Arşiv

 Şefkat Bir Daha Şefkat

Hemen herkese, hemen herşey hakkında dümdüz gitmenin telkin olunduğu bir çağın insanıydım. Bir kişiden hareketle bir topluluk mahkûm edilebiliyor; bir fiili yüzünden, bir kişi hakkında, diğer tüm fiillerini hesaba katmayan ölçüsüz övgüler ya da sövgüler dizilebiliyordu. Bir cani yüzünden bir köy yakılabiliyordu. Genellemelerin asıl olduğu, köşeli düşüncelerin revaç bulduğu bir çağda yaşıyordum.


RAMAZAN’IN İLK günüydü. Bir yere davetliydim. İftara az bir vakit vardı, ve asansör arızalıydı. O telaşla, sekiz katın merdivenlerini arşınlamak zorundaydım. Katları birer birer inerken, kulağıma ulvî sadalar gelmeye başlamıştı. Bir dairede Kur’ân dinleniyor olmalıydı. Merak ettim; ses hangi daireden geliyordu?

Birkaç kat daha indiğimde cevabı buldum ve hayrete düştüm. Bizim ev sahibesinin evinden geliyordu ses. Oysa onları böyle bilmiyor, böyle birşeyi onlardan asla beklemiyordum. Daha ilk tanıştığımız gün, “Atatürk nesliyiz” demişlerdi. Onun öldüğü gün bir üzülmüş, bir üzülmüşlerdi. Şimdi de üzgündüler; çünkü “millet olarak ona lâyık olamamış”tık. Hatta geçenlerde, içlerinden birisi ile girişte karşılaşmış, hal–hatırdan sonra Savarona muhabbeti yapmıştık. İlerleyen yaşına rağmen, Savarona yatını ziyaretten geliyordu. Atasının yatında çok duygulanmıştı. “Tavsiye ederim; çok duygulanacaksın” diyordu bana. Oysa ben zaten duyguluydum. Her kira ödeme günü, aynı apartmanda oldukları halde onlara değil, ikiyüz metre ötedeki faiz yuvasındaki hesaplarına ödeme yapmam yüzünden, kâfi miktarda duyguluydum. Izdırap derecesinde duyguluydum. Böyleydiler. Ataları, bankaları, terör korkusu yüzünden yaz boyu kapıda âdeta nöbet tutmaları, çelik kapılı daireleri, emekli maaşlarına ve kira gelirlerine rağmen “geçinemiyor” oluşları, otuz küsur maddelik kira sözleşmeleri ile, mücessem bir dünyevîlik sembolüydüler.

Ama bu insanlar oruç da tutabiliyordu. Dahası, Kur’ân dinliyorlardı.

Herşeyi ve herkesi bir yere yerleştirip şu şöyledir bu böyle demeye alışmış aklım, şimdi onları nereye koyacaktı?

***

Ev sahibemiz bir istisna değildi, bunu gayet iyi biliyordum. Çoğu insanın durumu buydu. İnsan hayatı bir yolculuktu ve şu asırda insanlık bir bataklığa yumulmuştu. Yüzüne–gözüne sürenler, sürünenler, boğulanlar, pis çamuru misk zannedenler vardı. Ama onlardan da çok, şaşakalmışlar vardı. Herşey karmakarışıktı. Hayatlarına bakıp insanlara dair kesin hükümlere varmak neredeyse imkânsızdı. En büyük veli gibi görünen bir şahıs, biraz dikkatle dinleyince, en büyük milliyetçi çıkabiliyor; en dünyevî denilen insanlarda bile imanın en azından esamesi okunabiliyordu. Saf olan, katıksız olan yoktu. Ebubekir derecesinde net bir iman timsali, yahut Ebu Cehil derekesinde bariz bir inkâr örneği bulunmuyordu. Herşey karmakarışıktı. Ne mutlak imanî tablolar çıkarmak, ne de tam bir inkâr tablosu bulmak mümkün gözükmüyordu.

Kendim bunun açık bir örneği idim. Eşim, dostum, sevdiklerim, çok sevdiklerim, nedense sevemediklerim, her birimiz, hepimiz bu örneğe denk düşüyor olmalıydık.

Sözgelimi, kendi dünyamı karanlıkla tarif edemezdim. Kadir bilmezlik olurdu çünkü. Ama aydınlıkla da tarif edemezdim. Yalan olurdu. Ne siyahtım, ne beyaz. Griydim. Sütbeyaz ile kuzgunî siyah arasında, grinin tüm tonları dünyama giriyordu. Gün geliyor, an oluyor, iman dünyamı nurlandırıyor; ışıtıyor ve ısıtıyordu. Gün geliyor, an oluyor, dünyevîlikler dünyamı karartıyor; kavuruyor ve yakıyordu.

Hayatımda, mü’minâne bir halin ne denli büyük bir nimet olduğunu; herşeyi nasıl da birer “nimet” ve hediye kıldığını; herşeyden nasıl da Ona giden bir yol açtığını anladığım anlar vardı. Bir martı gibi hür, melekût diyarının tatlı nesimiyle havalandığım, semalarda gezindiğim zamanlar vardı.

Ama tersi de vardı. Dünyevî bir korkuya, endişeye, öfkeye kapıldığım; nefsanî sevmekler uğruna alçaldığım, olabildiğince alçaldığım anlarım da vardı. Bir kişinin bir hareketi yüzünden, bir kelimede, bir tanede, bir lokmada batabiliyordum. Bir kaş–göz işaretini bahane edip tüm duygularımı günler boyu tek bir sabit noktaya hapsedebiliyordum. “Mevlâ görelim neyler/ Neylerse güzel eyler” diyemeyebiliyordum. Gözümün döndüğü zamanlarım; ruhumun daraldığı, nefsimin kabardığı hallerim vardı. Bir günahı, an gelip, vicdanımı sızlata sızlata işleyebiliyordum. Ruhum istemediği halde, gözümü uygunsuz manzaralara, dilimi uygunsuz kelimelere, kulağımı uygunsuz lay–lay’lara, aklımı anlamsız felsefelere teslim edebiliyordum.

Herşeyi ve herkesi bir yere yerleştirmeye alışmış aklım, kendimi nereye koyacaktı?

***

Saf bir mü’min sınıfına giremezdim. Ne saftım, ne de saf. Kendimi biliyordum. Başkaları beni tertemiz görüyordu belki; ama ben kendimi aldatamazdım. “Kalbim temiz”di gerçi; ama ben temiz değildim. Masum değildim. Masumluğun cennet–misal dünyası çocukluğumda kalmıştı. O günlerimi özlediğim oluyordu, ama orada değildim artık. Başkalarının bilmediği, bilmelerinin de gerekmediği, bildirmeye de hiç heves etmediğim onca kusurumu biliyordum. Rabbimin Settar ismine şükretmeyi bir gönül borcu biliyordum. Rahmetiyle setredip örttüğü, gizlediği, göstermediği günahlarımı, kusurlarımı, isyanlarımı, kirlerimi, bin kerede yıkansa izi kalacak cinsten yağlı kirlerimi, serkeşlik ve tenbelliklerimi.. hepsini biliyordum. Günah ve kusurlarıma dair bildiklerimin bunlardan ibaret olmadığını da biliyordum.

Ama yalnızca günah ve kusurdan ibaret olmadığımı da biliyordum.

Herşeyime rağmen, şeytanın ve yerli işbirlikçisi nefsin tüm iğvalarına rağmen, dünyama giren nimetleri de görüyordum. Verildiği için Verene, ihsan edildiği için ihsan Edene gönül dolusu şükür borçlu olduğum kimi halleri biliyordum. Rabbimin üzerimde görünen ve de görebildiğim nimetlerini inkâr etmemem; aksine kabul, tasdik ve tahdis etmem icap ediyordu. Her birini saymaya burada gerek yoktu; ama o ihsanları biliyordum.

O halde, neredeydim? Hangi taraftaydım?

***

Bu sorular ortasında, sığınağım, beni Kur’an’la ve sevgili Peygamberle[asm] tanıştırandı. Risale’nin şefkatli ve adaletli tavrı, böylesi sorular eşliğinde, daha bir yoğunlukla dünyama girecekti. Hemen herkese, hemen herşey hakkında dümdüz gitmenin telkin olunduğu bir çağın insanıydım. Bir kişiden hareketle bir topluluk mahkûm edilebiliyor; bir fiili yüzünden, bir kişi hakkında, diğer tüm fiillerini hesaba katmayan ölçüsüz övgüler ya da sövgüler dizilebiliyordu. Bir cani yüzünden bir köy yakılabiliyordu. Genellemelerin asıl olduğu, köşeli düşüncelerin revaç bulduğu bir çağda yaşıyordum. İnsanlar ya iyi ya da kötüydüler. Hızını alamayıp “çok iyi” ile “çok kötü” arasında üçüncü bir şık bulamayanlar bile vardı.

Ben o hengâmda dolaşırken, Risale–i Nur, “fena ve fani bir adam”dan “güzel ve baki bir söz” zikrediyordu. Bir mü’minin bütün sıfatları mü’minâne olmayabilir; bir kafirin de tüm sıfatları kafirâne olmayabilir ayrımını veriyordu. “Birinin hatasıyla başkası mesul olmaz” ilâhî hükmünü, bir insanı tek bir fiilinden hareketle mahkum edemeyiz noktasına dek ders veriyordu.

Hele hele, yıllar önce, bir sarsılma hengâmında okuduğum satırlar vardı. Ummadığım insanlardan gördüğüm ummadığım fiillerle dertlendiğim bir ortamda dünyama gelen devalar vardı. İhlas Risalesi yazıyordu reçetenin üstünde. Müthiş bir keşifti benim için. Muhatap olduğum uygunsuz fiiller yüzünden, kimsenin kalb, ruh ve aklını itham edemeyecektim. Ama herkeste “nefs ve heva ve his ve vehim” olduğunu bilecektim. Kalbler, ruhlar, akıllar öylesine zararlı, aşağı, adi, süflî şeylere tenezzül etmezlerdi. “Fakat herkeste nefs–i emmare bulunur” kaydı vardı. Bazan da, nefsanî duygular, hükmünü kalb, akıl ve ruha rağmen icra ediyordu.

Dünyamı yumuşatan, incelten, yoğuran ve pişiren satırlardı. Hayatımın önceki yıllarında, kesinlik ve keskinlikle yaşama azmindeki biriydim zira. Hatta bu uğurda “acımasız” bile olabilme adayıydım. Ne ki, İhlas Risalesi’nde okuduğum o satırlar, bana, gün be gün “daha bir şefkat” ve “bir daha şefkat” dedirten bir iç hesaplaşma yaşatmıştı.

Demek, sevemediğim fiilleri sevecek değildim. Ama sevemediğim fiiller yüzünden, sevdiğim insanlara düşman olacak da değildim. Kendilerini sevebilirdim; ama hatalarını değil. Hatalarına düşman olabilirdim; ama kendilerine değil. Birkaç fiiline bakıp, bir insan hakkında ne ak demeye ehildim, ne de kara.

Çünkü insanda kalb vardı, ruh vardı, akıl ve vicdan vardı; ama nefis ve heva da vardı. Tersi de aynı derecede önemliydi. Nefis var, heva vardı; ama kalb, ruh ve vicdan da vardı.

“Kâh minare başındayım, kâh kuyu dibinde” temsilini keşfim işte bu anlara denk geliyordu. Artık, mücessem kalb olabilmiş Sıddık’lar[ra] ile mücessem nefis hükmündeki Ebu Cehil’ler hariç, her birimizi, bir sarkacın içinde görüyordum. Kâh minare başında, kâh kuyu dibindeydik. Çoğu vaktimiz de ikisi arasında salınarak geçiyordu.

O halde, asıl yerimiz neresiydi?

***

Asıl yerimiz, sarkacın kendisiydi. Hem ortadaydık, hem de iki uçta. Ruhumuz minare başında, nefsimiz kuyu dibindeydi. Cismimiz kâh ruha arkadaş, kâh nefsin esiri oluyordu. Ruh âlâ–yı illiyyine çağırıyor, nefis esfel–i sâfiline çekmeye çalışıyordu. Zaten, “hasse ve latifelerin ayrı ayrı tevhidleri” bulunuyordu. Nur’un Mesnevî’si öyle yazıyordu. Anladığım kadarıyla, ruh, kalb ve aklın Allahın birliğini, herşeyin Onun sanatı ve mahluku olduğunu kabul etmesi, nefsin de anında bu sırra râm olduğu anlamına gelmiyordu. Her bir duygu, her bir kabiliyet, her bir latife için ayrı tevhidler vardı. Meselâ ruh her zaman Rabbini biliyordu; her daim “emr”e muhataptı. Keza, kalbin tevhid sırrını tasdiki bir anahtardı. Ama iman bir süreçti; başlıyor, bitmiyordu. Aklın teslimi, kalbin tasdiki yetmiyordu. Bu ise, yine Mesnevî’nin yazdığı üzere, kelime–i tevhidin tekrar ile zikrine, her daim imanî tefekküre, her zaman nefisle mücahedeye devam etmeye bakıyordu. Bu devam, bu tekrar ve bu ısrar, gerekliydi. Ayrı ayrı duygu ve latifelerin önündeki perdeleri aşmak; “onlara münasip şerikleriyle olan alâkalarını kesmek;” onları tevhide döndürmek başka türlü mümkün olmuyordu.

Sözün özü, “Kalbim temiz, çünkü Allaha inanıyor” diye işi bırakamazdım.“Nefsim pis” diye yelkenleri suya indirmem de istenmiyordu.

Çünkü, kalbin tevhidi, nefsin de imana geldiği anlamına gelmiyordu. Nefsin isyanı da, mutlaka kalbin ölmüş ve sönmüş olduğunu göstermiyordu.

Risale’nin iki vurgusu, aynı anda ve beraberce önemliydi. Biri unutulsa, insan ya şaşı kalır ya da topallardı. Bir yanda, “Nefis her vakit şeytanı dinler” diyordu Said Nursî. Ama aynı zamanda kalb “iman mahalli” idi, “vahyin yansıdığı yer”di, “Samed âyinesi”ydi. Yalnız birini almak, eksik kalırdı.

Sözgelimi kalbim Samede ayna olur, imana kapı açar, vahye muhatap olur; ama nefsim onu pekâlâ perdelerdi. Keza, nefsim firavundu belki; ama ben değil!

***

İşte bu yüzden, nefislerin yaptığı yüzünden kalbleri mahkum etmeme dersi veriliyordu Risale’de. Hem de bu ders, zulümleri açıkça bilinen Yezid ve Velid gibi kişiler örneğinde dahi veriliyordu.

Yezid ve Velid, başta Resul–i Ekremin[asm] sevgili torunu Hz. Hüseyin[ra] olmak üzere, birçok sahabinin, birçok nurani simanın katlinin sebebiydi. Ama onlara dahi lânet etme izni yoktu. Çünkü, en başta, lânet için değil, “rahmet için” gönderilen bir nebinin ümmetiydik. Hem, kalblerde gizli olanı, Allâmu’l–Guyûbdan başkası bilemezdi. Bilinmezi biz âcizler bilemezdik. Bize kalbe değil, ele bakmak düşüyordu. Meselâ, imanı kabul ettiğini ifade eden, ve inkâra düştüğünü belgeleyen bir söz ve fiil sergilemeyen insanlara kâfir diyemezdik. Tekfire cür’et iznimiz yoktu. Bu, o insanların tertemiz insanlar olduğu anlamına gelmiyordu. Zalim, gaddar, facir, fasık ve günahkâr olabilirlerdi. Ki, Yezid ve Velid, öyleydiler. Ama kabre imansız gittiklerine dair bir delil yoktu. Bilakis, tevbe etmiş olmaları ve de imanla gitmeleri muhtemeldi. Bu yüzden isim vererek, kalblerinde olan küfürmüş gibi, uluorta konuşulamazdı. Tevbe etmediklerini kim biliyordu? Olsa olsa, “Allah zalimlere lanet etsin” denilebilirdi. Ve o zaman kim zalimse, kim zulmünden dolayı af dilememişse, hissesini alırdı —kendimiz dahil. Yoksa imansız gittiğine ve tevbe de etmediğine dair delil olmaksızın, Yezid ve Velid’e dahi lanet bize yakışmıyordu. Zararı var, lüzumu yoktu. Zararlıydı; çünkü, bizi asıl kendi nefsimizle mücahede sırrından koparıp alıyordu. Başkasının zulmüyle uğraşırken, kendi kusurlarımızı unutturuyordu.

Gerçi, dünyasına celâl ve kahrın hâkim olduğu mizaçlar, bu bakışı fazla mutedil bulurdu. Üstelik, Sadeddin Taftazanî’nin “Yezid ve Velid’e lanet caiz olabilir’’ sözünü bilenler de bulunurdu. Ne ki, sadece “caiz demiş” diyordu Said Nursî. Yoksa “yapın, iyidir, aferin, çok güzel” dememişti. Üstelik, Seyyid Şerif Cürcanî gibi pek çok ulemâ, önceki bakışı esas alıyordu.

Anlıyordum. Çünkü, nefisten ibaret değildi insan. Nefsi vardı; hisleri, vehim ve vesveseleri vardı. Ama akıl, kalb, vicdan ve ruhu da vardı. Kalblerde ne olduğunu ise biz bilemezdik. Biz dillerde ve ellerde görünene göre hükmederdik. İnkârın kesin delili yoksa, imanın vücuduna hükmederdik.

Çünkü, “fıtraten kerim” idi insan. En güzel bir kıvamda yaratılmıştı. Doğuştan hayra, güzele, doğruya meyilliydi. Ruhu, Rabbinin emrine muhatap olmakla görevliydi. Kalbinin görevi, Samede ayinelikti. Vicdanı selimdi, manevî bir yasakçıydı; fıtratımıza dercedilen hayrı ve imanı ve kemali bize her daim hatırlatan bir “fıtrat–ı zîşuur” idi. Meselâ, selim olduğu için, “bir arıza ve bir maraz olmazsa”, Kur’an’ı tereddütsüz tasdik ederdi.

Bu üç önemli latifeyi gözardı edemezdim. Üçü de insanın, yaratılış itibarıyla selim ve kerim olduğuna delildiler.

Bu sırdan olsa gerek, insanın dalâleti dahi, bu dalâlettir diye almadığına işaret ediyordu Said Nursî. “Fıtraten mükerrem” olduğu için, “hakkı arıyor”du insan. Ama bazan bâtıl eline geliyor, onu “hak zannederek koynunda saklıyor”du. “Hakikatı kazarken, ihtiyarsız, dalalet başına düşüyor; hakikat zannederek kafasına giydiriyor”du.

Yani, Ebu Cehil taslakları ile Deccal müsveddeleri hariç, dalâlete girmiş insanlar dahi “doğrusu budur” diye dalâlete giriyor değildiler. “Kasden ve bizzat dikkatlice bakarak” dalâlete düşmüyor; aksine, kasdı dalâlet olmadığı halde, sathîliğinden ve de dikkatsizliğinden dolayı sapıyordu. “Talib ve müşteri sıfatıyla kasden ve bizzat dikkatlice bakacak olursa, onların hikemiyat dedikleri o bâtıl meselelerden hiçbirisini kabul etmez”di.

Kaldı ki, nefis ve şeytan, “dalâlet”i safi dalâlet olarak bize sunmuyordu. Sapmış fırkalarda dahil, “bir dane–i hakikat” vardı. Dikkat edilecek olsa, yapıştığı ve tutunduğu bir hakikatın var olduğu görülebilirdi. Ne var ki, akılları o hakikat taneciği ile avlayan şeytan binbir vehmi, binbir yalanı, binbir zehirli fikri o hakikatın ardında yutturuyordu. Tek bir doğru tarafı gösterip, “tamim” ettiriyordu. “Burada isabet etmiş, demek hep isabet etmiştir” diye genelleştiriyor; dalâleti böyle sunuyordu.

Nitekim, kos koca âlimleri Cebriye veya Mu’tezile çukurlarına yuvarlandıran buydu. Her iki fırka da, bir ucundan hakikatı tutuyordu. Ama yalnızca “bir ucundan” tutuyordu. Bunun farkına varamayıp, o ucu hakikatın ta kendisi sanınca, Zemahşerî gib dâhi âlimler dahi, böylesi bâtıl yollara sapıyordu.

İşin sırrıydı şefkat. Cenab–ı Hakka vâsıl olmanın, Onun rızasına varmanın en kısa, en selametli yoluydu. “Karşılıksız sevgi”ydi. Bir ücret, bir mükafat beklemeden sevmekti. Herşeyi sevmek ise, bizi herşeyle, her insanla, her canlıyla, her mevcutla, kısacası tüm kâinatla alâkadar kılıyordu. Tüm kâinatla alâkadar olup, etrafımızdaki herşeyi sevdiğimizde ise, ne kadar âciz ve fakir olduğumuzu anlıyorduk. Açıkçası, aczimizi ve fakrımızı asıl o zaman anlıyorduk.

Şimdi, kos koca Keşşâf yazarı Zemahşerî, “Bu yol bâtıldır; ve ben bile bile bunu seçiyorum” mu demişti? Bilakis, çok bâtıla bir hakikat uğruna girmişti. Hakkı arayan biriydi Zemahşerî. Fıtraten kerimdi. İnsî şeytanlar hariç, hemen herkes öyleydi.

Said Nursî’nin fıtraten müslim olan, hele hele “müslüman neslinden gelen bir adam”ın, aklı ve fikri İslâmiyetten sıyrılıp tecerrüd etse bile, “fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyetten vazgeçemez” demesinin sırrı da buralarda olmalıydı. Üstelik, “en ebleh, en sefih” insan bile, fıtratı ve vicdanı ile imanın hakikatlarına “bütün mevcudiyetiyle taraftardı.” Mesele, fıtrat ve vicdanın, kalb ve ruhun nefislerce esir edilmiş oluşuydu.

Ama kalb ve ruh, fıtrat ve vicdan esir edilir, köle yapılamazlardı. Kendi vazifelerini yapmaktan alıkonulabilir; ama nefis ve şeytanın hizmetine sokulamazlardı.

Galiba, Risale’de sürekli gördüğüm, insandan ve insanlıktan ümidini asla yitirmemiş ruh halinin düğüm noktası buydu.

Daha 1909’da, “Milletin kalb hastalığı zaaf–ı diyanettir” diye teşhis koymuştu Said Nursî. Daha o sıralar, dalaletin dehşetli hücumuyla, “kalb–i umumî” ile “vicdan–ı âmme”nin bin senedir yaralandığını söylüyordu. Ama insandan, insanlardan hâlâ ümitvardı. İnsanların hakikata muhatap olacağına dair bir ümit hâlâ vardı. Bir fetret yaşanıyor olabilir, yalan ile doğru bir çarşıda beraber satılabilir, hakikat sahtesiyle perdelenebilirdi. Ama insan yine de insandı, yine de fıtraten mükerremdi. Ve fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atardı. “Leyle–i Kadir’de ihtar edilen mesele–i mühimme” buna bakardı.

Hem, her fıtrat bir olmuyordu. Bir kısmı anında teslim oluyor, bir kısmının teslimiyeti nice yıllar alıyordu. Meselâ, Hz. Ömer[ra] ile Hz. Halid b. Velid’in[ra] misali buydu. En başta, ikisi de karşı taraftaydı. Ama Ömer’in fıtratı bir günde teslim oluvermiş; Halid’inki için ise üçyüzaltmışbeş günü onyedi yılla çarpmak gerekmişti. Sonuçta, ikisi de aynı uçtaydılar. İkisi de kömürü elmasa çevirmiş; ikisi de dünya tohumunu âhiret ağacı için patlatmış; ikisi de fani hayatı baki olanı ile değiştirmişti.

Hem “İslâm’dan önce Ömer”i bilen, ve Ömer’i o haline hapseden biri, “İslâm’dan sonra Ömer”i hayal ve tasavvur edebilir miydi?

***

O halde bana düşen ne idi? Kendimi ve kendim gibi iki arada bir deredekileri mahkum mu etmeliydim? Mevcut hallere bakıp ümitsizliğe mi düşmeliydim?

Halbuki, ümitsizliği, bir “manevî hastalık” diye tanımlıyordu Nur’un Mesnevî’si. Hem de, kendine ve ameline güvenme, gurur, kimseyi beğenmeyip suizan etme yolunu açan bir hastalıktı. “Kalbim temiz” felsefelerinin özüydü. Nefsinin ne mal olduğunu bildiği, ama dirense ve ısrar etse hakikate muhatap olacağını görmediği için zoraki teoriler ürettiren bir hastalıktı. Oysa, hem nefsimin ne mal olduğunu, hem de onun eline düşmemem için gerekli herşeyin bana verildiğini bilsem, önüme yeni bir dünya kurulurdu.

Zaten, bir âyetinde, kendimiz hakkında “haddi aşmama” uyarısında bulunuyordu Kur’ân. Hemen ardından, “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz” diyor, sonra da “Allah bütün günahları affeder” diyerek, Onun Gafûr ve Rahîm isimlerini hatırlatıyordu. Yeter ki, günahımızın günah olduğunu; yeter ki bu günahı işlemeyecek, işlesek de hatasını kabul edip özür dileyecek bir fıtratın bize verildiğini bilelimdi. “Amel imanın cüz’ü değildir” deyip, mü’min olan bir kişinin mü’mine yakışmayan ameller ve fiiller de sergileyebileceğini nazara alan ulemâ, öte yandan “istiğfar imanın cüz’üdür” derken boşuna dememişti. İstiğfar, bir bakıma ruh, kalb ve akla şefkat etmenin; nefis ve şeytanın onlar üzerindeki zincirini kırmanın adıydı da.

Hem yalnız kendisi için, eşi–dostu için değil, herkes için ağlamıştı Said Nursî. Finlandiya, İsveç, Brezilya, Katmandu veya Japonya’daki insanın dahi imanını arzulamış, onlar için dahi gözyaşı duaları sunmuştu. Çünkü, “Allah’ım, yeryüzünde Seni inkâr eden bir tek kişi kalmasın istiyorum” diyen bir Resul–i Ekrem’in yolundaydı. Kışta ölen böcekler, sonbaharda düşen yapraklar için de ağlamıştı. Çünkü, “âlemlere rahmet olarak gönderilen” bir Resul–i Ekrem’in yolundaydı. Çünkü şefkat fıtrattandı; ve Fâtır–ı Hakîm o duyguyu Resulünün rehberliğinde kullanmamızı istiyordu.

İşin sırrıydı şefkat. Cenab–ı Hakka vâsıl olmanın, Onun rızasına varmanın en kısa, en selametli yoluydu. “Karşılıksız sevgi”ydi. Bir ücret, bir mükafat beklemeden sevmekti. Herşeyi sevmek ise, bizi herşeyle, her insanla, her canlıyla, her mevcutla, kısacası tüm kâinatla alâkadar kılıyordu. Tüm kâinatla alâkadar olup, etrafımızdaki herşeyi sevdiğimizde ise, ne kadar âciz ve fakir olduğumuzu anlıyorduk. Açıkçası, aczimizi ve fakrımızı asıl o zaman anlıyorduk. Çünkü, her bir şeyin ihtiyacını görüyor, o ihtiyacın karşılandığını görmek istiyor, ama kendimizde o ihtiyacı karşılayacak ne bir kudret ve ne de bir servet buluyorduk. Bu ise, tüm o ihtiyaçları karşılayacak Birinin arayışına sevkediyordu bizi. Tefekküre kapı açıyordu. O tefekkürle Kadîr–i Rahîmi tanımamıza kapı açıyordu. Tüm mahlûkatın tüm ihtiyacını karşıladığı için, Onu sevmeye de… Risale mesleğinin “acz, fakr, şefkat, tefekkür” üzerine kurulması, bu sırdandı belki.

Rabbimizin, Kitabında bize sürekli şefkat ve merhameti ders vermesinin binler hikmetinden bir hikmeti de bu idi belki. Sözgelimi, şu sıralar dünyamı sık sık “ şehrin öte yakasından koşup gelen” adam ziyaret ediyordu. Yâsin’de geçen bir mesel idi bu. Bir şehre hakka davet eden iki elçi gelmiş, sonra onlara bir üçüncüsü eklenmişti. Üçü de şehir ahalisini Rablerini tanımaya, Onu sevmeye, Onun binbir nimetle kendini bize sevdirmesine karşı sevgimizi ubudiyetle göstermeye davet etmişlerdi. Davetlerine karşı, bir ücret, bir karşılık beklememişlerdi. Ve, şehir ahalisinin onları öldürmeye yeltendiği bir anda, şehrin öte yakasından koşarak gelen adam, “Ey kavmim” diyordu, “tâbi olun, karşılık olarak bir ücret istemeyen şu elçilere!” Ama o da öldürülüyordu. Öldüğü an, Rabbisinin “Cennetime gir!” dediği andı. Onun aklı ise hâlâ dünyadaydı. Hâlâ, “Keşke kavmim bir bilselerdi” diyor, kavminin hidayetini özlüyordı. Ve Kelâm–ı Ezelînin “Kur’ân–ı Hakîm” diye tarif edilmesiyle başlayan Yâsin, bana bu tavrı ders veriyordu.

Bu bir şefkat çağrısı değil miydi?

Çünkü, şefkatin asıl olduğu yerde, acz vardı, fakr vardı, tefekkür vardı. Acz, fakr ve tefekkürün asıl olduğu yerde ise nefisler öne çıkamazdı. Nefisler öne çıkmadığı için, kıyaslar ve kavgalar yaşanmazdı. Kıyaslar ve kavgalar olmadığı için, fıtratlar hakkı bulmada zorlanmazdı. Zorlansalar bile, bu bizi bağlamazdı. Herşeye rağmen, bize düşen şefkatti. Bu satırları düşündüğüm bir sabah okuduğum, “birbirimize sabrı ve merhameti tavsiye” emri veren âyet, buna bakıyor olmalıydı.

O halde, şefkat. Bir daha şefkat. Daha bir şefkat. Varsın nefisler hükmünü icraya kalksın, varsın yalan ile doğru bir çarşıda beraber satılsın, varsın dünyamız dünyevîlikler, sun’îlikler, tereddütler, kararsızlıklar ile bulaşmış olsun, şefkat. Nefsimize değil; kalb ve ruhumuza şefkat. Nefislere değil; kalblere ve ruhlara şefkat. Fıtrata şefkat. Fıtratın fetretten çıkması için şefkat.

Körük değil, su. Topuz değil, nur. Şefkat. Bir daha, daha bir şefkat…



Hemen herkese, hemen herşey hakkında dümdüz gitmenin telkin olunduğu bir çağın insanıydım. Bir kişiden hareketle bir topluluk mahkûm edilebiliyor; bir fiili yüzünden, bir kişi hakkında, diğer tüm fiillerini hesaba katmayan ölçüsüz övgüler ya da sövgüler dizilebiliyordu. Bir cani yüzünden bir köy yakılabiliyordu. Genellemelerin asıl olduğu, köşeli düşüncelerin revaç bulduğu bir çağda yaşıyordum.

Şefkatin asıl olduğu yerde,acz vardı, fakr vardı, tefekkür vardı. Acz, fakr ve tefekkürün asıl olduğu yerde ise nefisler öne çıkamazdı. Nefisler öne çıkmadığı için, kıyaslar ve kavgalar yaşanmazdı. Kıyaslar ve kavgalar olmadığı için, fıtratlar hakkı bulmada zorlanmazdı. Zorlansalar bile, bu bizi bağlamazdı. Herşeye rağmen, bize düşen şefkatti. Bu satırları düşündüğüm bir sabah okuduğum, “birbirimize sabrı ve merhameti tavsiye etmeyi” emreden âyet, buna bakıyor olmalıydı.

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut