Arşiv

 Laikliğe Lâyık mıyız?

TÜRKİYE’DE BÖYLE olduğunu biliyorum... Gerçi dünyanın neresi olursa olsun, insanın yine aynı insan, hassasiyetleri ve zaaflarıyla aynı insan olduğunu da biliyorum. En azından kendimi biliyorum...

Konuları genel bağlamda konuşmak kolay, özel dünyamıza ve hayatımıza indirmek zor olmuştur hep. İslâm âleminin problemlerini ve âlem-i İslâmı kurtarma çabalarını bol bol konuşup tartışırken, kendi imanî problemlerimizi ve imanımızı kurtarma çabasını diğerinin onda biri kadar bile sokmuyoruz sanki hayatımıza...

Şahsen kendi nefsimle uğraşmak bana zor ve ağır geliyor. Nefsimle ilgilenmekten kaçıyorum. Genelde de insanlar böyle yapıyor galiba...

Elbette nefsimiz bunu bize pek farkettirmiyor, açık açık da söylemiyor. Uygun kulpları ardarda sıralayıp duruyor. Bu dairede uğraşın büyük cihat olduğunu da unutturuyor; asıl vazifenin bu dairede olduğu sıkça ikaz edilirken —malumunuz nefis— sonra çaplar değişiyor, daireler karışıyor, hayatımız böyle sürüp gidiyor.

Son yıllarda sürüp giden “laiklik” tartışmalarına bakınca, düşündüğüm şu noktayı tekrar hatırlatıyor gibi geldi bana.

Üzerinde çok konuşuldu...

Beşerî kanunların insanların yönetiminde ne kadar yeterli olacağı… Aciz bir insan, dolayısıyla aciz bir meclisin insanın sonsuz ihtiyaçları ile ilgili konularda vereceği kararların ne kadar isabetli olacağı… Ehl-i dinin bizi bir Yaratan var, O’nun koyduğu kanunlara uymak zorundayız, izahları ve bunu temellendirip kuvvetlendiren delilleri… Buna karşılık ehl-i dünyanın İran’a benzeme korkusu… anlatıldı, söylendi, durdu.

Yıllarca “Laiklik, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır” tanımı ezberletildi. Hatta zihinlere nakşedildi. Bakınız inkılap tarihi kitapları Orta 1, 2, 3, Lise 1, 2, 3’e. Hatta biz üniversitede bile okuduk.

Bu kargaşa, koşturmaca; bu konuyla ilgili fikirlerin çarpışması genel bazda her ağızda konuşula dursun; bir yönü vardı, unuttuk. “Laiklik”i sözümona “global düzeyde”, “genel bağlamda” tartışmak derken; kendimizin şahsen laikliğin neresinde olduğunu soramadık.

Hepimiz bireydik, insandık, en oturaklı ve anlamlı ifadeyle “kul”duk. Her an kulluğumuzu yaşamak gibi, dünyadan büyük bir vazifemiz vardı. Bu da beraberinde her an laik olmamak gibi bir anlam getiriyordu.

Devlet laik olmamalı, olmasın derken bunu diyen ben ve bizler, özel hayatımızda laik olmadan yaşamayı sürdürüyor olmalıydık. Ya da en azından özel hayatımızda laik olmadan yaşama çabasını dert ediniyor olmalıydık... Devletin müdahalesinin hiç olmadığı binlerce noktada laik miydik, değil miydik; bunu düşünüyor olmalıydık.

Şöyle hafifçe hayatımıza bakmak yeterdi galiba.

Hastalanan bir arkadaşımıza yaptığımız ziyarete çiçeksiz gittiğimiz olmaz. Peki o buketi sunarken nedir düşündüklerimiz... Sanat sanatkârsız olmaz deriz hep. Çiçeğe bakarken de, toplarken de, satın alırken de... Yüce Sanatkârın sanatını anlatan bir dildir çiçek... Sonsuz dilden bir dil... Sonsuz çeşitlilikten bir çeşit... 7’den 77’ye hepimiz bunu söyler ve düşünürken, hatta kimilerimiz söylemez, düşünmez ama hissederken çiçeğin rehberliğinde Rabbimizle tanışır, buluşuruz... Bu şartlarda çiçekler bizim için dinî ve uhrevî olur. Öyle bir hal alır en azından...

Bu tabloda bir de çiçek götürmeyi söyleyen duygularımız vardır oysa... Ama yıllarla beraber gelen, kendimizde gözükenleri kendimize mal etme alışkanlığımız burada da bizi yakalar. Duygular bizim duygularımız, yani bizim malımızdır. Başka bir deyişle, sahipleri bizizdir.

En azından öyle sanırız. Herşeyin yaratıldığı şu kâinatta, çiçekler yaratılmış, duygularsa yaratılmamıştır bizce. İşte biraz uhrevî, biraz dünyevî bir tablo... Bir çiçeği Yaratıcısı adına düşünebilmekle beraber, duygularımızı “Veren”siz düşünüp, kendi mülk hanemize dahil etmemiz. Ve bir hediyeleşme karesini bile duygular dünyevî, çiçek dinî diye ayıran zihniyetim.

Ardından da “Bir kareden ne çıkar canım?” sorusuyla kendime baktığımda, sıralanan onlarca örnek...

Çoğumuz okuyoruz; ya da okulu yeni bitirdik. Okuldaki halimiz, düşüncelerimiz çok sıcak ve tazedir sanırım. Genelde okul mecburen okunur; o, inandıklarımı ifade etmenin en uygun ortamı ya da geleceğe yönelik hedeflerimin katlanılması gereken ara basamaklarıdır.

Bu zihniyetle de kantinde Rabbimden bahsetmek dinî ve uhrevîdir. Oysa kelimeler itibariyle Rabbim demesem bile; derslerde bize verilip hafızamızda nakşedilen bilgiler Hafîz olanı öğretmiyor, Hafîz olanı tebliğ etmiyor mudur?

Bu şartlarda anfide oturup soru çözerken dünyevî, kantinde Rabbimden bahsederken uhrevî olmam mümkün müdür? İki durumda da beni eğiten aynı Rab değil midir?

İş hayatı belki de hepimizin farklı olaylarla aynı problemi yaşadığımız saha... Ticaretle meşgulüzdür meselâ. Besmele ile açarız işyerimizin kapısını. Sonra müşteri gelir. Toptan birkaç parça eşya alacaktır. İstediğimiz fiyatı kabul ettirmek için başlarız piyasanın şartlarını saymaya... Konuşuruz, konuşuruz... Malımızın piyasanın en iyisi olduğuna atıfta bulunuruz. Yalan söylemesek bile, biraz abartmanın mahzuru yoktur. Kafası karışan alıcı istenilen parayı öderken, neredeyse ucuza aldığını bile düşünür. “Malınızı satarken övmeyin, aldığınız malı kötülemeyin” prensibi teorik bir bilgi olup, hayatımıza iğreti kalır. Aklımızın ürünü olan “Biraz daha fazla kazanıp o parayla, okunması gerekli kitapları alıp dağıtırım” fikri ekseninde dünyevîliği uhrevîliğe tercih ettiğimizi farketmeyiz. Çünkü imanı kuvvetlendiren kitaplardır dağıttığımız... Ama yol, Rabbimizin istediği yol mudur? Dinî, yani uhrevî olan mıdır? Yapmak istediklerimiz ve niyetimiz sebebiyle kitap dağıtmak dinî ve uhrevî, ama onları sağlama yol ve yöntemimiz dünyevî değil midir? Vahyin prensipleri yerine aklın prensiplerini yerleştirdiğimiz tüm alanlarda da aynı hali yaşıyor değil miyizdir?

Örnekler böyle uzarken; çiçek ayrı, duygular ayrı; anfide ders dinlemek ayrı, kantinde Rab’den bahsetmek ayrı derken... Vahiy mi akıl mı kararı, daha doğrusu problemi yaşanıyorken, tek tek olayları dinî ve dünyevî diye bölen zihniyetim var ortada. Anların toplamı olan günlerimi ve günlerin toplamı olan hayatımı da dünyevî ve uhrevî diye bölen bir zihniyet...

Böylece hayatıma takılan birçok anda “din” ve “dünya”yı beraberce üzerimde taşıyorken, birden kendimi yıllarca ezberletilen şu tanımın içinde buluyorum farketmeden... “Laiklik din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır.” Dinin uhrevî, devletin ise dünyevî zihniyeti temsil eden ifadeler olduğu mâlûm.

Hal böyle iken hayatımızın her anını Rahman-ı Rahîme teslim edip bunun lezzetiyle lezzetlenmekten uzak kalacaktık. Oysa kalpler ancak O’nu tanıyınca nefes alabilir, tatmin olabilirdi. Yaşanan olayların bir kısmının “O”nu, bir kısmının “ben”i ve “sebepler”i işaret ediyor oluşu, dünyada yaşanması olası cennet halinden beni uzaklaştırırdı.

Çiçeğin sahipliğini “O”na verip duygularımı kendim sahiplenirken yaşadığım hal bu değil miydi? Duygularımızla taşıdıklarımızı kendi üzerimize alıp, o yükü kaldıramayıp altında ezilip eriyen biz değil miydik? Sevip sevilirken ya vazgeçerse ya da sıkılırsa deyip ademî bir hale olası kimliği verip şimdiden o günlerin acısını taşıyan biz değil miydik?

Fakülte kantininde tevhidden bahsedip, sınavları verebilmek için anfide sıkıntıdan patlayan biz değil miydik?

Bu örnekler ve daha bir çoğunun baş oyuncuları bizdik. Hayatlarsa bizim hayatlarımızdı... Korkularımız, üzüntülerimiz ve sıkıntılarımız vardı. Açıkçası bir yerde yanlışlar vardı. Bunları haber veren elçiler ise birçok kareden bize göz kırpıyorlardı. Velhasıl hayatımız Rahman-ı Rahîmin dünyada yaşanabileceğini söylediği cennet hayatından uzaktı. Ve kanımca, bu uzaklıkla hayatımızdaki laik düşünce kırıntıları arasında önemli bir ilişki vardı.

Artık itiraf edelim, laiklik bizim dünyamıza da sızmıştı kısacası... Kendi dünyamızda laik zihniyetin tortularını üzerimizden atmaya çalışmadıkça, bunun duasını yapmadıkça böyle idare edilmeye de lâyıktık açıkçası...

Kur’ân’ın ve kâinatın da şahit olduğu üzere Rabbimiz Âdildi; zulmetmezdi. Adaletle hükmederdi... Neye lâyıksak onu verirdi; onu veriyordu.

Küçük organizasyonlardan büyük devlet politikalarına değin ne kadar tezgahtan bahsedersek edelim, şu hakikat ortadaydı: “Esbap (sebepler) zulmeder, kader adalet ederdi.” Suçluları dışarda aramak boşunaydı. Çünkü “Nasılsanız, öyle idare edilirsiniz” diyen bir Resul-i Ekrem örneği vardı Sünnet–i Seniyye’de.

Laikliğin beraberinde lâyıklığı getireceği net olan hakikatler ışığında; özel hayatımızı tekrar bir gözden geçirmek; “ben”i ve “sebepler”i, “O”nda eritmekten başka çare yok gibi gözüküyor...

Bu çabanın olmadığı zamanlarda ise zaten durum ortada...



Bir yönü vardı unuttuk. “Laiklik”i sözümona “global düzeyde”, “genel bağlamda” tartışmak derken; kendimizin şahsen laikliğin neresinde olduğunu soramadık. Hepimiz bireydik, insandık, en oturaklı ve anlamlı ifadeyle “kul”duk. Her an kulluğumuzu yaşamak gibi dünyadan büyük bir vazifemiz vardı. Bu da beraberinde her an laik olmamak gibi bir anlam getiriyordu.

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Sevde Sevan Uşak




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut