Arşiv

 “Medeniyetin Arka Sokakları” yahut “Efendi İtle Oynuyor”

Bize “yeryüzü cenneti” vaad edenler, cehennemi sümen altında saklıyordu. Gülümseyen dudakların ardında, ısırıcı dişler vardı. Görkemli yalancı cennetler sunan hâzır medeniyet, o cennet maskesi ardında saldıran cehennemler taşıyordu. Şu cadde, bunun delili idi. Gösterişli caddelerin bittiği yerde, medeniyetin arka sokakları başlıyordu.


“YİTİK HİKMET” adına birşeyler bulabilme ümidiyle gittiğim Amerikan Kütüphanesi’nden eli boş dönüyordum. Hikmet orada da yitikti. Kasvetli binalar ve güneşsiz dar sokaklar arasından geçtim, İstiklal Caddesine vardım. Gözlerin ve gönüllerin vitrinlere, markalara, afişlere, parke taşlı kaldırımlara, etek boylarına ve de yırtmaçlara esir edildiği sözümona “İstiklal” caddesini de geçip, otobüse binecektim. Yılın sonuna doğruydu. Cadde yılbaşına hazırlanıyordu. Küçük küçük lambalar, ışıltılı vitrinler, renkli kaldırım taşları, film afişleri, bindirimden sonra indirim levhaları, fiyat listeleri, kimin ne yediğini yemeyenlerin de gördüğü lokantalar, gösterişli binalar, sanat galerileri, sinemalar, tiyatrolar, ve de banka şubeleri ile, cadde bana “medeniyet”ten haberler taşıyordu. Gözümü de yanına çekmiş olan nefsimin keyfine diyecek yoktu. Ama kalbimin daraldığını, karardığını hissediyordum.

O sırada, nereden esti bilinmez, aklıma, cadde boyu yürümeyip arka sokaklara sapma fikri düştü. Sağa saptım. Işıltılı vitrinler, fantastik lambalar, renkli taşlar, görkemli şubeler ve gösterime çıkmış insan sûretleri yüz metre sonra bitiverdi. “Medeniyet” timsali caddenin çok değil, yüz metre uzağında bambaşka bir tablo sergileniyordu. Karanlık sokaklar, yıkık-dökük binalar, çukurlar, güneşsiz yüzler, bodrumların soluk benizleri, ezilenler, izbe mekânlar, gün boyu güneşsiz çalışanlar, bekar odaları, dökülen “daire”ler, sefil yüzler, çöp, gürültü, kir, sefih yüzler, acı, eziklik, keder, hüzün, isyan, fakirlik ve hayret beraberce “hoşgeldin”e çıkmışlardı. Ama hoş bulamadım. Üzüldüm.

O an, birkaç yıl önce izlediğim bir şarkı klibi aklıma düştü. Allah vergisi o yumuşacık sesiyle Phil Collins kulağıma mırıldandı: “Oooh, think twice.”

“Amerikan rüyası”nı kâbus olarak yaşayanlara adanmış bir şarkıydı. Onbeş milyon evsizden, çöplükte yiyecek arayanlardan enstantanelerle başlıyor, ve bu manzaranın kelimelere döküldüğü dizelerle sürüp gidiyordu. İkide-bir, bir daha düşünme davetini unutmadan: “Think twice, there is another day in paradise.”

Sahiden, şarkının da vurguladığı gibi, bir kez daha düşünmek gerekiyordu. Bize “yeryüzü cenneti” vaad edenler, cehennemi sümen altında saklıyordu. Gülümseyen dudakların ardında, ısırıcı dişler vardı. Görkemli yalancı cennetler sunan hâzır medeniyet, o cennet maskesi ardında saldıran cehennemler taşıyordu. Şu cadde, bunun delili idi. Gösterişli caddelerin bittiği yerde, medeniyetin arka sokakları başlıyordu. Ve arka sokaklar, medeniyet adlı riya tablosunu yeterince ele veriyordu.

***

“Medeniyetin arka sokakları”nı yazmak, işte o gün aklıma düştü. O günün üstünden, günler, aylar ve üç yıl geçti; ve bu konu, düştüğü yerde kaldı. Kaç kez niyet ettim, yazamadım. Çünkü Phil Collins’in “Think twice”ına varmadan, Bob Dylan’ın “No time to think”ine yakalandım. İki kez düşün demek, bir daha düşün demek kolaydı; ama bir şarkı ırmağı diye de anılan Dylan, “Düşünecek zamanın kalmaz” diye hatırlatıyordu. Çoğu zaman, bir kez düşünmeye dahi vakit kalmıyordu. Önü alınmaz bir “ihtiyaçlar” seline kapılmıştık. Lüzumlu mu, lüzumsuz mu demeden yüzlerce, binlerce maddeye uzanan bir “ihtiyaçlar listesi” uydurmuştuk. Gün boyu bu uğurda çalışıyor, saatler boyu yollarda kalıyorduk. Yorgun-argın döndüğümüz evimizde ancak uykuyu düşlüyorduk. Bir de maçlar, yarışmalar, haberler, filmler ve açık oturumlar vardı? “Aman canım, o kadar da olsun”du.

Böylesi bir ortamda, yine de, dünyalarımıza birşeyler düşmüyor değildi. Her birimizin aklına, zaman zaman kimi sorular ve kimi ipuçları geliyordu. Ama bölük-pörçüktü hepsi. Çoğu kez, birleştirmeye vakit olmuyordu.

***

Üç yıl boyu, yazamadığım o konuyla hemhal bir halde dolanıp durdum. İstiklal Caddesini, diğer caddeleri, ara sokakları defalarca arşınladım. Zaman zaman göz “kamera”sıyla “arka sokaklar”da “fotoğraf”lar çektim ve “zihin” banyosundan geçirip, “hafıza” arşivinde sakladım. Bu fotoğrafları bir araya getirecek olduğumda, ilginç kimi hususlar buldum. Sözgelimi, caddelerin en lüks, en şatafatlı, en ışıltılı binasını, genelde bankalar oluşturuyordu. Ve banka şubelerinin yanıbaşında, kimi yoksullar dileniyordu. İçeride onar, yirmişer, ellişer milyonluk desteler alınıp verilirken, dışarıda beşyüz liranın hesabını yapan insanlar vardı. Yahut, lüks model otomobillerin sergilendiği bir galerinin önünde, bir pazar günü, boylu boyunca uzanmış bir evsizi görmüştüm.

Ne ki, bunlar, “arka sokaklar”dan “cadde”ye kazara taşmış görüntülerdi. Vitrinlerin ışıltılı ve sahte gülücüklerinin aç, muhtaç ve mahzun bir yüzle lekelenmesine, aslında pek izin verilmezdi. Cadde medeniyetin görücüye çıktığı yer idi; medeniyet adına sefilleştirilen fertler, mümkün mertebe arka sokakta tutulurdu.

Bu hali Beyoğlu örneğinden başlayıp genelleştirmeyi denediğim bir gün, ilginç bir noktaya gelecektim. Nasıl İstiklal Caddesi ile arka sokakları “iki yüz”ü ve elbette “ikiyüzlülüğü” ele veriyorsa, bütün bir İstanbul da aynı ikiyüzlülüğün izini taşıyordu. Meselâ Etiler’de, Florya’da, Kalamış’ta veya Yeniköy’de oturan öyleleri vardı ki; Taşlıtarla’da, Tozkoparan’da veya Başıbüyük’te oturan işçisine biraz daha fazla para vermemek için sayısız diller döküyor, ama köpeğinin ithal maması için işçisinin maaşından fazla ödenek ayırıyordu. Öyleleri vardı ki, bir araba için, onca milyara para demiyordu. Caddeyi cadde yapan arka sokaklardı; ama iş “ücret ve mükafat”a gelince, orası unutuluyordu.

Büyükşehirler ile taşra, Batı ile Doğu, Kuzey ile Güney, Avrupa’yla Asya veya Afrika arasında yaşanan da buydu. “Birisinin kazanması gerekiyorsa, birileri kaybetmek zorundadır” diyordu hâzır medeniyet. Ne gözyaşı, ne merhamet. Ne ihsan, ne de şefkat. Onlara yer ve izin yoktu. Zira hâzır medeniyette işin kuralı buydu. Kazanmak asılsa, kaybettirilecek birileri gerekiyordu. Dahası, daha da çok kazanmak için, kayıpları gizleyecek veya unutturacak formüller lâzımdı. Bankalar, afişler, billboard’lar, açık oturumlar, çok-uluslu şirketler, talk-show’lar, ekonomi sayfaları, reklam filmleri, holdingler, top, pop, cop, lolipop, genel müdürler, sermaye kurulları, gökdelenler, shopping-center’lar, borsalar, faiz oranları, cips, blue jean’s, sosyolojik tahliller, iktisat teorileri, büyüme analizleri, plaza’lar, stadyumlar, uzmanlar ve istatistikler neyin nesiydi?

Ama “arka sokaklar”ın bir kez farkına varılırsa, tüm bu makyaj malzemeleri eriyip gider; milyonlarca âşığının mahveden medeniyet âşuftesinin maskeli yüzü ardındaki ismetsiz ve kan emici sûret, kendini ele verirdi.

***

Dahası vardı. ABD’de, Avrupa’da, Japonya’da, “refah toplumu”nun üyesi on milyonlarca evsiz vardı; ve bir kısmı, şimdilik parkları ve ambalaj kutularını mesken edinmişti. Her yıl vicdanları uyuşturmak üzere alkole, kokaine, eroine, LSD’ye, marijuanaya vesaireye milyarlarca dolar gidiyor, bir o kadar para da bu iptilalarla mücadeleye harcanıyor; bir o kadarı daha, bu iptilalar yüzünden çıkan kaza, yangın, sakat doğumlar, cinayetler, v.s.’nin telafisine sarfediliyordu. Modernler evsizdi; ve her iki Batılı çocuktan biri ya anasız ya da babasız büyüyordu. İntiharda bir numaralı ülkeler, millî gelirde de bir numara olanlardı. Cinayet oranları açısından da, durum aynı sayılırdı. “Süper güç” ABD, süper cinayet ülkesiydi; onu Avrupalı hemcinsleri izliyordu. En “Batılı” Müslüman ülkesi olarak Türkiye, cinayet oranlarında da, İslâm ülkeleri arasında başı çekiyordu.

Bunlar caddenin hemen yanıbaşındaki sokakta görünen manzaralardı. Daha arka sokaklara varıldığında ise, iki asır sağmal bir inek gibi sömürülüp yokluğa ve fakirliğe itilen efsanevî zenginlik diyarı koca Hindistan; Kızılderili kıyımı; millî savaşlar; emperyalizm; Rotschild’ler; borsa oyunları; köle tacirleri; müflis fakir devletler; kanı emilen Afrika; insan sayılmayıp “aborigines” denilerek neredeyse yok edilen Avustralya yerlileri; sosyal Darwinizm; kuvveti haklı göstermek için girişilen felsefî ve teorik cambazlıklar; “Tanrıyı öldüren” ve çıldıran, “Süperman” ideologu sefil Nietzsche; küfrünün bedelini “karanlık” ve “tradeji” ile ödeyen “trajik-ben” mucidi Schopenhauer; iki dünya savaşı; Malthus’un nüfus teorisi; Charles Dickens veya A.J. Cronin’in sefalet romanları; yok edilen ormanlar; yakılan şehirler; Hiroşima; Somali, diğerleri ve diğerleri vardı. İlk çağların tüm vahşetini bir defada kusmuştu şu medeniyet. Elli beş milyonun öldüğü iki dünya savaşı, kırk milyon insanı öldürten Stalin, “Amaca giden her yol mübahtır” diyen Makyavel, “İnsan insanın kurdudur” diyen Hobbes, “Hayat mücadeledir” diyen Spinoza, “Hayat mücadeleden ibarettir” diyen Mustafa Kemal, Avustralya yerlilerinin katlini “doğal ayıklama” diye görüp kansız bir yüzle seyreden Darwin, hangi medeniyetin mahsulüydü? Laos, Ruanda, Mali ya da Kamboçya, bugün kimin bedelini ödüyordu?

***

Ne var ki, “arka sokaklar”a o kadar dalmaya da aslında gerek yoktu. Mazlum olarak ölenler için, rahmet-i ilâhiyenin hususi bir inayeti elbet olurdu. Dünyalar sönse de, âhiretleri kurtulurdu. Bir hayat verilir; sonsuz bir hayat kazanılırdı.

Oysa “cadde”nin kendisinin işi bir hayli zordu. Dünyayı isterken âhiretini mahvetmek; fani bir refahın peşinde sonsuz ve baki bir hayatı idam-ı ebedîye döndürmek sözkonusuydu. Bal tutan parmağını yalardı gerçi; ama zehirliyse bal, az sonra mideleri yandırırdı. Thomas Eliot’a o meşhur “Çorak Ülke”yi yazdıran neydi? “Bir hiçti Allahsız insan, oraya buraya savrulup duran” dedirten neydi? “Cehennem ne ki zaten, insanın kendi cehennem” diye vaveylaya boğduran neydi? Daha geçen gün Ahmet Altan niye “Cehennem benim” diye yazmış olabilirdi? Pembe diziler hangi bebeğin yalancı emziğiydi? İmaj cennetleri kimin icadıydı ve kim için vardı? Romanlar, filmler, alışveriş merkezleri, piyesler nereden icap ediyordu? Ruhun ızdırapları, kalbin ağlamaları, ayrılıklar, ölüm, hiçlik, karanlık, aklın cinneti, maddeye indirilen gözler, şehvet tutsaklıkları, kabartılmış nefisler, yokoluş, adem, zeval, kabus, hüzün, çözümsüzlük, intihar, cinayet.. tüm bunları ne yapmalıydı?

***

Şu medeniyet Afrika’da, Asya’da, Avustralya’da, hatta kendi diyarında, milyonlarca insanın dünya hayatına kasdetmiş olabilirdi. Bu eşsiz–menendsiz cinayetleri belgeleyen onlarca, yüzlerce kitap da vardı. Bu ölümleri sevemezdim; çünkü her insan ayrı bir âlem demekti, Rabbinin isimlerini tecelli ettiren ayrı bir ayna demekti, o yüzden bir insanı öldürmek âlemi öldürmek kadar şiddetli bir kabahatti.

Ama bu cinayet tablolarına takılıp kalmışken, atladığımız birşey vardı. “Vahşi Batı” diye kitaplar yazıp milyonlarca cinayeti belgelemek, bu yüzden bir yanılgıydı. Bakışı asıl noktasından alır, saptırırdı. Asıl ölen bedenler değil, ruhlardı, canlardı, vicdanlardı. Asıl yitirilen fani hayatlar değil, ebedî hayatlardı. Bu açıdan bakılırsa, yaşayanlar da ölü sayılırdı. “Mezar-ı müteharrik bedbahtlar” sözünü Said Nursî, laf olsun diye söylemiş olamazdı. Hâzır medeniyet, otuz yıllık süfli bir hayat için giriştiği soykırımlardan önemlisi, otuz yıllık süfli bir hayat için, nice baki hayata kasdediyordu. “Yeryüzü cennetleri,” nice insanı “sonsuz cehennem”e atıyordu. Kalbler ölüyor, ruhun işlevi tersine dönüyordu. Nev-i beşerin gündüzünü geceye kalbetmiş, sonra yalancı ve muvakkat lambalarla o geceyi gündüz diye yutturmaya kalkışmıştı şu hâzır medeniyet.

Ama ne televizyon, ne kanallar, ne de kanallar arası zapping; ne moda, ne spor, ne roman, ne fotoroman, ne gökdelen, ne alışveriş merkezi, ne pop, ne de top John’un, Hans’ın, Adriano’nun, Kuniyasu’nun, Fang’ın, Aylin’in, Korkut’un, Amadu’nun, George’un, Börteçene’nin, İgor’un, Lara’nın veya Dilara’nın ölüm korkusunu çözmüyordu. Borsa haberleri, faiz oranları, büyüme hızı, ya da sesten hızlı uçaklar yüzlerce, binlerce, milyonlarca, milyarlarca insana kim olduğunu, neden burada olduğunu ve nereye gittiğini söylemiyordu. Akşam veya gece yarısı uğradığı pub, bar veya diskotek de; o mekanlarda içtiği en ucuz votka ve en pahalı viski de; ABD’de, TC’de, Japonya’da, Almanya’da, Güney Afrika’da, Kazakistan’da veya Fas’ta veya başka herhangi bir yerde yaşayan herhangi bir medeniyet adamına, Heinrich Heine’nin dalgalara sorduğu şeyi, “hayatın sırrı”nı fısıldamıyordu. Saray boştu, efendi itle oynuyordu.

Ruhlar, akıllar ve kalbler kuvve-i şeheviyenin geminin boşandığı alanların hizmetine koşuyordu. Tüm bir kâinatı ihata etmeye müstaid kalbler, bir öpmede, bir sevmede tüketiliyordu. Ah keşke duygularını verdikleri şeyler, o duygular kadar kıymetli olsalardı? Duygular ve de o duyguların sultanı ve efendisi, batn ve fercin hizmetine hapsolunmuştu. Duygular barışık değil, karışıktı. Güneşi görünce, sarı saçlı bir aktrisi düşünüyordu akıl; “yıldız” deyince yeni bir sinema oyuncusu düşünülüyordu. Hüsn-ü mücerred ölmüş; cemalperestlik suretperestliğe teslim olunmuştu. En önemli görülen; akıl, hayal, kalb ve ruh gibi duyguların hizmetine verildiği şey, tendi, mideydi ve daha aşağısıydı. Kapıcı saray sakinlerini yönetiyor; efendi itle oynuyordu.

Yıllar yılı yuvarlanan kimi taşlar idam, adem, elem ve hiçlik çukuruna düşüyordu. Aynı akıbete razı olamayan kimi başlar acıyor, ağrıyor ve dahası zonkluyordu. Vitrinler, lokantalar, bankalar, kısacası cadde hep doluydu; herşey dışarı yığılmıştı, ama sarayın içerisi boştu. Hep nazik vazifeler muattal, başı boş kalmıştı. Ahlâk sükût etmiş ki, kapıda bu suret alınmıştı.

İstiklal Caddesi, “arka sokaklar”ıyla birlikte, yalnızca şu hâzır medeniyetin bir özeti değildi. Şu hâzır medeniyetin her bir ferdinin de özeti gibiydi. Caddeyi her adımlayışımda biraz daha farketmiştim ki, bizim halimiz pek farklı sayılmazdı. İç boşalınca, duygular dışa dönüyordu. Kalbleri, ruhları, duyguları süslemeye adanmayan zamanlar dudağın, kaşın, gözün süslenmesi için harcanıyordu. Rabbimizin güzel isimlerini düşünmekten alıkonan zamanlar, vitrinlerdeki marka isimlerini düşünmekle geçiyordu. Kâinat manzaralarını seyirden çalınmış zamanlar elbise manzaralarını veya TV gevezeliklerini seyirle heba oluyordu. Ruh boşalınca, mideler kolayca doluyordu. Boşaltmak uğruna, kola’yla ve molayla, biraz daha doluyordu. Saray boştu, efendi itle oynuyordu.

Oysa bir saray daha vardı. Kapıda uzanmış vefakâr bir it ve sert, sakin bir kapıcı ile sönük bir vaziyet sergileyen bir başka saray daha vardı. Efendi görünürlerde yoktu; zira içerideydi. Kapı önünde değil, içerde şenlik vardı. Daire daire üstünde, ayrı ayrı nazik vazifeler ile meşguldü saray ehli. Çocuklar ders okuyor, hanımlar latif sanatlarla uğraşıyorlar, en yukarıda efendi herkesin rahatını temin için gerekeni gerektiği yere yolluyordu. Efendi ite yemeğini veriyor, ama onunla oynamıyordu. Hanımlar yabancı erkeklerle düşüp kalkmıyordu. Duygular barışıktı. Kalb vahye, ruh Rabbanî emre ve ilhamata açıktı. Akıl melekûttan haberler taşıyordu. Ele, dile, avuca ve göze verilen lezzetler, birer şükür kapısı halini alıyordu. Herşey başlıyor, ama bitmiyor; ebedîleşiyordu.

İkiyüzlü olmayan; içi de, dışı da bir olan bir saraydı bu. Zahirde sönük, şatafatsız; ama esasen sevinç, sürur ve huzur doluydu. “Ahsen–i takvîm” âyetiyle başlayan ‘Yirmiüçüncü Söz’ün verdiği ders–i ubudiyet, bu sarayın yoluydu. Bu âyetin ışığıyla, kitapçık asıl “İstiklal” caddesinin tarifini veriyordu.

Bense hâlâ eşikteydim. Medeniyetin arka sokaklarını görmüş; efendiyi itle oynarken seyre koyulmuştum. Ruhumun istediği, bir başkasıydı. Onu biliyor, eşiğinde duruyordum. İçeri girmem için, içerideki manzarayı hissedip zevketmem için ise, nefis itini gemlemem gerekiyor olmalıydı. İtlerin dolaştığı bir semte, melekler uğramazdı.



Bize “yeryüzü cenneti” vaad edenler, cehennemi sümen altında saklıyordu. Gülümseyen dudakların ardında, ısırıcı dişler vardı. Görkemli yalancı cennetler sunan hâzır medeniyet, o cennet maskesi ardında saldıran cehennemler taşıyordu. Şu cadde, bunun delili idi. Gösterişli caddelerin bittiği yerde, medeniyetin arka sokakları başlıyordu.

Vitrinlerin ışıltılı ve sahte gülücüklerinin aç, muhtaç ve mahzun bir yüzle lekelenmesine, aslında pek izin verilmezdi. Cadde medeniyetin görücüye çıktığı yer idi; medeniyet adına sefilleştirilen fertler, mümkün mertebe arka sokakta tutulurdu.

Bu hali Beyoğlu örneğinden başlayıp genelleştirmeyi denediğim bir gün, ilginç bir noktaya gelecektim.

Bal tutan parmağını yalardı gerçi; ama zehirliyse bal, az sonra mideleri yandırırdı. Thomas Eliot’a o meşhur “Çorak Ülke”yi yazdıran neydi? “Bir hiçti Allahsız insan, oraya buraya savrulup duran” dedirten neydi? “Cehennem ne ki zaten, insanın kendi cehennem” diye vaveylaya boğduran neydi? Daha geçen gün Ahmet Altan niye “Cehennem benim” diye yazmış olabilirdi?

Ama bu cinayet tablolarına takılıp kalmışken, atladığımız birşey vardı. “Vahşi Batı” diye kitaplar yazıp milyonlarca cinayeti belgelemek bu yüzden bir yanılgıydı. Bakışı asıl noktasından alır, saptırırdı. Asıl ölen bedenler değil, ruhlardı, canlardı, vicdanlardı. Asıl yitirilen fani hayatlar değil, ebedî hayatlardı. Bu açıdan bakılırsa, yaşayanlar da ölü sayılırdı. “Mezar-ı müteharrik bedbahtlar” sözünü Said Nursî, laf olsun diye yazmış olamazdı.

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut