Arşiv

 Mahrem Bir Yazı

Abdurreşid Şahin

GÜNLER GÜNLERİ kovalarken, hasta yatağımda kendi iç dünyamın bazan daracık, bazan uçsuz bucaksız âleminde geçmişimi, anımı, geleceğimi ve yaşamımı sorguluyordum. İki gündür bir insanla konuşmamış olmanın burukluğu vardı gönlümde. Gözlerim perde ardında dostlar gözetirken, kalbim dost sohbetine hasret, ruhum bir dosta müştak bekliyordum. Hava kararmış, dünya yüzüne siyah tülünü örterken ben dinmez başağrılarımla uykusuz bir gece daha geçireceğim, diye umutsuz düşünüyordum. Oyalanacak şeyler aradım, meşgul olabileceğim birşeyler bulmaya çalıştım. Mutfakta orada–burada oyalandım. Sonunda evde beni oyalayacak birşeylerin olmayışından şikayet ettim. Dostlarımdan, arkadaşlarımdan şikayet ettim. Oturdum, telefonun başına, belki arayan olur diye bekledim; inatçı gururum birilerini aramaya müsaade etmiyordu. Derken telefon çaldı. Açtım ümitle, fakat yanlış numara, konuşmak istediği ben değilmişim.

Daha sonra tekrar daldım hayal âlemine. Yepyeni bir dünya içinde bir ev kurdum kendime. Her an beni meşgul edip oyalayacak eşyalarla doldurdum içerisini. Kapısını tüm insanlara, tüm dostlara açtım. Dolup taştılar; yalnızlığıma çare diye umduğum tatlı masallar anlattılar bana. Fakat bu yeni dünyamın da bir akşamı vardı. Dostlar çekilince evlerine, tekrar kaldım kendi başıma. Karanlık odamda yalnızdım yine.

Zira yanlış yerde arıyordum çareyi. İnsanların ve eşyaların beni yalnızlıktan çıkarışı kısa ve bir süre ile sınırlıydı. Bense sınırsız bir dostluk, yalnızlık duygusunun boğan yakıcılığını tattırmayacak sonsuz beraberlikler istiyordum. Eşyayla ve insanlarla olan beraberliğim bu türden olmadıktan sonra ne ifade ederdi ki? Geçici çözümler ardından her defasında beni boğan ızdıraplar yaşıyordum. O halde bir yanlış vardı hayatı algılayışımda; eşyaya bakışımda bir yanlışlık vardı. Kalbimde doldurulmaz bir boşluk yaşanıyor, sınır tanımayan ruhumda doymaz duygularım sınırlı olanla tatmin olmuyordu. Bitimliliğe razı olmuyordu bir türlü. Peki neydi çözüm? Yalnızlıktan kurtulmanın çaresi neydi? Etrafımda yüzlerce eşya, yüzlerce insan varken bile iç dünyamda yaşadığım yalnızlığın çözümü neydi?

Sorular sorulara eklenirken gürültülü bir araba sesiyle koptum düşüncelerimden. Arabanın perdeden yansıyan ışığıyla solgun silüetleri belirdi odadaki eşyaların. Karanlık ruhsuz varlıklar gibiydi hepsi de. Kör olmuştum; perde odaya değil de, kalbime örtülmüş gibiydi. Karanlık bir odada karanlık bir kalp taşıyor gibiydim. Bir an içimden gelen bir arzuya kulak verip perdeyle konuşmak isteği duydum. Birileriyle konuşmak dertleşmek istiyordum. “Söyle bakayım, sende bir cevap var mı?” dedim. Ümitsiz, bir cevap bulma arayışıyla sorular yönelttim ona. O nasıl cevap verebilir, ki diye kendi soruma yine kendim cevap verdim. O konuşamaz ki diye ekledim bir de. Nedense konuşma isteğim perdeyi de etkilemiş olmalı ki, konuştu. Dost olmayı teklif etti bana. “Gel arkadaş olalım istersen” diye seslendi kalbimin kulağına. Ben yalnızlıktan kurtulmak, bir dostla konuşmak arzusuyla teklifi kabul ettim. O anlattı, ben dinledim. Kendisinde olan bin bir türlü maharetlerden bahsetti bana. Konuşan perde değil de, bir melekti sanki.

Sordu, sahi ben ne ifade ediyorum senin için? Neden burada duruyor, ne vazife görüyorum? Ben cevap verdim sorusuna. “Sen beni ve hanemi dışardaki mahrem nazarlardan koruyan bir engelsin, bir örtüsün. Sen mahremiyetin, gizliliğin sembolüsün.” Perde “evet öyleyim” dedi ve devam etti.

“Evet ben, haremini sana mahrem olan nazarlardan korurum ve benim bulunduğum yerden içeri ancak dostlar ve dost nazarlar girebilir. Sen onları davet edersin benden içeri. Fakat ben bu kez daha başka yerlerde vazife görürüm. Bu kez de odalara, evin gizli köşelerine perde olurum. Sen daha yakın dostluklara açarsın o haneleri. Ve bu kez ben defter sayfalarına, çiçeklerinin yapraklarındaki mânâlara, günlüklere ve kitaplarında saklı gizli definelere perde olurum. Oraya ise daha yakın dostluklar girebilir. Mahrem kalır diğerlerine oraları. Daha sonra ise çok daha geniş âlemlere perde olurum; duygulara, düşüncelere, hayallere ve en içten hislere perde olurum. O âlemlerden içeri ise çok daha yakın dostlar ve dostluklar girebilir ancak. Ve ben böylece perdelik vazifesini sürekli sürdürürüm. Tâ ki sen, bütün perdeler kapanıp, gecenin en koyu karanlığında gözlere perdeler inip insanlar uykuya daldığı an sen gözkapaklarını aralayıp, herşeyin ötesinde olan, sonsuz–sınırsız olan Rabbine yönelip nurlu gözyaşları döktüğün ana kadar. İşte o an benim vazifem biter. O itiraf içeren, bağışlanma, af ve sığınma bir sel gibi kalbinin üstündeki en son kara örtüyü kaldırır ve ruhun kanatlanıp uçar sonsuza. Derken o an o tertemiz haneye o hanenin tek ve yegâne sahibi ziyarete gelir. Nurlu okşayışlarla okşar o haneyi. Mutlak merhamet ve şefkati ile Rahman gülümser o hanede. Ruh maksadına ulaşmıştır artık. Onu bulmuş, Ona kavuşmuştur. Kalb sonsuz arzularına cevap bulmuştur Onda herşeyi bulmuş; çünkü Onu bulmuştur.”

Ve sustu perde. Onun vazifesi bitmişti, daha fazla gidemezdi. Ötesini anlatmaya ne bir söz bulunurdu, ne de kelimeler onu anlatmaya yeterdi. Ondan sonrasına ancak “perde” olurdu kelimeler ve sözler. Sonrasını dua ve istiğfarla temizlenmiş, ruhunun en içten arzusuyla sahibini arayan bir mü’minin kalbi anlayıp hissedebilirdi.

Demek bu etten kemikten bedenin içinde bir de kalb taşıyormuşum. Demek bu maddî âlemin ardında ruhuma ve kalbime konuşan mânâ yüklü melekler de varmış. Demek eşya ve insan sadece maddeden, cisimden, zahir bir sûretten ibaret değilmiş. Demek herşey ve her bir eşya beni Arş–ı Rahmana taşıyan bir binek olabiliyormuş. Demek eşyada ve insanda görmek istediğim, Onu bulmakmış. Demek kalbler ve ruhlar ancak Onun varlığı ve Onun zikriyle tatmin oluyormuş. Öyleyse ben yanlış yerde arıyormuşum çözümü. Yalnızlığımı ve ihtiyaçlarımı giderecek olan, eşyanın ve insanların kendisi, çokluğu değilmiş. Ben, kalbim ve ruhum yokmuşçasına onların o sonsuz isteklerini unutup, geçici ve sınırlı olanla tatmin etmek istiyormuşum kendisi. Eşyaya ve dostlarıma hep o nazarla bakmışım. Kalbime ve ruhuma her bir eşya bir burak olup Ona taşıyan, Ona yakınlaştıran bir binek olabilirken, ben onlara bu nazarla bakmamışım.

Evet herşey bir kurban aslında. Ben onların zahire bakan, dünyaya, fenaya, geçici ve gidici olana bakan başını kesip, bekâya, bâki olana yönelen yüzüne bakarsam o eşya ve şey benim için beni Rahman’a karib eden, yakınlaştıran bir burak oluyor —tıpkı perdenin olduğu gibi. Ondaki meleğin bir binek misali ruh ve kalbimde beni alıp Rahmanın arşına taşıması gibi.

Bu mânâlar zihnimde nurlu çiçekler devşirirken tekrar ilişti gözüm perdeye. Sordum: “Sahi neden daha önce konuşmadın benimle.” Gülümsedi. “Zira sen kalbinin gözleri ve kulakları üstüne örtüyordum beni. Ben duyuramıyordum sesimi. Sen maddî ihtiyaçlarının, nefsani lezzetlerinin peşinde koştukça o perdeyi kalınlaştırmış ve farketmez olmuştun bendeki mânâları taşıyan melekleri. Sen kar tanelerini tutmaya çalışırken onda kalbine ve ruhuna gülümseyen nur tanelerini kaçırıyordum. Üstelik kar taneleri de elinde kalmıyor, uçup gidiyordu” dedi ve konuşa konuşa yakınlaştı bana ve göz kapaklarımdan öptü beni. Uyumuştum. Yeni anlayışlara, yeni bakışlara ve yeni fetihlere açılmak ve o açılışta Rahman–ı Rahîm’e kavuşmak ümidiyle… —



Sanadır Sana
Tohum açarken gözlerini dünyaya / sunar meyvelerini Sana.
Koşarken gökteki yalnızlığına ağaç / gidişi sanadır–sadece Sana.
Altın sarısı yapraklarında göz / dökerken bahar çiçeklerini toprağa / secdesi Sana.
Tırmanırken güneşin parıltılarında yıldızlara / yoksulluğunda kurulan gecemin / Duası Sana.
Ve örtünce ihtiyaçlarıma “yokluk”ta ördüğü / tülünü dünya.
Anladım, tüm arzularımın hicreti / ancak Sana.
Allahım / Kapalıyken perdelere gönlüm / gel otur tahtına.
Sadece Sana aç kalbimi / Sen yere göğe sığmayan / Rahmana
Bülbülün olayım / Gönül seccadesinde / güller sunayım Sana.

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Abdurreşid Şahin




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut