Arşiv

 İslâm’ı İmanla Buluşturmak

I. DURUM TESBİTİ

Bugün, hangi ehl-i dinin iç dünyasını paylaşırsanız paylaşın, kendisine dair gizli ya da açık bir yakınma duyarsınız. Bu yakınma, gerçekte, kendimizin de içinde bulunduğu bir hale ilişkindir. Bu halin adı ise, kısaca şudur: bilip de yapamama.

Bildiği halde yapamama hali, her birimizi elbette bunaltıyor. Utandırıyor. İçimizi daraltıyor. Rabbinin emrine uygun davranmıyor olma hüznüyle, günaha giriyor olma ıztırabıyla yandırıyor. Ama, tüm bunlara rağmen, her birimizin hayatı, maalesef bir ‘bilip de yapamama’ çizgisinde seyretmeye devam ediyor. Hepimizin günleri ve geceleri, bu halin şahidi olan tablolarla dolu bulunuyor.

Nitekim, bugün namaz kılmayan pek çok insanın, namaz kılmanın farz olduğunu bildiğini görüyoruz. Biliyor, ama yapamıyor. Namaz kılan birçok insan, sabah namazına kalkmanın da farz olduğunu biliyor. Biliyor, ama çoğu zaman kalkamıyor. Tesettüre bürünmeyen birçok insan, tesettürün farz olduğunu bildiği halde örtünemiyor. Tesettüre bürünen birçok insan ise, tesettürle herşeyin bitmediğini bilse bile, o ‘herşey’i yapmayı bir türlü başaramıyor.

Yalnızca son yirmi dört saat içinde, Rabbimizin emrine aykırı olduğunu bile bile ne kadar yalan söyledik kimbilir? Yalnızca bu sabah, kaç mü’min, bildiği ve istediği halde namaza kalkamadı acaba? Kaç tanemiz, sabahleyin yola çıktığında, istemediği halde gözünü haram manzaralara kaydırdı dersiniz?

Kendi hayatımız başta olmak üzere, böylesi sorulara cevab arandığında, genel bir ‘bildiği halde ilahî emre uyamama’ halinin varlığından söz etmek pekâlâ mümkün gözüküyor.

Bu vâkıa ise, neyin ne olduğunu bilmenin; nelerin haram, nelerin helâl olduğunu öğrenmenin, Allah’ın bize neyi emredip neleri yasakladığından haberdar olmanın tek başına yeterli olmadığını belgeliyor. Helâl olduğunu bildiğimiz çok şeyi yapmıyor, haram olduğunu bildiğimiz çok şeyi ise terketmiyoruz. Rabbimizin rızasına uyanı da, uymayanı da biliyor olmamız, O’nun rızasına uymayan davranışlardan bizi her zaman alıkoyamıyor.

Bu, madalyonun bir yüzü.

Diğer yüzünde ise, emri bilmekle kalmayıp yerine de getirdiğimiz örnekler bulunuyor. Ama, yine de, madalyonun bu yüzünde dahi çok iç açıcı bir manzara sergilemiyoruz. Zira, yaptıklarımızın çoğunu da içten gelerek, tam bir rıza ve teslimiyet içinde yapmıyoruz. Kalkmayı başardığımız sabah namazlarına, genellikle, tam bir gönül huzuruyla değil, ‘mecburen’ kalkıyoruz. Tüm mahlukatın uyanışa geçtiği, koskoca güneşin bile Rabbinin emrine tam bir itaatle ufkun gerisinden ışıklarını göndermeye hazırlandığı bir vakitte, tüm kâinatın uyanışına sözcü olma özlemi ve sevinciyle sabah namazına kalktığımız günleri ancak parmakla anıyoruz. Aynı şekilde, Rabbimizin emrine uyarak kendimizi israftan alıkoyduğumuz zamanlarda, içimizde adeta bir nimetten mahrumiyet hissi depreniyor. Keza, yine Rabbimizin emrine uyarak bir gıybeti terkederken, içten içe büyük bir zevkten mahrum olma duygusu yaşıyoruz.

Sözün kısası, Allah’ın rızasına uygun amellerimizi de, tam bir gönül rızasıyla yapıyor değiliz. Onları yaparken, Rabbimizin fıtratımıza, hakikata ve hikmete tamamen uygun emirlerine uyma sevinciyle dolmuyor içimiz. Tam bir huzurla da dolmuyor. Namazdan zekâta uzanan birçok ibadeti, yalan söylememekten faiz yememeye kadar uzanan birçok salih ameli, çoğu kez seve seve değil, ‘mecburen’ yapıyoruz.

Madalyonun her iki yüzünde gözlenen bu tablo ise, bize zaman zaman dayanılmaz sancılar yaşatıyor. İnandığı Rabbe lâyıkınca kul olamama halet-i ruhiyesi içimizi yakıyor. İnandığı Rabbin huzurunda günaha girme hali, kimi zaman iç dünyamızda çok sert hesaplaşmaları getiriyor. Bu hal, kimi zaman müthiş bir ümitsizliği ve yılgınlığı netice veriyor. Bu iki halin beslediği vehim ve vesveseler ile imanından şüphe edenler, hatta açıkça kendisini ‘mü’min’ saymama ifratına düşebilenler de çıkıyor; bu sorgulamanın ağırlığına dayanamayıp, herşeyi boşlayabilenler de...

Nitekim, belki vicdanındaki direncin ifadesi olan hesaplaşmaları yanlış yorumlamanın getirdiği vesveselerle psikiyatrist kapılarını aşındıranlarımız da var; maalesef, ibretli bir vâkıa olarak, ‘namaz kılmayan İslâmcılar’ da!

Tüm bu tablolar ise, şu veya bu dozajda hepimizin yaşadığı çok ciddi bir problemin varlığını belgeliyor. Hemen her birimiz, ubudiyet noktasında, “Koşar dağlara kaçardım, olmasa Settarlığın” cümlesinde özetlenen, çoğunu yalnızca kendimizin bildiği bir dizi ihmal, isyan ve gevşeklik içinde bulunuyoruz.

Ve, ümitsiz olmak ya da yılgınlığa düşmek için değil; çözüm yolunu bulmak için, öncelikle bu vâkıayı mert bir biçimde kabul ve teslim etmemiz gerekiyor.

II. MESELENİN ÖZÜ NE?

Vâkıanın tesbitinden sonra, meselenin ana kaynağının ne olduğuna dair sorular çıkıyor karşımıza. Meselâ, bu halin baş sorumlusu olarak ‘asr’ı ve ‘sistem’i görenler var. Oysa, ‘asr’ın Cahiliye, ‘sistem’in ise şirk olduğu bir ortamda Resul-i Ekrem ile sahabilerin sergilediği imanî bağlılık, meselenin özünün bu olmadığını belgeliyor. Keza, İbrahim (a.s.) gibi, apaçık bir küfür veya şirk ortamında doğup büyüyen peygamberlerin, bu ortama rağmen halis bir mü’min, salih bir kul olarak kalabilmeleri de.

Sık sık, meselenin aslını ‘bilmeme’ye bağlayan yorumlarla da karşılaşıyoruz. Oysa, Rabbinin rızasına uygun amelleri yapamayan insanların büyük çoğunluğu, ‘bildiği halde yapamıyor.’ Bilmediği için yapamayan az bir kısım da, bilmediği şeyi öğrendiği andan itibaren, ‘bilen ve yapanlar’dan daha ziyade, ‘bildiği halde yapamayanlar’ kervanına katılıyor.

Meseleyi, Müslümanların yaşadığı zihnî ve fikrî durgunluğa bağlayanlar da bulunuyor. Ama, ne yazık ki, sözkonusu problem, en belirgin şekilde, zihnî ve fikrî durgunluğu en ziyade aşmış görünen ‘Müslüman entellektüeller’ zümresi dahilinde gözleniyor.

Tüm bu tesbitler, bu bakımdan, meselenin ana kaynağını gereğince yansıtmaktan hayli uzak bulunuyor.

Gerçek şu ki, içimizde emr-i ilahîyi ifa etme aşkı deprenmediği için yapamıyoruz. Böyle bir aşk deprenmiyor; çünkü yapma iştiyakı, arzusu ve şevki de duymuyoruz. Belki yapmamız gerektiğini aklen kabul ediyoruz; ama böyle yapmamızın bir insan, bir mahluk ve bir kul oluşumuzun gereği olduğunu lâyıkınca hissetmiyoruz.

Yanımıza nüfus kağıdını almadığımız bir gün, endişe içinde dolaşıyoruz. Zira, herhangi bir yerde yapılacak bir aramada kimliğimizi gösterme gereğini lâyıkınca biliyoruz. Aynı şekilde, yanımıza para almadığımız bir gün, tedirgin halde dolaşıyoruz. Zira, herhangi bir anda paraya ihtiyacımız olacağını düşünüyoruz. Ama Allah’ın mülkünde, O’nun kulu olma kimliğini kuşanmış, ve O’nun rızasına uygun amellerle donanmış halde bulunma gereği, aksi halde bizi tedirgin edecek kaçınılmaz bir ihtiyaç olarak görmek bir yana, çoğu zaman aklımıza bile gelmiyor.

Peki ama neden böyle oluyor?

III. ‘BASİT’ BİR YANILGI

Aslında, problem çok ‘basit’ bir noktadan başlıyor. Hepimizin dünyasında yer etmiş olan, farkına varıldığında ‘basit’liği alabildiğine göze çarpan bir noktadan...

Dünyalmıza, bir sıralama yer etmiş durumda: iman ve İslâm. Açıkçası, önceliği ‘iman’a veriyor; ve ‘iman’ ettikten sonra, sıranın ‘İslâm’a, yani inandığımız Allah’ın emrettiği üzere yaşamaya, diğer bir deyişle ‘imanın gereklerini yerine getirmeye’ geldiğini düşünüyoruz.

Bu sıralamanın kendisinde, elbette bir problem bulunmuyor. Bilakis, bu sıralama bir gerçeği işaretliyor. Gerçekten, Rabbinin emirlerine, ancak ve ancak o Rabbe inanan insanlar uyuyor. Hiçbir yerde, “İnanmıyorum, ama emrine uyuyorum” gibi bir söz zaten duyulmuyor.

Ama, gözden kaçan ilk husus şu: İman ile İslâm’ı birbirinden kopuk iki ayrı daire, iki ayrı alan olarak düşünüyoruz. İslâm zihnimizde bir son durak olarak canlanırken; imanı, ona giden bir ilk durak gibi tahayyül ediyoruz. ‘İmandan İslâm’a’ gidişi, meselâ İstanbul’dan Bursa’ya gitmek gibi düşünüyoruz. Nasıl Bursa’ya gelindiğinde İstanbul artık gerilerde kalıyorsa, bir kere ‘İnandım’ deyince, ‘iman’ faslında yapılması gerekenin artık bittiğini sanıyoruz. Sonraki tüm çabalarımızı da, doğrudan ve yalnız ‘İslâm’ faslına sarfediyoruz. En ciddi kaymayı da, işte bu noktada yaşıyoruz.

Çünkü, en başta imanları ayan-beyan ortada olanş sahabilere seslenen Kur’ân’ın durmaksızın kâinatı da şahit göstererek Allah’ın varlığını, birliğini ve isimlerini hatırlatıyor olması, keza Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) “Her an imanınızı yenileyin” buyurması, bize gözümüzden kaçan şu gerçeği bildiriyor: İman etmek bir süreçtir; başlar, ama hiç bitmez. İman, ne bir ara duraktır; ne yalnızca bir araç. İman ile İslâm, canla beden, etle tırnak, motorla araba misali, ayrılmaz bir bütündür. İman bir daire, İslâm onun yanında ama ondan ayrı bir daire değildir. İman bir daire, İslâm da onun içindeki bir dairedir. İmandan İslâm’a, iman hakikatlerinden amelî pratiklere, iman esaslarından ilahî emirlerin tatbikine uzanan süreç, dikey bir yolculuktur— iki ayrı daire veya iki ayrı ülke arasında yaşanan yatay bir yolculuk değil. Dolayısıyla, insan, ancak imanı ölçüsünde İslâm’ı yaşar. İslâm dairesinde, imandaki terakkisi nisbetinde ilerler.

A binasından B binasına giderken, bir temeli bırakıp başka bir temele dayanmış olur insan. B binasına geldiğinizde, artık A binasının temellerine ihtiyacınız yoktur. Ama, çok geniş daireleri ve çok sayıda katları bulunan bir binada, hangi daireye ve hangi kata çıkarsanız çıkın, temel aynıdır. Hep aynı temel üzere olursunuz. Hep aynı temele dayanmanız gerekir. İman, işte böylesi bir temeldir—hayatın her adımında, hangi daireye yönelirseniz yönelin, ve hangi kata çıkarsanız çıkın, daima kendisine dayanılan bir temel. Yaşadığımız açmazların ve çelişkilerin özü de buradadır. Bu temel sağlam olmayınca, ehl-i dinin hayat binası, herhangi bir sarsıntıda hemen darbe almaktadır.

‘İMAN=İNKÂR ETMEMEK’ Mİ?

Gözden kaçan ikinci husus, ‘iman’ın tarifidir. Nedir iman? “Bir Yaratıcının varlığını kabul ediyorum” demekten mi ibarettir? Keza, insan, inkâr etmeyince iman etmiş mi olmaktadır?

İmana dair zihinlere yer etmiş tarif, genel olarak, bu iki hususla sınırlıdır. Bir Yaratıcı var diye kabul ediliyorsa, Allah’ın varlığı inkâr edilmiyorsa, iman meselesinin hallolduğu şeklinde yaygın bir anlayış bulunmaktadır.

Oysa, en başta Rabbimizin kelâmı olarak Kur’ân, bunun böyle olmadığını vurgular. Onun, “Göklerin ve yerin yaratıcısı Allah’tır” diyen, ama hâlâ inkâr eden insanlardan söz etmesi, bahsini ettiğimiz iman tarifinin Kur’ânî bir tarif olmadığının delilidir. Nitekim, bu âyetten tam ders alan selef-i sâlihîn ısrarla “İnkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır” diyegelmiştir. ‘İman=inkâr etmemek’ değildir. İman yalnızca “Bir Yaratıcı var” diye bilmek de değildir. Allah’ı bilmek, bütün kâinatı kuşatan rububiyetine, zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî herşeyin O’nun kudret ve iradesiyle olduğuna, O’nun mülkünde hiçbir şeriki ve ortağı olmadığına tam iman ederek kalben tasdik etmek demektir. Yoksa, “Bir Allah var” deyip bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek, onlara isnad etmek, hatta hadsiz şerikleri hükmünde sebepleri merci tanımak, Allah’a iman hakikatının o kişinin kalbinde yer etmediğinin habercisidir. Aynı şekilde, “Bir Yaratıcı var” demek, ama O’nun herşeyin yanında hâzır irade ve ilmini bilmemek, emirlerini tanımamak, isim ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini bilmemek, o peygambere itaat etmemek, Allah’a iman hakikatının yokluğuna işaret etmektedir.

Bu bakımdan sahih ve gerçek bir imandan söz edebilmek için, “Cenab–ı Hak birdir; şeriki, naziri yoktur. Bu kâinat onundur” gibi genel bir hüküm yeterli değildir. Sahih bir imandan söz edebilmek için, bunun ötesinde, her bir şeyin üstünde O’nun kudretinin damgasını, rububiyetinin mührünü görmek, doğrudan doğruya herşeyden O’nun nuruna karşı bir pencere açıp O’nun birliğine ve herşeyin O’nun kudret elinden çıktığına şahit olmak, O’nun uluhiyetinde ve rububiyetinde ve mülkünde hiçbir veçhile hiçbir ortağı ve yardımcısı olmadığına, şuhuda yakın bir yakîn ile tasdik edip iman getirmek, ve O’nun huzurunda olduğumuzun şuuruyla yaşıyor olmak gerekmektedir.

Bu ise, Allah’ı yalnız bir isminin cüz’î bir veçhesiyle tanımanın ötesinde birşeydir. Hâlik, yani Yaratıcı ismi, O’nun güzel isimlerinden yalnızca biridir. O Hâlik’tır, ama bu isim, O’nun yegâne ismi değildir. O, aynı zamanda, Kadîr, Alîm, Rab, Rahman, Rezzak, Rahîm, Kerîm, Muhsin, Hakîm, Hakem, Azîz, Cebbar, Ehad, Samed, Hayy, Kayyum..dur da. Dolayısıyla O’nu gerçekten tanıyor ve O’na tam anlamıyla iman ediyor olmak için, O’nu ‘tüm güzel isimler O’nun olan’ Zât-ı Zülcelâl olarak tanımak gerekmektedir.

Bu noktada, dikey ve yatay diyebileceğimiz iki ‘tanıma’yı gerektirir iman. Hem, kâinat üzerinde görünen her fiilden O’nun isimlerine gitmeyi; hem de O’nun her bir ismini yalnız cüz’î bir noktada tanımakla kalmamayı gerektirir. İlki, dikey bir tanımanın, ikincisi ‘yatay’ bir tanımanın ifadesidir.

İnsan, Allah’ı, meselâ kendi Yaratıcısı olarak tanıdı, diyelim. Bununla kalamaz. O, sair insanların da Yaratıcısıdır. Yalnızca insanların değil, tüm canlıların Yaratıcısıdır. Yalnızca canlıların değil, zerreden galaksilere var olan herşeyin de Yaratıcısıdır. Ve, onları bir kez yaratıp da kendi hallerine bırakmış, veya ‘tabiat’a, ‘şans’a, ‘sebepler’e teslim etmiş değildir. Mahlukatı üstündeki yaratma fiilini her an tecelli ettirmekte; her sene, her gün, hatta her an yeni birer kâinat halketmektedir. Allah’ı yalnızca Hâlik ismiyle tanıyor olmak için, O’nun yaratma vasfını bu şekilde tüm kâinat üzerinde sürekli görmek gerekmektedir.

O’nu yalnızca ‘Hâlik’ ismiyle tanımakla sınırlı da değildir iman. O’nu tüm isimleriyle tanımak; ve her bir ismi için aynı açılımı gerçekleştirmek de gerekmektedir. Eğer her bir ismin cilvesinden sair isimlere intikal etmezse, zarar eder insan. Meselâ, Kadîr ve Hâlik isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir...

Şirk tehlikesinden uzak, sahih ve gerçek bir iman, işte böylesine yoğun bir cehdi gerekli kılmaktadır. Bize en başta iman-ı Billahı öğreten Kur’ân’ın, birçok âyetinde Allah’ı ‘lehul esmâul husnâ’ diyerek, ‘bütün güzel isimler O’nun olan’ olarak tanıtması da, işte bu hakikata işaret etmektedir.

Bu Kur’ânî ferman açısından, imanın tarifi, marifetullahı da içermektedir. Marifetullahsız bir iman, olsa olsa taklidî bir imandır.

Oysa, bugün birçok ehl-i din ‘marifetullah’ kavramından dahi habersiz olduğu gibi, haberdar olanların hatırı sayılır bir kısmına göre, ‘marifetullah’ ancak içe kapanık veya ‘mistik’ bazı müslümanların iştigal ettiği bir alandan ibarettir.

O yüzden, birçok ehl-i dinin dünyasında kâinatın Allah’ın varlığına şehadeti yoktur. O’nu tüm güzel isimleriyle tanıtması yoktur. Keza, O’nun isimlerini kendi acz ve fakrımızla, ayrıca bize verilmiş özellikler ile tanımak da yoktur.

Bugün ortaya “İslâm bir öneriler ve öngörüler paketidir” gibi sığ, kuru, ruhsuz ve soğuk tanımlar çıkıyorsa, sebebi, biraz da işte buralarda aranmalıdır. “İslâm Allah’ın emirlerini ve yasaklarını ifade eden bir kurallar bütünüdür” gibi, doğru ama insanı şevkle ve iştiyakla o kurallara uymaya yöneltmeyen semeresiz tariflerin varlığının bir sebebi de bu noktadır. İslâm, Allah’ın emirlerini ve yasaklarını ifade eder, doğru? Peki, o Allah, nasıl bir ilahtır? İşte, bu en temelli nokta en ziyade geçiştirilen noktadır. Oysa, Allah’ın emirlerine uymamız, O’nu tanımamız nisbetinde olacaktır. İman tanımı içinde yer alan ve Allah’ı tüm isimleriyle tanımanın ifadesi olan marifetullah basamaklarını atlayan biri, Allah’ın emirlerini ifade eden İslâm’ı yaşama noktasında elbette engellere takılacaktır.

Yaşadığımız günler, bunun böyle olduğunun en birinci delilidir.

Kökü Kelâm-ı Ezelî’ye dayanan iman dalının budağıdır İslâmiyet. Herhangi birinin değil; tüm mevcudların Sânii, tüm kâinatın Sahibi, tüm âlemlerin Rabbi olan Ezel ve Ebed Sultanının emir ve yasaklarını içerir. Tüm bu vasıfların sahibi olan bir Yaratıcının ‘marziyyat-ı Rabbaniyesi’dir. İslâm başlığı altında toplanan ve O’nun rızasına uygun düşen tüm haller ve fiiller, insanın fıtratıyla tamı tamına örtüşmektedir. Hepsinde, doğrudan insanın varoluş amacına bakan bir terbiye ve idare boyutu vardır. İnsanın ve tüm kâinatın Rabbi olan Allah, ‘İslâm’ kelimesi içinde toplanan tüm ilahî emirleri lâf olsun diye veya zorluk olsun diye emrediyor değildir. Bilakis, her bir emirde, insan için çok hikmetler, çok rahmetler de saklı bulunmaktadır.

Yine bu emirler, bir bütün olarak kâinatın sunduğu gerçeklikle de tamı tamına örtüşmektedir. Bir hakikat ehlinin hakikatlı ifadesiyle, “O İslâmiyet ve şeriat, öyle bir tarzda muhît ve mükemmeldir ve öyle bir surette kâinatı kendiyle beraber tarif eder ki; onun mahiyetine dikkat eden elbette anlar ki; o din, bu güzel kâinatı yapan Zâtın, o kâinatı kendiyle beraber tarif edecek bir beyannamesidir ve bir tarifesidir. Nasıl ki, bir sarayın ustası, o saraya münasip bir tarife yapar. Kendini vasıflarıyla göstermek için, bir tarife kaleme alır; öyle de, din ve şeriat–ı Muhammediyede (a.s.m.) öyle bir ihata, bir ulviyet, bir hakkaniyet görünüyor ki, kâinatı halk ve tedbir edenin kaleminden çıktığını gösterir. Ve o kâinatı güzelce tanzim eden kim ise, şu dini güzelce tanzim eden yine O’dur.”

Bu bakımdan, herhangi birinin değil, ‘Allah’ın emirleri’nin ifadesi olan İslâm’ın tarifi, kaçınılmaz olarak, o Allah’a imanı gerektirir. Kur’ân’ın sunduğu iman tarifi ise, ‘marifetullah’ı, yani Allah’ı tüm isimleriyle tanıyıp her an O’nun huzurunda olma şuurunu içinde barındırır. Marifetullah ise muhabbetullahı, yani tanımamız ölçüsünde bize olan sevgisini, rahmetini ve şefkatini derkettiğimiz o Allah’ı sevmeyi gerekli kılar.

Bu bakımdan, İslâm’a, yani ilahî emirlere hakkıyla muhatap olabilmek için, marifetullah ve muhabbetullah yolunda yürümekle mümkündür.

IV. KUR'ÂN'IN ÖĞRETTİĞİ

Bizatihî Kur’ân, bize böylesi bir imanı talim etmektedir. Kur’ân âyetleri arasında dolaşırken, insan, bir kâinat yolculuğu da yaşar. Kanatlarını çırpa çırpa saf saf uçan kuşlardan düşen yapraklara, Güneşten sivrisineğe, yeryüzünde hareket eden her canlıdan göğün kandilli yüzüne, balarısının bal verişinden gemilerin dağlar gibi dalgaları yara yara gidişine, sudan muza, sütten kiraza, hurmadan nara kadar.. herşey, bir Rabb-ı Rahîm’in varlığına; O’nun isim ve sıfatlarına delil ve şahit olarak gösterilir:

“Üstlerindeki kuşlara bakmazlar mı? Nasıl havada dizilmiş olarak, ve kanatlarını çırpa çırpa uçuyorlar? Rahman olan Allah’tan başka hiç kimse onları havada tutamaz.” (67:19)

“Devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl serildiğine bakmadılar mı?” (88:17-20)

“O Allah ki, yeri size döşek kıldı, göğü bir saray gibi yaptı, gökten size bir su indirdi, onunla size rızık olarak nice meyveler çıkardı. Artık bile bile Allah’a eş koşmayın!” (2:22)

“Dikensiz kiraz ağaçları, kökünden tepesine kadar meyve dizili muz ağaçları...” (56:28-9)

“Hayvanlarda sizin için bir ibret vardır. Karınlarından, dışkı ve kan arasından, içilmesi içenler için kolay, halis bir süt size içiriyoruz.“ (16:65)

“Hurmalıkların ve üzüm bağlarının meyvelerinin suyunu da size içiriyoruz...” (16:66)

“Ve Rabbin arıya vahyetti ki...” (16:67)

Bu âyetler, tümüyle Kur’ân’a yayılan bir iman dersinin yalnızca birkaç örneğidir. Böylesi binlerce âyet, kâinatı Allah’ın varlığına şahit kılmanın, her bir şeye bakarak Allah’ı isimleriyle tanımanın yolunu öğretir ve bizden böyle bir imana erişmemizi ister.

Yine Kur’ân âyetleri arasında bir gezinti, insanı, kendi iç dünyasına uzanan bir yolculuğa da davet eder. İnsanın sığınacağı bir merci arayışı, atımlık bir sudan yaratılışı, anne karnında kendinden bile habersiz iken gıdalandırılması, zayıf ve muhtaç bir halde ona en safi gıda olan sütün gönderilişi, kendisiyle huzur bulacağı eşler araması, gözler ve kulaklar, kalb ve akıl, insanın yaşlanıp tâkattan kesilmesi, hâfızanın zayıflaması, ebediyet arayışı, gelip geçen şeyleri sevmemesi.. tüm bu insanî haller de bir Rabb-ı Rahîm’in varlığına; O’nun isim ve sıfatlarına delil ve şahit olarak gösterilir:

“İnsanın üzerinden uzun bir zaman geçti ki, o anılacak birşey değildi.” (76:1)

“O insan görmedi mi, biz onu bir nutfeden yarattık.” (36:77)

“Onun âyetlerinden biri de, yanlarında huzur ve sükûn bulmanız için, size, sizin cinsinizden eşler yaratmasıdır. Ve aranıza sevgi, şefkat koymasıdır.” (30:21)

“Onun âyetlerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması ile, dillerinizin ve renklerinizin değişikliğidir.” (30:22)

“Allah sizi yarattı. Sonra sizi vefat ettirir. Sizden bazıları da en düşük ihtiyarlığa çevrilir ki, bilgi sahibi olduktan sonra, hiçbir şey bilmez hale gelir. Muhakkak ki Allah Alîm’dir, Kadîr’dir.” (16:70)

Bu âyetler de, insanı kendi yaratılışına ve de kendi fıtratına bakarak Rabbini isimleriyle tanımayı öğreten nice Kur’ân âyetinden yalnızca birkaçıdır. Kur’ân, bize, kendi fıtratımızın da Allah’ın varlığına ve isimlerine şahit olduğu bir imanî süreci ders vermektedir.

Yine Kur’ân, bizi peygamber kıssaları ve başka bazı meseller eşliğinde, bütün bir insanlık tarihini ‘imanî’ bir nazarla okumaya çağırır. Peygamber kıssaları, aslında, insanlığın manevî haritasına uzanan bir yolculuktur. Kendisine peygamber gönderilen ama onu dinlemeyen her kavmin ayrı bir sapkınlığı vardır. Meselâ Medyen halkı ölçüde ve tartıda haksızlığı iş edinmiş, Lût kavmi cinsel sapkınlığa yönelmiş, Âd kavmi kuvveti ve iktidarı yüceltmiş; Nuh kavmi elitizmi şiar edinmiştir; ve tüm bunların temelinde aynı hastalık vardır: Tek bir Allah’a tam bir ihlasla iman etmek yerine, O’na ortaklar edinmek. Gelen peygambere karşı da, kendi tuttukları yolun ‘atalarının dini’ olduğu ve ’ona yalnız kavmin zayıflarının inandığı’ gibi ortak gerekçeler gösterilmiştir. Tüm bunlarda ise, doğrudan bize bakan anlamlı dersler vardır. Peygamber kıssaları kadar, ‘şehrin öte yakasından koşup gelen adam’ veya Ashab-ı Kehf gibi peygamber olmayan kişilere ilişkin kıssalar da, bize yönelik anlamlı dersler yüklüdür. Tüm kıssalar, insanın iç dünyasını, kendi manevî haritasını keşfetmesine yönelik ibretler taşır.

Dahası, birçok âyetinde, Kur’ân, bizi ‘geçmiş kavimlerin akıbetini görmek’ üzere, ‘arzda seyahat’e çağırır. Dünyanın fena ve zevaline, sahiplendiğimiz ve de kavim yahut devletimize mal ettiğimiz hiçbir şeyin asıl sahibinin ne biz, ne onlar olmadığına dair muazzam bir ders yüklüdür tarih.

İşte, Kur’ân’ın her sayfasında kâinattan insanın iç dünyasına, geçmiş kavimlerin hatırasından gelecek olan Hesap Gününe kadar.. her konu, her olay, her varlık Kadîr ve Rahîm bir Rabbin varlığına, birliğine ve de isimlerine delil ve şahit olarak gösterilmektedir. Bu imanî dersi veren Kur’ân, öte yandan, “Yâ eyyuhe’n-nâs!” diyerek biz insanlara seslenir ve bizi tüm bu şehadetlere kulak vermeye davet eder.

Bu davete icabetin sonucu, elbette ‘iman’ olacaktır.

Ama, sahabiler örneğinde görüldüğü gibi, şirk bulaşığı olmayan, nefsin tiryakilikleri yüzünden tahrifata uğramayan, değil küçük bir menfaat veya korku, tüm dünya karşısında bile olsa sarsılmayan katıksız, sahih, gerçek bir iman...

Bütün bir kâinatı, kâinatın her bir mevcudunu, her bir olayı, insanın tüm duygu ve donanımlarını ve tüm bir insanlık tarihini arkasına alan; bunların her birinden O’na giden işaretler bulup çıkaran bir iman...

V. İSLAM'I İMANLA BULUŞTURMAK

İşte Kur’ân, bir yönüyle ilahî emir ve yasakların ifadesi olan İslâm’a böyle bir iman dersi eşliğinde çağırır. İlahî emir ve yasakları bildiren Kur’ân âyetlerinin büyük bir kısmının, “Yâ eyyuhellezîne âmenû“ hitabıyla, yani “Ey iman edenler” seslenişiyle başlaması, bu noktada çok anlamlıdır.

“Ey iman edenler! Allah’ın ve Resûlünün önüne geçmeyin. Allah’ın yasalarını çiğnemekten sakının.” (49:1)

“Ey iman edenler! Hiçbir toplum, başka bir toplumu küçük görmesin.” (49:11)

“Ey iman edenler! Zandan uzak durun.” (49:12)

“Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınız zaman, Allah’ın zikrine koşun. Alışverişi terkedin.” (62/9)

“Ey iman edenler! Hac ibadetlerine, yasak aylara, kurbanlara, gerdanlıklara, Rablerinden lutuf ve rıza isteyen Kabe ziyaretçilerine saygısızlık ederek ortamı bozmayın.” (5:2)

“Ey iman edenler! Namaz için kalktığınız zaman, yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın, başlarınızı meshedin ve ayaklarınızı da topuklara kadar yıkayın...” (5/6)

“Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız bir şekilde yemeyin. Fakat karşılıklı rızaya dayanan bir ticaret yapın. Birbirinizi öldürmeyin.” (4:29)

“Mü’min erkeklere söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar...” (24:30)

“Mü’min kadınlara söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar... ve başörtülerini üzerlerine salsınlar” (24:31).

Kur’ân’la gelen ilahî emir ve yasaklar, elbette bu âyetlerden ibaret değildir. Yine de, bu âyetler örneğinde, ilahî emir ve yasakların ifasında ‘iman’ın ne kadar aslî bir yere sahip olduğu açıkça anlaşılmaktadır. ‘İslâm’ başlığı altında yer alan tüm emirler, herhangi birini değil, ‘iman edenler’i muhatap almaktadır. Bu, İslâm’ın iman dalının bir budağı olduğunun; İslâm’ı hakkıyla yaşamanın ancak hakkıyla iman edenlere nasip olacağının göstergesidir.

Hemen belirtelim, Kur’ân’ın tarif ettiği bir ‘iman’dır bu. Ne “Bir Yaratıcı var” demekten ibarettir, ne de inkâr etmemekten. Bilakis, bu ‘iman’ın delili ve şahidi, içindeki her bir şey ile birlikte, bütün kâinattır. Ve bu iman, ‘bütün güzel isimler O’nun olan’ bir Allah’a bütün isimleriyle inanmaktır.

Bunun böyle olduğu, yine Kur’ân’ın ‘şirk’e yönelik sert ikazlarından da anlaşılır. Kur’ân, zor zamanda Allah’ı anıp diğer zamanlarda O’ndan gafil olmayı da gerçek bir ‘iman’ın eksikliğinin alâmeti olarak gösterir. Ayrıca, “Gökleri ve yeri yaratan Allah’tır” dediği halde inkâra saplananlardan söz eder. “İman ettik” diyen bedevîleri ise, “Teslim olduk deyin. İman henüz kalblerinizde yer etmedi” diye uyarır.

Açıkçası, bizim tarif ettiğimiz ama Kur’ân’ın yetersizliği konusunda uyardığı bir ‘iman’ değildir kasdolunan. Kur’ân’ın tarif ettiği ve istediği bir ‘iman’dır.

VI. İMANIN İÇİNDE İSLAM

Bu noktada manidar bir husus ise, Kur’ân’ın bizim yaptığımız kimi ayrımlardan azade oluşudur. Bizim dünyamızda, imanî ve İslâmî, imanî ve amelî, itikadî ve fıkhî gibi birtakım ayrımlar iyice yer etmiş durumdadır. Böylesi ayrımlar ise, ‘iman’ı bir süre sonra bırakıp geçilen bir ‘ara durak’ gibi görmeye dek uzanan bir dizi yanlışı beslemektedir. Oysa, Kur’ân, meselâ ‘imanî’ âyetler veya ‘amelî’ âyetler ayrımı yapmaz. Kur’ân’ın tüm âyetleri imanîdir—insanın ameline ve gündelik hayatına ilişkin emir ve yasaklar getirenler dahil. Bakara sûresindeki, ‘boşanma’ya ilişkin şu âyetler, bunun bir örneğidir:

‘Kadınları boşayıp, bekleme sürelerini bitirdiklerinde, onları ya iyilikle tutun veya iyilikle salıverin. Haklarını yemek için, onlara zarar ve sıkıntı vererek onları tutmayın. Kim böyle birşey yaparsa, hiç şüphesiz kendine zulmetmiştir. Allah’ın âyetlerini hafife almayın. Allah’ın size olan nimetlerini, Allah’ın size indirdiği, onunla size öğüt verdiği kitab ve hikmeti hatırlayın. Allah’tan sakının ve bilin ki; Allah herşeyi çok iyi bilendir.” (âyet: 231)

‘Kadınları boşayıp iddetlerini bitirdikleri zaman, kocalarına geri dönmeleri için onları zorlamayın. Eğer kendi aralarında karşılıklı rıza gösterirlerse... Sizden Allah’a ve âhiret gününe inananlar için, bu bir öğüttür. Bu sizin için daha temiz ve daha paktır. Allah’ın ilmi sonsuzdur; siz ise bilmezsiniz.” (âyet: 232)

Bu âyetler, ‘boşanma’ gibi, bizim fıkhın konusu olarak gördüğümüz, ‘muamelat’ sınıfında mütalaa ettiğimiz ‘amelî’ bir hususa ilişkindir. Ama aynı âyetler, ‘boşanma’ya ilişkin hükümler koyarken, bize birer iman dersi de vermektedir. Allah’ın üzerimizdeki nimetleri, O’nun indirdiği kitab ve hikmet, O’nun Alîm oluşu, Hesap Gününün ve âhiretin varlığı, Allah’ın sonsuz ilmine karşılık insanın zatında bir ilm sahibi olmayışı.. tüm bu hususlar doğrudan doğruya bir iman talimine bakmaktadır. Ki, yine boşanmayla ilgili olan müteakip âyetler de, insana, Allah’ı Basîr, Habîr, Gafûr ve Halîm isimleriyle tanıtmakta; O’nun herşeyi görüyor oluşunu, herşeyden haberdar olmasını, içimizden geçeni bilmesini de sözkonusu etmektedir.

Kısacası, bu âyetler, i ‘amelî’ ve ‘İslâmî’ bir hüküm vermektedirler. Ama bu hüküm, imandan soyut olan, imandan bağımsız olan hükümler değillerdir. Bilakis, verilen hükümler, bir imanî talimi de içermektedir.

Bu durum ise, içinde yaşadığımız ‘bilip de yapamama’ durumunun mühim bir ilacı hükmündedir. Bizlerin dünyasında, ‘İslâmî’ emirler, çoğu kez laik bir ceza kanununun veya laik bir medenî kanunun ruhsuz maddeleri gibi alınır ve algılanır. O emri, baştan sona bize en güzel isimler O’nun olan bir Rabbi tanıtan Kur’ân’ın bütünü içinde mütalaa etmek, çoğunlukla unutulur. Âyetin başındaki ‘ey iman edenler’ hitabındaki sır da unutulur. Keza, âyetin bize Rabbimizi tanıtan ‘esma–i hüsna’nın zikredilmesiyle sona erdiği de.

Sonuçta, sonsuz derecede ruhlu, canlı ve hayattar olan ilahî emirler, kuru ve soğuk bir kanun maddesine dönüşür iç dünyalarda. İnsan, böylesi bir hal içinde duyduğunda veya okuduğunda, bir kıpırdanma, bir titreşim, bir uyanış ve iştiyak hissetmez kendi dünyasında. Çünkü, sözkonusu emrin hayat damarı kesilmiştir. Sözkonusu emrin iman bağı koparılmış; dolayısıyla, o emrin, bütün güzel isimler O’nun olan, kudreti ve ilmi sonsuz olan, mutlak ve küllî rahmetine ve hikmetine bütün kâinatın şahit olduğu bir Rabbin emri olduğu hissedilememiştir.

O halde, ‘bölünmüş hayatlar’ın sıhhatli bir bütüne dönüşmesinin kaçınılmaz bir gereği, imanî-İslâmî, imanî-amelî gibi ayrımları özde ve temelde bir ayrılık gibi görme yanılgısından kurtulmak; İslâm’ın her emrini, her bir ameli, imanî bir muhteva içinde kavramaktır. Bizatihî Kur’ân’ın bunu ders vermektedir.

Bunun için ise, “Her an imanınızı yenileyin” buyuran Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) yolunda, daimî bir imanî tecdid yaşamak gerekmektedir.

VII. PARÇA ve BÜTÜN

İlahî emirlerin, başta ‘iman edenler’ hitabı, içinde iman dersi ve sonunda ‘esma–i hüsna’ talimi yüklü âyetlerle geldiğini gördük. Keza, içinde sözkonusu âyetin yer aldığı sûrenin bütününde de bir iman dersi verilmektedir. Kur’ân sûrelerini imanî sûre, siyasî sûre, ticarî ve iktisadî sûre, sosyal ve ailevî sûre diye ayırmak imkânsızdır. Tüm sûreler, bir imanî örgü içindedir. Bizim imanla bağını kopardığımız; amelî, siyasî, sosyal.. gibi kalıplara soktuğumuz ilahî emirleri de bu örgü içinde sunmaktadır.

Meselâ, Nahl sûresinin 90. âyeti, adaleti, ihsanı ve akrabalara yardımı emreder. Fahiş şeyleri, yani en bariz örneği fuhuş olmak üzere tüm aşırılıkları; iğrenç şeyleri, yani fıtrata ters olan, insana çirkin gözüken, Allah’ın da sevmediği şeyleri; ve bağyi, yani zulüm ve isyanı yasaklar. 9l. ve 92. âyet, yeminine sadık olma, bir antlaşma yaptığında verdiği sözü yerine getirme emrini verir. Bu emirler, Nahl sûresi içindedirler. Ve Nahl sûresi, binek olarak yaratılan at, katır ve eşeklerden süt veren hayvanlara; gökten su indirilişinden yerde ekinler, zeytinler, hurmalıklar ve üzüm bağları bitirilişine; gece ve gündüzün, ay ve güneşin musahhar edilişinden yerde değişik renklerde yaratılan herşeye; denizden ve içinden çıkan balıklardan denizi yara yara giden gemilere; dağlardan nehirlere; insanın kendi gölgesinin bile her daim secdede oluşundan arıya; kuşlardan insanın anne karnından çıkarılışına; gözler ve kulaklardan evlere ve giyeceklere.. kadar gökte ve yerde olan her şeyin ve olayın Allah’ın varlığına, isimlerine, benzeri ve ortağı olmadığına, Hesap Günü ve ahiretin hak olduğuna, vahye ve nübüvvete.. delil kılındığı bir sûredir.

Ki, yalnız Nahl sûresi, bu durumda değildir. Şu satırları yazarken, bir sûreyi örnek vermek üzere Kur’ân’ı açtığımızda karşımıza o çıktığı için Nahl sûresi örnek verilmiştir. İlk sûreden son sûreye, tüm sûrelerin bu özelliği ya açıkça, ya zımnen taşıdığı görülmektedir.

O halde, şunu açıkça söylememiz mümkündür: Bildiğimiz halde yapamadığımız her noktada, imanî bir talim ve bir imanî tecdid problemi vardır. Kur’ân’ın bizden istediğinin çok altında kalan bir inanma düzeyini ‘mü’min’ tanımı için yeterli saydığımız; velev ki Kur’ân’ın istediği bir iman düzeyine bir kez ulaştık diyelim, o zaman da hep bu noktada kalacağımızı varsayarak her gün, her an, o imanı yenilemediğmiz; yaratılan her günü, inandığımız Rabbin isimlerine yeni bir şahit kılmadığımız; kısacası, imanî bir havayı sürekli solumadığımız sürece, ‘İslâm’ı yaşama noktasında da önümüze her zaman ya aksamalar, ya atlamalar yahut isteksizlikler çıkacaktır.

Açıkçası, gözlerim harama kayıyorsa, bunun gerek kendi yaratılışım, gerek bana görme kabiliyeti olan bir gözün verilişi, gerek tüm kâinatın yaratılışı üzerine bir ‘marifetullah’ talimi yaşamamış olmamla ilgisi vardır. Ki, bir kez böyle bir talimi yapmış olmam da yeterli değildir. O talimi yinelemeye, âdeta ‘refleks’ haline gelinceye kadar tekrar tekrar zihnime ve kalbime yerleştirmeye de ihtiyacım bulunmaktadır. Kur’ân’ın tekrar tekrar ‘hatırlama’ üzerinde durması boşuna mıdır? Bir hakikatı bize tekrar tekrar ders vermesi boşuna mıdır? “Allah’ı çokça anın ki felaha [kurtuluşa] eresiniz” buyurması boşuna mıdır? “Allah’ın üzerinizdeki nimetlerini hatırlayın’ demesi boşuna mıdır?

Harama kaymayı kolaylıkla başaran nefsim, namaz kılmada müthiş bir zorlanma yaşıyorsa, bunun da her zaman—ve özellikle o an—gökteki ve yerdeki herşeyin O’nu hamd ve tesbih edişini; en küçük arıdan en büyük yıldıza kadar herşeyin O’nun emrine musahhar oluşunu; şeytan ve ona uyanlar hariç, tüm mahlukatın o Ezel ve Ebed Sultanına kul olmanın şanına yakışır bir itaat ve inkıyad sergileyişini zihin ve kalbimize yerleştirmiş olup olmamaklat ilgisi vardır. Keza, bir ticarî menfaat için, bir işi kaçırmamak için, veya sadece müdürün tepkisini çekmemek için Allah’ın nehyettiği yalana yelteniyorsam, bunun da, imanî bir talim ve tecdid eksikliğiyle ilgisi vardır. Her bir şeye kendi ihtiyacına münasip bir rızkın gönderilişi, çöldeki deveden denizdeki balığa kadar hiçbir şeyin rızıksız kalmayışı, Allah’ın Rahman, Rezzak, Mün’im ve Muhsin isimlerinin bütün kâinatta küllî ve umumî bir şekilde cilvelenişleri üzerinde bir imanî talim yaşayan; ve bu imanî dersi bir kez almış olmakla kalmayıp sürekli ‘anan’ ve ‘hatırlayan’ bir insan, hiç rızık endişesiyle Rezzak-ı Kerîm’inin ‘yalan söylemeyin’ emrini çiğneyebilir mi? Keza, O’nun Habîr, Latîf ve Alîm olduğunu, meleklerin varlığını, Hesap Günü ve âhireti hatırında tutan biri, üç günlük dünya hayatı için, Sâniinin yaratmadığı birşeyi yaratmış gibi gösterme, O’nun kudretine iftira etme ve de O’nun emrini çiğneme anlamına gelen yalana yeltenebilir mi?

Kısacası, iman ne kadar inkişaf ederse, İslâm o derece parlar. İmansız İslâm olmaz.

VIII. O'NU NE KADAR SEVİYORUZ?

Güneşin sabahları dağların ve bulutların arasından her an yeni bir renk cümbüşü içerisinde ağır ağır günyüzüne çıkışını; veya akşamları camlara, deniz yüzüne ve de sokakları tatlı bir kızıllık bırakarak elveda deyişini seyretmeyi herkes sever. Niye gündoğumu veya günbatımı karşısında dakikalarca öyle durup kaldıklarını sorun. Cevap, “Bu manzarayı çok seviyorum” şeklindedir. Veya, “Bu görüntü çok hoşuma gidiyor.” Ardından, ‘bu manzarayı niye çok sevdiğini’ sorun. Cevap şu olacaktır: “Çünkü çok güzel.”

Bir bebeğin masum yüzü, bir papatyanın narin çehresi, bir kedinin süt yudumlayışı, bir martının uçuşu, yaz geceleri Samanyolu’nun bütün görkemiyle gecenin karanlığını şenlendirmesi, incecik hilâlin evlerin azıcık üstünde yeni bir ayı haber verişi.. karşısında da aynı duygu yaşanır. İnsan, hepsini sever; çünkü hepsi güzeldir.

Peki, güzel olan, mükemmel olan birşey neden sevilir? Bu sorunuzun cevabı ya “Bilmem” olacaktır; yahut “İşte.” Ötesi yoktur. Çünkü, cemal ve kemal zâtında sevilir. ‘Nedensiz’ sevilir.

Öte yandan, sevdiği karşısında, fedakâr, muti ve teslimkârdır insan. Sevmediği bir dakikalık işten kaçınırken, sevdiği manzaralar karşısında saatlerini seve seve feda eder. Isınamadığı birinin en zarurî bir ihtiyacını bile zoraki görürken, sevdiğinin küçük bir arzusu uğruna nice cefaya katlanır. Anneler kendisi için bile kıyamadığı uykudan, sevdiği küçücük yavru için feragat ederler. Bir seven, sevgilisi için nice uykusuzluğa, nice meşakkate, nice yola, nice harcamaya ve nice gönül yorgunluğuna razı olur. Başkası istediğinde yapılmayan veya isteksizce yapılan, sevgili istediğinde en büyük sevinç ve lezzet unsuru haline gelir.

Bir diğer açıdan, tanıma ile sevme arasında mutlak bir bağlantı vardır. Sevgiler, tanıdıkça, yolunu bulur. Hiç görmediğiniz ama güzel olduğunu zannederek sevdiğiniz biriyle buluştunuz, diyelim. Onu görüp tanıdığınız o anda, size göre güzel olmayan bir yüzle karşılaşmışsanız, sevginiz sönüverir. Ama, size göre güzel olan birinin, ilk bakışta sizi cezbeden güzel yüzünün yanısıra, güzellik, olgunluk ve kemal yüklü başkaca hallerine de muhatap olduğunuzda, sevginiz muhkemleşir. Daha da sağlam bir hal alır.

Yalnız şefkatli olduğunu zannettiğiniz birine, şefkati dolayısıyla, bir yakınlık duyarsınız. Onun aynı zamanda çok hikmetli işler yaptığını, bilerek ve en uygun olanı gözeterek hareket ettiğini gördüğünüzde, yakınlığınız daha güçlü bir sevgiye dönüşür. Onun yaptığı işi mükemmel biçimde yaptığını gördüğünüzde, sevginiz bir kat daha güçlenir. Ondaki güzel halleri ve kemal sıfatları tanıdığınız ölçüde, sizin ona olan sevginiz de sağlamlaşır. Sevginiz sağlamlaştıkça, aranızda kopması zor bir bağ oluşur—sevdiğinizi, en küçük bir konuda bile üzmek, incitmek, rencide etmek istemezsiniz.

Ve insan, ihsan edene karşı perestiş eder. İhsanın karşılığı ancak ihsandır. Size tebessüm eden bir kişiye karşı çatık kaşla duramazsınız. Size gülümseyen bir bebeği tokatlayamazsınız. Size dostça uzanan bir eli yumrukla karşılayamazsınız. Size ikramda bulunan bir kişiyi karşılıksız bırakamazsınız. İnsan, küçük ya da büyük, kimden ihsan ve ikram görürse, yine bir ihsan tavrıyla karşılık vermek ister.

Tüm bu insanî hallerin, emr-i ilahî karşısında yaşadığımız ‘yapamama’ hallerine bakan bir boyutu vardır. Güzel bir tabloyu seyreden biri, o tabloyu sevdiği gibi, o tabloyu yapanın sanatını da elbette sevecektir. “Tabloyu seviyorum, ama ressamın sanatını hiç beğenmedim” sözü, ancak akılsızlara özgüdür. Eseri seven, müessiri de sever. Sanatı seven, sanatkârı da sever.

İşte, gözümüz önündeki tüm güzellikler, bize, sevmemiz gereken bir Güzeller Güzeli’ni fısıldıyor. O Cemîl-i Zülcelâl’i sevemiyor muyuz? İçimizde O’na yönelik bir sevgi kıpırtısı hissedemiyor muyuz? O halde, tüm o güzellikleri O’ndan bilmiyoruz; başka başka şeylere dağıtıyoruz, sevgimizi onlara pay ediyoruz demektir. Gündoğumu ve günbatımına duyulan sevgi Güneş ve Dünya ikilisinde kalıyorsa; Güneşi ve Dünyayı başka nice hikmetler yanında o güzelim manzaralar için istihdam eden Birini tanımıyoruz demektir. Öyle birini tanıyoruz diyelim; en azından, o noktada tanımıyoruz demektir. Gerçekten tanısak, sevgimizin asıl adresi O’na yönelirdi çünkü. O zaman, yağmurun yağışı, rüzgârın esişi, dolunayın bulutlar arasından geçip gidişi, martıların üstümüzde süzülüşü, balığın suyun içinde kuyruk ve yüzgeçlerini zarif biçimde oynatarak yol alışı, anne kuşun yavrusuna yem aktarışı, bir bebeğin masum masum gülüşü, dağların mor-lacivert karışımı bir renk uyumu içinde sıra sıra dizilişi.. tüm bunlar, ve bunlar gibi nice güzellik, bize o güzel yapılışların ardındaki Sanatkârı bildirir ve O’nu sevdirirdi.

Keza, zihnimiz ve kalbimiz sağa-sola dağılmadan yine o adresi bulsaydı, yahut gaflet zindanları içinde unutulup kalmasaydı; sonuçta gene O’na gider, bize O’ndan haber getirirdi. Her ikisi de derdi ki, herşeyi en güzel ve en mükemmel bir şekilde var eden o Sâni-i Zülcelâl, aynı zamanda her bir şeye çok hikmetler yüklüyor. Cemîl ve Sâni olduğu gibi, Hakîm’dir de. Herşeyi biliyor; herşeyin herşeyle ilişkisini biliyor, ona göre yapıyor. Alîm’dir de. Bilmekle kalmıyor; yapması için tüm kâinata hükmü geçen bir kudrete de sahip olması gerekiyor. Yaptığına göre, Kadîr ve Hâkim’dir de. Hem var ettiği herşeyin ihtiyacını görüyor, rızkını veriyor, onlara merhamet ediyor, onları sayısız nimet, ihsan ve ikramlara garkediyor. Rahman, Rahîm, Rabb, Rezzak, Hannan, Mennan, Kerîm, Mun’im ve Muhsin’dir de.

Bunları bilmekle kalmayıp, O’nun bize dönük sevgisini ve üzerimizdeki nimetini hatırlasa, insan ne yapar? Bize vücud ve hayat vermesi, bizi hadsiz ihtimaller içinde gayet karışık yollardan mükemmel bir surette geçirişi, dünyaya geldiğimiz andan itibaren şefkatli bir sinede en safi ve halis gıdayla bizi besleyişi, sonrasında önümüze ayrı ayrı görünüm, koku, biçim ve tad taşıyan ayrı ayrı nimetler sunuşu, bir gün bile aç bırakmayışı.. karşısında, insana ne yapmak düşer? Hele, yalnızca midemizi doyurmakla kalmayıp gözümüzün önüne papatyadan göğün yaldızlı yüzüne kadar sayısız güzel manzara; kulağımızın önüne kuş seslerinden dalgaların sesine kadar sayısız hoş melodi sunması; keza ayrı ayrı latif kokular bahşetmesi; ayrıca, bizim için zararlı olacak şeyler karşısında gerek görünümü karşısında bir tiksinme, gerek kokusu karşısında bir uzaklaşma, gerek sesi karşısında bir ürkme hissi verişi; bize akıl ve kalb verişi, akıl ve kalb için bir hidayet rehberi olarak Kitab’ı ve nebileri gönderişi.. karşısında ne yapmaz insan? Tüm bu nimetleri gerçekten bilsek ve gerçekten O’ndan bilsek, O’nun emrine tâbi olmakta böylesine zorlanır mıyız? O zaman, bu denli yoğun ‘biliyorum ama yapamıyorum’ halleri yaşar mıyız?

Her güzel şeyi beğenen, her güzellik sahibini seven, sevdiğini hoşnut kılmak için en zor isteği karşısında bile nazlanmayan, ve en küçük bir ihsanı bile donuk bir yüz, boş bir kalb ile karşılamayan insan, bu eşsiz güzelliğin sahibi olan Cemîl-i Zülcelâl’in; bu eşsiz ihsanların sahibi olan Muhsin–i Kerîm’in emirleri karşısında ne yapmaz ki?

Yapmıyorsak, O’nu tanımıyor ve sevmiyoruz demektir. Nazlanarak, mecburen, isteksizce yapıyorsak, O’nu gereğince tanıyıp sevmiyor ve ihsanlarını gereğince hissetmiyoruz demektir.

Kısacası, ilahî emirlerin ifasındaki her aksaklığın, O’nu tanıma ve sevme noktasındaki bir aksamayla ilgisi vardır. Aksaklığın tedavisi de, öncelikle marifetullah ve muhabbetullah noktasında bir inkişaf, uyanış ve tecdide bakmaktadır.

IX. SEVGİMİZİN DELİLİ: UBUDİYET

Bizi seven Biri var.

O, bizi sevdiğini, bize sunduğu bunca hediye, bunca güzellik, bunca rızık ve ihsanla gösteriyor.

Bizi seven, bizim de O’nu sevdiğimizin nişanesi olarak, bizden ubudiyet istiyor. O güzelliğe karşı iman güzelliğiyle ve ubudiyet cemali ile mukabele istiyor.

Bunun için, bize sunduğu bunca ihsan ve ikramın yanında, bizim anlayacağımız dilde bir pusulayı, bizden biri aracılığıyla gönderiyor:

“Ey ahali, şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla, kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız... Hem bu gördüğünüz ihsanat ile, size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi, itaat ile Ona muhabbet ediniz...”

Hem, her emrinde, bizim için çok hikmetler ve rahmetler gizlemiş bulunuyor. Bizden, fıtratımıza ve varoluş amacımıza uygun şeyler istiyor. Hâşâ, bir zorba olarak istemiyor. Fıtratımıza ters şeyler de emretmiyor.

Bizden, her gün beş vakit namaz kılmamızı istiyor sözgelimi. Ve, sayısız nimetlerle rahmetini bildiren bir Rahman-ı Rahîm olarak istiyor. Her bir şeye dercettiği sayısız hikmetlerle hikmetinin sonsuzluğunu bildiren bir Hakîm-i Kerîm olarak istiyor. Bizi bizden daha iyi bilen; bize bizden daha yakın olan bir Alîm-i Basîr olarak istiyor. Herşeye gücü yeten, bizim hiçbir şeyimize muhtaç olmayan bir Samed ve Kadîr olarak istiyor. Adaleti gereği, verdiği bunca kabiliyeti ve ikramı gören ile görmeyeni ayırmak üzere cennet ve cehennemi yaratan; ama kullarının cehennem ehli olmamasını isteyen; bunun için Kitab’ı ve hikmeti veren ve nebileri gönderen; hatasından döneni affeden ama isyanında inat edeni Mahkeme-i Kübrasına sevkeden bir Gafûr ve Cebbar, bir Vedûd ve Kahhar, bir Hannan ve Azîz, bir Zülcelâl ve Halîm olarak istiyor.

İstediği hiçbir şeyi, hâşâ, laf olsun diye istemiyor.

Bizi seviyor. Başıboş kalalım; bizim gibi âciz sebeplerin elinde heder olalım; fanilerden beka umarak hayatımızı zehredelim ve ateşlerde yanalım istemiyor. Bunca nimetiyle bizi sevdiğini bildiriyor. Yine bizi sevdiği için, içinde esma-i hüsnanın cilveleri intişar eden; bize bu fıtratı veren bir Fâtır-ı Hakîm olarak, içinde O’nun güzel isimlerinin cilveleri bulunan ve fıtratımıza tamamen muvafık emirler gönderiyor.

Çok mu?

Onun tüm rahmet, kerem ve ihsanına karşılık, bu emirleri yapmak o kadar zor mu?

Yapmıyorsak, veya isteksizce yapıyorsak, demek ki O’nu gereğince sevmiyoruz. O’nun bizi sevdiği için bunları istediğini de bilmiyoruz. O’nu gereğince sevmediğimiz gibi, tanımıyoruz da. Oysa şu kâinatı güzelce yapanın, şu dindeki tüm emirleri de elbette güzeldir. Rahmeti herşeyi kuşatanın, tüm bu emirleri de elbette rahmetle kuşanmıştır. Şu kâinatın her bir karesine bir lütuf ve merhamet cilvesi yerleştirenin, her bir emri de elbette lütuf ve merhametinin eseridir. Şu kâinatta herşeye sayısız hikmetler yükleyenin her bir emri de elbette birçok hikmetler yüklüdür.

O halde, emr-i ilahî karşısında her bir lâkaytlık, İslâmî yaşayıştaki her bir ihmal, bize, temeldeki bir gediği haber vermektedir. İş dönüp dolaşarak, gene ‘iman’da düğümlenmektedir.

O yüzden, ‘iman çalışması’ her mü’minin görevidir—bazılarının değil. O yüzden, bu iman çalışmasını en başta bir kere yapmış olmak veya yalnızca arasıra yapmak yetmez—her daim sürdürmek gerekir.

‘Bölünmüş hayatlar’dan kurtulmanın yolunu, Kur’ân böyle işaretliyor.



Kur’ân’ın ders verdiği ‘ağaç’ temsili, pek çok ârifin ve âlimin tefekkür dünyasına şöyle bir mânâ tohumu ekmiştir: Kelâm-ı Ezelî olan ve her daim tevhidi ders veren Kur’ân-ı Hakîm, kökü sabit bir ağaçtır. İman bu ağacın dalı; İslâm ise bu iman dalının budağıdır.

Bu yorum, vahiy olmaksızın sahih bir imana varmanın ne denli imkânsız olduğunu ihsas eder. Sahih ve tahkikî bir imanın ancak ilahî vahye ciddi bir muhatabiyetle geleceğini vurgular. Ve, ancak böyle bir iman ile İslâm’a ulaşılabileceğine dikkat çeker. Barındırdığı bu sıra itibarıyla, bu yorum, yaşamakta olduğumuz hayattaki açmazları çözmede, bize önemli anahtarlar sunuyor gibi görünüyor.

Temelsiz bir bina ne kadar ayakta kalabilir? Motoru olmayan bir araba iteklemek suretiyle ne kadar ilerletilebilir? Dalından koparılmış bir budak, tazeliğini ve hayatiyetini ne zamana dek koruyabilir?

Nasıl kök olmadan dal, dal olmadan budak, budak olmadan meyve gelmiyorsa, vahyi merkeze almadan kamil ve tahkikî bir imana; imanı merkez almadan da salih fiil, hal ve amellere varmak mümkün değildir.

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut