Arşiv

 Cevaplara Sorular

Herkes sorulara cevap arar. Biz tersini denedik…


ZAMAN ZAMAN okuyorum; birileri, sanki düne kadar uyuyormuş gibi, “Türkiye’de İslâmî uyanış”ı yazıyorlar. Zaman zaman görüyorum; bu “uyanış”ın en canlı örneği olduklarını zanneden birileri şurada-burada bağırıyor, bildiri dağıtıyor, hattâ adam tartaklıyorlar.

Ve tüm bunlar beni çok fazla ilgilendirmiyor. İlgilendiremiyor. Tüm bunları, köşemden, buram buram hüzün, acı, üzüntü, teessüf ve endişe içinde izliyorum. Tüm bunları izlerken, içindeki doğrunun uyanışına ramak kala, uyarıcı sorularına cevap bulamamanın acısıyla kıvranan insanları düşlüyorum. Tüm bunları düşlerken, iyice özüne varmadan, peşin bir kabulle doğruya yapışan, ama özüne iyice varıp iyice sarılamadığı için gündelik dalgalanmaların, esintilerin ve akıntıların peşi sıra o doğrudan yavaş yavaş kopan, irtifa kaybeden, düşen, batan, boğulan insanları da düşünüyorum.

Bir süre inandığı gibi yaşayamamanın acısıyla, yaşadığı gibi inanmaya başlıyorlar. Kimi şu, kimi bu düşünceyle; kimi şu, kimi bu özleme kapılarak; ama hiçbiri yaptığının yanlış olabileceği ihtimaline açık kapı bırakmadan, “kapıldım gidiyorum asrımın rüzgârına” şarkısını yaşıyorlar.

Beni, asıl bunlar ilgilendiriyor. Okul kantininde, akraba gezmesinde, “ev”lerde, bürolarda, fabrikalarda, dairelerde, “gün”lerde ve gecelerde, otobüslerde, sokaklarda, vapurlarda, spor arabalarda, barlarda, mağazalarda; uyurken, uyanıkken, dalgınken, düşünürken, yerken, yürürken, çalışırken, her hal ve şartta adım adım eriyen, nasıl kurtulacağını bilemeden ve çoğu kez batıyor olduğunu bile farketmeden adım adam onulmaz bir girdabın ortasına düşen insanlar ilgilendiriyor. Her gün, her an binlerce, yüzbinlerce insanı öğüten bir çark biliyorum. Bu dev çarkın, son anda gidişatı farkedip de cayacak olanlara sunduğu ağları, kepçeleri ve tuzakları da biliyorum. Ama tüm bunlara rağmen, gereğinde, nice sevdiğimin o çarkın içinde un-ufak edilişini, öğütülüşünü, toz haline getirilişini, tamamen tanınmaz oluşunu görmenin acısıyla yaşıyorum.

Beni böylesi acılar ilgilendiriyor. Bana böylesi acıları yaşatan kimi sevgili arkadaşlarımın bugünü ve yarını ilgilendiriyor.

* * *

Ah ki, ne ah! Fakülteye ilk girişte tanıdığım zaman, öylesine ürkek, utangaç ve de sevecendi ki. “Anadolu saflığı,” temiz ve masum yüzünde, tüm saflığıyla okunuyordu. Birkaç gün içinde arkadaş olduk ve okul boyunca arkadaş kaldık. Arasıra “risale muhabbeti” bile ederdik. Lâkin, açıp okumaya pek yanaşmazdı. Zamanında çok okumuş. Artık “o meseleler”i hallettiği düşüncesindeydi. Bundan böyle, Ortadoğu, Türkiye’nin durumu, İslâm âlemi, Batıyı dize getirme gibi “büyük meseleler”le uğraşmak lâzım diye düşünürdü.

Bu minval üzere, önce yakından, sonra uzaktan selam derken, irtibatımız kopuverdi. Seneler sonra, bir misafirimi karşılamak üzere otogara gittiğimde, birden karşıma çıkmasın mı? “Melmeket”ten dönüyormuş. İstanbul’a tayini çıkmış. Acele gitmesi gerekiyormuş. Telefonumu versem, en kısa zamanda arayacakmış. (Laf aramızda, “en kısa zaman,” şimdilik üçbuçuk yıla karşılık geliyor.)

O günkü hali biraz garibime gitmişti. Daha da yakın olduğu arkadaşları aradım. Kopmuş. TRT’de terfi etmiş. O ara, biraz yerini koruma endişesiyle, namazı filan unutur gibi olmuş. Galiba, bir hatunla da macerası olmuş.

Daha da sonra, “Mecik Baks”a geçtiğini duydum. Kıramayacağı bir arkadaşımız, defalarca aradı, telefona çıkmadı. Ama yılbaşı programı gibi kimi yapımlarda “yapımcı” olarak adı çıktı.

Mâlûm, “Mecik Baks,” sihirli kutu demek. Sihri, bir arkadaşımı hepten yutmuştu. O, benim tanıdığım kişi değildi artık.

İyi de, neden değildi?

* * *

Atak, pervasız, açık fikirli, fevrî ve hafiften “radikal”di. Öyle keskin hükümlere ulaşırdı ki, onun “küfür” okkasının altına pek girmeyen kalmazdı. O keskinliğinden mi bilmem, fakülteyi bitirince, evvel emirde kasaplık yapmış, sonra bir bankaya müfettiş olmuş. Sonra…

Adı bende mahfuz. Soyadı da. Atak, pervasız, açık fikirli, fevrî ve hafiften “radikal”di. Öyle keskin hükümlere ulaşırdı ki, onun “küfür” okkasının altına pek girmeyen kalmazdı. O keskinliğinden mi bilmem, fakülteyi bitirince, evvel emirde kasaplık yapmış. Sonra, bir bankaya müfettiş olmuş. Müfettiş olmasıyla birlikte, her nasılsa, benim gibi onu eski haliyle tanıyanlar, tanıyamaz olmuşlar. Rivayete göre, daha önce yaptıklarını yapmaz, yapmadıklarını yapar bile olmuş. İki yıl kadar önce Sirkeci’de karşılaştık. Gerçekten değişmişti.

İyi de, neden değişmişti?

* * *

Şu satırları okurken, için için, “Tıpkı filanca gibi” dediğinizi duyar gibi oldum. Bilmem doğru mu duydum? Sanırım, aynı durum sizin başınıza da geldi. Ya benzer bir hali yaşadınız, ya son anda eşikten döndünüz, ya da dönemeyen birçok sevdiğinize üzüldünüz. Uzun sözün kısası, “marjinal” örnekler anlatmadım gibime geliyor. Halanızın görümcesinin oğlu, yan dairedeki komşunun kızı, amcanızın küçük oğlu, ağabeyinizin arkadaşının ablası, teyzenizin kayınvalidesinin yeğeninin kızı da, aynı hali yaşamış gibi. Değil mi?

Gerçek o ki, şu ülkede birileri biraz ezbere, birileri sorup sorgulayarak hakikate râm olmaya çalışırken; kimileri gereğinde binbir engeli, tuzağı, korkuyu, lezzeti, iğvayı, aldatmayı, teşviki, tehdidi aşarak gerçeğe erişmeye çabalarken, nice Ahmet’ler, Ayşe’ler, Özer’ler, Özge’ler, Sevgi’ler, Seyfi’ler, Yılmaz’lar, Korkmaz’lar var ki, bir süre inandıkları gibi yaşayamamanın acısıyla, yaşadıkları gibi inanmaya başlıyorlar. Kimi şu, kimi bu düşünceyle; kimi şu, kimi bu özleme kapılarak; ama hiçbiri yaptığının yanlış olabileceği ihtimaline açık kapı bırakmadan, “Kapıldım gidiyorum asrımın rüzgârına” şarkısını yaşıyorlar.

İyi de, neden yaşıyorlar?

* * *

Aslında, bu soruların cevabı, çok uzaklarda değil belki de. Kimbilir, belki yaşadığımız hayatın ta içinde saklı; sağda-solda, yolda-beride gizli. Nasıl mı bu sonuca varıyorum? Sonuçta, böylesi bir hayatı yaşayan her bir insanın, neredeyse sözleşmiş gibi aynı mantığı, aynı davranış kalıbını, aynı yaşayışı sergilediğini çok görmüşümdür de. Sanki aralarında gizli bir anlaşma vardır. Sanki önceden neye karşı ne diyeceklerine beraberce karar kılmışlardır. O kadar ki, verdikleri cevaplar, neredeyse birbirinin benzeridir.

* * *

Meselâ, gününü, gecesini işti, paraydı, çekti, senetti, vade günüydü, beyanname sırasıydı, maaşlardı, tahsilattı diye diye geçiren; bu arada, işi büyüttükçe, belki bir zamanlar yaptığı şeyleri terkedip, bir zamanlar yapmadığı şeyleri yapmaya yeltenir hale gelen bir tanışınızla azıcık “Unutma ki dünya fâni / Veren Allah alır canı” muhabbeti yapacak oldunuz. Siz üçüncü cümleye geçmeden, ardı ardına, bir makineli tüfeğin namlusundan çıkarcasına, hızla üstünüze gelen bir cümle sağanağıyla şaşakalırsınız:

“Tabiî, insan ibadetini yapmalı. Allah akıl vermiş, kuvvet vermiş. Kullancaksın. Boş gezeni Allah sevmez. Ne demişler? ‘Çalışmak da ibadettir.’ Bak ben....”

O “ben”ine bakarken, siz sadece yutkunursunuz..

* * *

Ya da, bir paneldesiniz. Konu, laiklik, Atatürk, çağdaşlık, Batı, başörtüsü, şu-bu derken, birden “İslâmî hayat”a kayacak olur. Tam o sırada, ortada “çağdaş giyim”li, yüzü allı, tırnağı uzun ve boyalı, saçı ise kabarık bir hâtun zuhur eder. Söz ister; söz hakkı verseniz de, vermeseniz de, konuşur. Önce Mevlâna ve Yunus’tan lâf açar. “Yaratandan ötürü” kaydını atlayarak, Yunus’un insan sevgisini anlatır. Ardından, geçen gün çarşıda bir çarşaflı kadının bakışından nasıl huylandığını up uzun izah eder. Sözünü şöyle bağlar:

“Efendim, ben o kadın gibi çarşafa bürünmüyorum. Orucumu tutarım, ama namazımı pek kılamam. Ama Allah affeder. Çünkü ben o çarşaflı kadından daha ileriyim. Benim kalbim temiz; hep iyilik düşünüyorum.”

Veyahut, siz, evet siz, hayatınızın en kritik ânlarından birindesinizdir. “Hangi hayatı seçsem” sorusunun “Hangi fakülteyi seçsem?” ya da “Hangi mesleği seçsem?” ya da “Hangi evliliği seçsem?” sorusuyla atbaşı gittiği günlerdir. “Bunalım takılır”sınız. Keskin bir tercihin eşiğinde olduğunuzu görür; müthiş bir cedelleşme yaşarsınız. İki ayrı yön, iki ayrı yol sizi oranızdan buranızdan çekiştirir; kimi kalbinizi cezbeder, kimi nefsinizin aklını çeler. Kalakalırsınız. İşte o durumda, babanız değilse anneniz, anneniz değilse babanız, ikisi de değilse halanız, o da değilse teyzenizin büyük kızı, o da değilse komşunuz Aylânım, o da değilse biri, ama mutlaka biri size şunu söyler:

“Aklını başına al. Zaman değişti. Zamana ayak uyduracaksın. Bak başkalarına. Hadis bile varmış: ‘Zaman sana uymazsa, sen zamana uy.’”

(Âcilen, bir not: Böyle bir hadise —zamana uyanların akılları hariç— hiçbir yerde rastlanamamıştır.)

* * *

Böyle diye diye, nice hayatlar sürekli kayar durur. Nice hayatlar, böylesi düşünceleri de sırtlanarak değişirler. Kimbilir iki okul arkadaşımın hayatı da böyle kaymış, böyle değişmiştir belki. Ya paranın, ya makamın, ya şöhretin, ya mesleğinde ilerleme tutkusunun, ya bir mecazî aşkın, ya hayatından tat alma özleminin, ya tamahkârlığın, ya kimi korkuların, ya kimi zaafların, ya başka birşeyin, ya da hepsinin itişiyle dalmışlardır. Hattâ, ilk anda belki çok daiyi niyetlidirler. Belki, başkaları kötüyü gösterirken, iyiye vesile olma idealiyle yapımcılığa özenmişti ilk arkadaşım. Ya da, diğeri, kokteyl, balo filan diye katılıp kaldıysa, en başta “O insanlara da birşeyler anlatabilirim. Onun için yakınlık kurmak lâzım” diye başlamış bile olabilir.

Fakat, tüm bu “iyiniyet” düşüncelerinin düşündürtmediği o kadar çok “kaydırıcı” vardır ki!

* * *

Sözgelimi, bir hâtun kişi, ya da bir er kişi okulda ya da dairede birine âşık olacak gibi olur. Ama yaşayışlar biraz farklı gibidir. “Olsun; kendime bağlayıp, ona da hakikati anlatırım.” Lâkin, iş başa düşünce, başka şeyler anlayıp başka şeyler anlatır hale gelinir. Olur olmaz iğvalar, kandırmacalar başlar. Ne ki, ayıptır, günahtır gibi düşünceler dünyasını doldurur. “Keşke olmasalardı” der; ama vardırlar. O düşünceleri dünyasından silmek ister, silemez. Ve tam o sırada, can simidi mi, cehennem simidi mi olduğu belirsiz bir düşünceyle tanışır: “Vücudun senin; onu nasıl kullanacağına kimse karışamaz. Doğal ol, içinden geldiği gibi davran.” (Sanki, yapmayı düşündüğü şeyin yanlış olduğu hissi, dışından gelmiş gibi!)

Hoşuna gider. Üstelik, “özgür olmak” lâzımdır. “Toplumsal baskılar” ve “geleneksel önyargılar” bir kenara atılmalı; tabusuz yaşanmalıdır. “Çağdaş insan, tabusuz insandır.” Meselâ “bekâret nedir ki?” Zaten “hayat kısa”dır. “Hayat çok kısa / Sen bak yaşamaya” denilmeli; öyle yaşanmalıdır. Gerçi sağınızdan-solunuzdan bu tavırlara üzülen, güya sizi uyarmak isteyen birileri çıkacaktır; bunların da çoğu “dinî duyguları kuvvetli” birileridir; lâkin aldırmamak gerekir. “Dindar olsan ne yazar?” Filancayı bilmiyor mu? “Hacı, hoca, ama milleti kazıklıyor!” Gerçi, nedense böyle örnekler hep sizi bulur; ve nedense siz her haliyle imanın güzelliğini yansıtan, sevimli, tatlı, hoş fikirli, yumuşak, sıcak ve de dindar örnekleri hiç görmemiş, daha doğrusu gördüğünüz halde görmemek istemişsinizdir ya, sakın başkalarına çaktırmayın!

* * *

Ahmet’ler, Ayşe’ler, Özge’ler, Sevgi’ler, Seyfi’ler, Yılmaz’lar, Ayfer’ler, Macit’ler, Nuri’ler, Gül’ler, işte böylesi düşüncelerle değişir, başkalaşırlar. Vicdanları ne derece rahat, kalbleri ne derece memnundur bilinmez; ama akılları nefislerinin dikine gitmeye kararlı gibidir. “Çağdaş olmak’tı, “insana hizmet”ti, “sevgi”ydi, “kalbi temiz”likti, “çalışmak ibadeti”ydi, “zamana uymak”tı, “hayat kısa”ydı, “özgürlük”tü, “tabusuz yaşamak”tı derken, nice insan “doğrudan cayma” faslını yaşar. Ânlık hazlar peşinde, diğer tüm ânlarını ateşe atar. Aslında, kendilerine bakılırsa, “doğru”dan caymış değillerdir. Kendilerince yine “doğru yol”dadırlar. Velâkin, “doğru”nun tanımı eskiye göre o kadar değişmiştir ki, tanıyamazsınız. Akıllı-uslu konuşalım, mutlak doğruda buluşalım azmiyle, konuşmak istersiniz. Yanaşılmaz. Yanaşanlara ise, çoğu kez, “Halep oradaysa, arşın burada” deyip objektif doğruyu gösteremezsiniz; çünkü arşın, nefislerin Halep yalanına uydurmak için, çoktan milimetreye dönüşmüştür.

* * *

Mazur görürseniz, alâkasız bir hadise anlatmak istiyorum.

Bir yıl kadar önce, sözümona çok güçlü, kendinden ziyadesiyle emin, yazarının aklınca İslâmı köşeye sıkıştıran bir kitap yayınlandı: İslâm Çağımıza Cevap Verebilir mi? Yazarın adını versem, cevabının ne olduğunu, kitabın kapağını açmadan anlarsınız: “Hayır.” Çünkü, yazarı Server Tanilli’ye göre, “İslâm çağımızdan 1400 sene öncesine ilişkindir.”

Fakat, başka biri, hiç de zorlanmadan, bu kitabı tek bir soruyla köşeye sıkıştırıyor: “Çağ İslâma cevap verebilir mi?” Yanlış anlamayın, bu bir “karşı-kitap”ın başlığı değil; zira Tanilli’nin sorusu o kadar basit ki, tek bir soru bile koca kitabı yere sermeye yetiyor.

Sorunun ardındaki mantık ise şu:

“Çağ, bu arada ‘çağımız,’ belli bir zaman dilimini ifade eder. İslâm ise, çağlar üstüdür. 1400 sene öncesini değil, tüm zamanları kapsamaktadır. Çünkü zamanlar üstüdür. Zamanı ve mekânı kudret elinde tutan; zamandan ve mekân-dan münezzeh; geçmiş, şimdi ve geleceği bir anda gören, sonsuz ilim ve kudret sahibi Birinin vahyidir. Ezelîdir. O her zamana bakabilir, her zamana cevap sunabilir; ama hiçbir zaman onu yargılayamaz. Çünkü, bir zaman dilimi, zamanlar üstü bir hakikati kavrayıp kuşatamaz.”

* * *

Bunu niye mi anlattım? Çünkü, bana bu yazıyı ilham eden, bu hadise idi. Alışılmış ve ezbere cevapların peşinde koşmak yerine, soru sorduruyordu.

Yazının başından beri bahsi geçen sözümona “cevap”lara bu olayın ışığında, soru sorabildim. Hangisi hangi sorunun karşılığı? Sözün gelişi, nice insanın dilinde, “Hayat çok kısa / Sen bak yaşamaya” diye tutturulmuş gidiyor. Peki, bu bir cevap ise eğer —ki nice insan bu cevapla yaşıyor— bu cevap, hangi sorunun merhemi? En başta “hayat” ne? “Hayatın kısa oluşu” ne demek? “Yaşamaya bakmak” ne demeye geliyor? Nasıl yaşamaya bakılır?

Meselâ, X diskosunun müdiresi Alâra Hanım bu cevapla yaşıyor olmalı ki; bir derginin kendisine ayırdığı iki sayfanın özeti, “yaşamak eğlenmektir” O halde biz “ölü” müyüz? “Ölü” isek, nasıl düşünüyor? Yoksa ölüler mi düşünür?

Bunlar asla sorulmaz. Sorulamaz. Hiçbiri sorulmadan, hiçbirine kafa yormadan, ezbere, ne idüğü belirsiz bir “yaşama bak” lâfı ortaya atılır; azıcık sormaya yeltenseniz “Boşver, bırak felsefe yapmayı. Onlar ince meseleler. Hayatın tadını çıkar” denilir; peşi sıra “özgür,” “tabusuz,” “ileri görüşlü,” “çağdaş” olunur.

Pes doğrusu!

* * *

Yahut, bizim “kalbi temiz”leri düşünelim. Çoğu insanın diline pelesenk olmuştur: “Kalbin temiz olsun. Önemli olan bu.” Peki, kalbi temiz olan namaz kılamaz diye bir kural mı var? Sonra, kalbi temiz olan, “hep iyilik düşünen,” nasıl mesture bir hanımın bakışından, hiç de sorup öğrenmeden huylanır; nasıl hemen kötüye yorar? “Kalbi temiz”liğin ölçüsü nedir? İnsan, kendi başına nefsinden hür olamadığına göre, “kalb temizliği” için, mutlak, insanüstü, semavî bir ölçüye bağlanmalı ve ona göre yaşamalı değil midir? Hem, bize kalbi veren, yanına vicdanı da veren; ikisi de yetmiyor ise eğer, bir de doğruyu ders verip öğretmesi için elçisini ve vahyini gönderen Biri olmasa, “kalbi temiz” olunur mu?

Kalbinin temiz olduğunu keşfedenler, genelde, üstüne düşen kimi vecibeleri yapmayan kişilerdir. “Kalbim temiz” zırhına sığınmadan önce ise, böylesi sorular hiç sorulmamıştır.

* * *

Gelelim “Vücudum benimdir”e... Bu cevaba, kim nasıl ulaştı dersiniz? Vücudunu sokaktan bulan, ya da çarşıdan alan biri mi? Vücudunu acaba kaç liraya almış? Vücudu onun olduğuna göre, neden işleyişini bilemiyor; neden korumaya muktedir olamıyor? İnsan, değil işletmek, işleyişini bilmekten bile âciz kaldığı; tek bir hücresine bile hâkim olamadığı bir vücudu nasıl sahiplenebilir? Nasıl onun asıl Sahibinden gafil olabilir?

Bu sorular sorulmaz; ama yine de “Vücudum benimdir” denilir. Öyle deyip öyle yaşanılır. Çünkü o cevap öyle yaşamak için icad olunmuştur.

* * *

Kimbilir, belki benim o sevgili arkadaşım böylesi “cevap”ların eşliğinde kayıverdi gitti. Belki giderken o “cevaplar”a yapışıp, kayıp gittiğini bile göremedi. Çünkü hazır cevapları vardı; ama o cevapları tartacak sorusu yoktu.

Diğer arkadaşımın da ayağı kaydı. O da cevaplar bulmuştu; ama o cevaplara soracak sorusu yoktu.

Sizin arkadaşınızın da hazır bir cevabı mutlaka vardır. Ama dikkat edin; o cevaba yönelteceği sorusu yoktur.

* * *

Tüm bu olanlar bana; yazının başından beri belki milyonlarca insana lâf dokunduran, ne şunu ne bunu pek beğenmeyen bana ne anlatmalı?

Siz ne cevap düşünürsünüz bilemem, ama ben kendi payıma şu hisseyi çıkardım:

İlkokuldu, orta’sıydı, liseydi... derken nice imtihandan geçiyor, bilmem kaç kez sınanıyoruz. Ne ki, tüm bunların sonrasında da imtihan yaşanıyor. Ve bu büyük, ama kendini hissettirmeyen imtihanı başarmak için, hiçbir zaman ezbere cevaplarla yetinmeyip, her daim soru da sormam gerekiyor.

Ne de olsa “hayat çok kısa.” Yaşamaya bakayım derken, yarın çok geç olabilir...

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut