne yapacağını bilemiyordu. Sonuncu gün, yıldırım gibi bir ilahî tokat beklerken, içindeki fırtına birdenbire diniverdi. Yaşlı Trohim Semenoviç artık “Bütün bunlar uydurma masallar. Allah yok, âhiret yok, hesap yok...” demeye başlamıştı.

Kendisinin ve oğlunun bildiği şeyi, yani bir Allah’ın ve Hesap Günü’nün olmadığını herkes öğrenince, onu hiçbir kuvvetin kurtaramayacağını hissediyordu. “Tek bir kurtuluş yolu var. O da başkalarına bir Allah’ın, Hesap Günü’nün olmadığını söylememek.”

Herkesten şüpheleniyor, aklına olmadık kötü hayaller geliyor, karısı ve oğlu da dahil herkesten nefret ediyordu. Yemek, içmek, uyumak gibi en sıradan işler bile onun için işkence haline gelmişti. Ölümün bu ıztırapları azaltacağını düşünmediğinden, hayat ona daha bir azap veriyordu. Öldükten sonra herşeyin hiç olacağına, hayatının tamamen sona ereceğine inandığı için, ölüm de dehşet veriyordu ona.

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Lev N. Tolstoy




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut