Temel İlke Olarak Sünnet

Abdülhakim Murad

NİGRA SUM, sed formosa…
(Neşideler Neşidesi’nden)

Çağdaş Batı sanatı, biz Müslümanların pek fazla zaman ayırdığı bir konu değildir. Aramızda gözü açık olanlar, bu sanatın açık bir biçimde Batılı Hıristiyan dünya görüşünün çöküşünü temsil ettiğinin bilincindedirler. Ki, bu dünya görüşünün yerini, ilkin, Rönesans’ın beşer-üstü insan fantazileri, yaratılmış insanın kendine yeter olduğunu düşündürten o saçma çıplak tasvirler almış; ve sonra, iki dünya savaşı Batılı seçkinleri insanın kendi elleriyle bir yeryüzü cenneti yaratmasının mümkün olmadığına ikna ettiğinde, modern dönemin tuhaf sanat ürünleri boy göstermeye başlamıştır. Bugün, en iyi bilinen İngiliz sanatçılarından biri, çürümeyi engelleyen formaldehit adlı kimyasal sıvı içinde yüzen bir koyun sergilemesiyle meşhur Damien Hurst’tür. En az onun kadar ünlü iki sanatçı da, çok büyük tuvalleri kendi idrarlarıyla boyayan, gri Marks and Spencers kostümlü iki orta yaşlı eşcinsel, Gilbert ve George’dur. Unutmadan, İngiliz sanat dünyasında en prestijli ödül olan Turner Ödülü’nü 1998’de fil dışkısıyla boyanmış bir heykelin kazandığını da belirtelim. Şu halde, biz Müslümanların modern Batı sanatını özellikle uzlaşılmaz bulmamızın ve ona tefekkür dünyamızda yer vermeyişimizin sebebi belki şöyle izah edilebilir: Eğer sanat bir medeniyetin belli bir şekil alması ise, Tate Gallery’nin koridorlarında gezinmek ve rahatsız edici tasvirlerle yüzyüze gelmek, o medeniyetin kendisi hakkında daha baştan olumsuz fikirleri zihne davet ediyor. Oysa Hıristiyanlık, kültürel elit tarafından ciddiye alındığı dönemlerde, heykel sevgisinin içerdiği tehlikelere rağmen, Müslümanların güzel diye kabullenebileceği önemli eserler de üretmiştir. Ne var ki, sözde-Aydınlanma zaman içinde Hıristiyanlığı takatsiz bıraktı. Ve şimdi, Aydınlanmanın kendisi de devrini tamamlamış ve postmodernite Batılı ruhu esir almış, hatta dağıtmıştır. Ki o ruh, en zeki ve en saygın sanatsal temsilcilerinin örneklendirdiği gibi, bugün insan dışkılarıyla ilgilenmeye başlamış bulunuyor. Ruhtan akla, bedene—ve şimdi de, atık ve dışkılara: bakışımızı başka yere çevirmemizi gerektiren can sıkıcı bir gelişme. Ama, sırf çöküşün ne kadar istikrarlı gittiğini gözlemek için dahi sanat galerilerini gezmek, insana çok şey öğretiyor. Biz, aslında bizim dünya görüşümüz ile Batılı seçkinlerinki arasında bazı otantik bağların mevcut olmasını ziyadesiyle arzu ederdik, ama böyle bir bağ artık mümkün gözükmüyor. Ve bu, kesinlikle biz ifrat ettiğimiz için değil. Köprüyü yıkan, biz değiliz. Biz, tarihinin yüzde 99’luk diliminde türümüz tarafından genel kabul görmüş normları elimizde tutmaktan öte birşey yapmıyoruz. İfrat eden, aşırılığa giden, acayip bir şekilde büyümüş olan, ve çıldırmak üzere imiş gibi görünen Batıdır!

Yine de, bu iğrenç görsel kakofoni ortasında, nadiren de olsa, derinlikli içebakışlar görülmekte; ve bazen bunlar, neredeyse vahye yakın bir yoğunlukta da olabilmektedir. Bununla birlikte, kuşkusuz, yirminci yüzyılın Batılı sanatçılarının neredeyse tamamı, dinsel bir dünya görüşünün tahripçileri olarak, ve kaotik, biçimsiz, çirkin halefin tasvircileri olarak, kendi kültürel durumlarının çok iyi farkında olagelmişlerdir. Bununla birlikte, sadece çok azı, alternatiflerin de tatminkâr bir ikna gücüne sahip olabileceğini kabul etmiştir. Ve o çok azın da az bir kısmı, Avrupa kültürüne musallat olan ırkçılık illetinden ve İslâm fobisinden yakalarını kurtarabilmiş olanlar, İslâm’ın güzelliğini ve derinliğini kabul ve teslim etmişlerdir.

Rus sanatçı Kazimir Maleviç, işte böyle biridir. Maleviç dinsel, mistik, ateistik, veya estetik binlerce rakip hareketin yanyana bulunduğu bir zamanda, Rus Devrimi zamanında yaşamıştır. 1920’lerin ilk yarısına denk düşen bu dönemde, Jozef Stalin’in şeytanî gücünü harabelerden günyüzüne çıkartacak gelişmeler yaşanmaktaydı. Kısa ama çok sert geçen; ülkenin geçmişten miras kalan hiyerarşilerinin, hem dinsel hem de çarlıkla ilgili hiyerarşilerin, daha adil olmakla kalmayıp aynı zamanda manen daha basiretli bir bakışa yol açmak için ortadan kaldırılmakta olduğu bir devir yaşanıyordu.

Bunun tezahürlerinden biri, Solun genç sanatçılarının tüm temsilî resim biçimlerinin yetkililer tarafından ortadan kaldırılmasını talep etmiş olmalarıdır. Bu sanatçıların haklı olarak belirttikleri üzere, mecaz yüklü figüratif sanat, özünde baskıcıdır. Yaşlılığa karşı gençliğe, fakirliğe karşı zenginliğe ayrıcalık verir. Bu Dinsel tarzlarında ise, ilâhî olan’a cinsiyet ve ırk izafe eder. Solun genç sanatçılarının devrimci sloganı, bu yüzden, şöyledir:

Bir Beyaz Ordu subayını
Yakaladığında
Onu patakla
Ve Rafael’e gelince
Müze duvarlarını
hedef yapmanın zamanıdır
Bırak büyük silahların namluları
Geçmişin paçavralarını vursun!

İlginçtir, bizzat Bolşevikler bundan dehşete kapıldılar. Çünkü, temsilî sanat onların tüm kitle propagandalarının temelini sağlıyordu. Bu yüzden, uygun bir zamanda, Stalin ve takipçileri yeni sosyalist şafağı dört gözle bekleyen kasları gelişmiş köylü erkek ve kadınlar imgesini kullanarak kaba Sosyalist Realizm üslubunu himaye ve takviye etmişlerdir. Böylece, Rönesans’ın beşer-üstü insancılığı ve insanı tanrılaştırması, daha büyük bir özgürlük arzusu bir kenara itilerek Rusya’da yeniden restore edilmiştir.

Bu heyecanın en üst düzeyde olduğu ara dönemde; yani eski Kış Sarayı ve Kazan Katedrali’yle parçalanmakta ve yeni Sovyet devâsâcılığı biçiminde henüz zaferine ulaşmamış halde iken, Avrupa kültüründe İslâm nuruna müsaade edilen kısa ama dikkati çeken bir zaman dilimi yaşandı—Avrupa kültürünü çatırdatan bir zaman dilimi...

Şüphesiz, Rusya’nın büyük kısmı Müslüman medeniyetlerinin harabeleri üzerine inşa edilmiştir. Ruslar, Sırplar da dahil diğer bütün Avrupalı halklardan daha fazla, kendilerini İslâm’a karşı kutsal savaşçılar olarak görmüşlerdir. Onaltıncı yüzyılın başlarında, bugün Ukrayna denen yerin hemen hemen tamamı Müslümandı, ve Moskova’nın güneyindeki muhteşem başkentleriyle birlikte Kasımov emirleri tarafından yönetiliyordu. Yeryüzünün en yoğun nüfuslu ve en zengin bölgelerinden biri olan Kırım, Osmanlı hilâfetiyle ittifak halinde olan Müslüman bir devletti. Keza, İran ile Avrupa arasındaki ipek ve halı ticaretiyle zenginleşen Karadeniz ile Hazar Denizi arasında kalan bozkır bölgesi, yüzyıllarca Müslüman olarak kaldı. Volga Nehri’nin kıyılarını süsleyen Müslüman şehirleri de, Moskova’nın doğusunda en yüksek noktaya ulaşmışlardı. Meselâ başkent Kazan, Moskova’nın kendisinden belki yirmi kat daha büyük bir şehirdi. 1555’te Korkunç İvan Avrupalı Müslüman imparatorluklar arasındaki ayrılıklardan yararlanarak Kazan’ı işgal etti ve sömürdü. Kul Şerif’in görkemli Beyaz Cami’si sekiz minaresiyle birlikte yıkıldı ve taşları Moskova’daki St. Basil Katedrali’nin yapımında kullanıldı. Kazan hanlarının Hıristiyanlığın yaşanmasına her zaman izin vermelerine rağmen, Rus istilacılar İslâm’ı yasakladılar ve oradaki nüfusu zorla vaftiz edip adlarını değiştirdiler. Kazaklar, Müslüman kırsal alanlarında zayıflayıp çaptan düşmeye terkedildi. Soğuk kuzeyin genç erkekleri, Müslüman kadınları yakalayıp köleleştirdiler ve bu gençler arasından yeni bir Haçlı fanatik tipi türedi; ki, Ve Sessiz Akardı Don romanında Şolokhov bu süreçten bahsetmektedir. Kendilerinden daha medenî durumdaki İslâm dünyasıyla yüzleşme duygusu o kadar güçlüydü ki, davulların esir edilmiş Müslümanların derisinden yapılması, onsekizinci yüzyıla kadar Rus ordusunda yaygın bir uygulamaydı.

Rus kültürünün temelinde, bu nefret mirası yatmaktadır. Korkunç İvan’ın mezaliminden önce, Avrupa toprağının yaklaşık yarısı Müslümandı. Ve Rus çarları kendilerini, yaşayan Müslümanların üzerinde sallanan ve onlara diz çöktürecek bir balyoz, başka bir deyişle, etnik temizleyici olarak gördüler.

Hemen öncesi ve sonrasındaki yıllarıyla Rus Devrimi, geleneksel Rus zihniyetinin her türlü varsayımına meydan okudu: en temel faraziyesi, yani İslâm’ın aşağılığı varsayımı dahil! Entellektüeller ve şairler, Müslüman kültürüne saygı duymaya başladılar. St. Petersburg’un aşırı derecede süslü rokoko tarzı debdebesinden bezmiş ve bıkmış olan mimarlar, gözlerini Müslüman Buhara ve Semerkant’ın mimarisine çevirdiler. Burada, insan ve tabiatın âhenginin, beşer-üstücü olmayan ama tefekküre sevkedici bir güzellik sunumunun mevcut olduğunu düşündüler. Semerkant’taki Cuma Camiinin ve Zinde Şah türbelerinin mavi çinileri, Türbesi, Avrupa sanatının yaptığı şekilde, göklere meydan okuyan bir yumruk gibi yükselmiyordu. Aksine, cennetteki huzurun yeryüzüne inmesini niyaz eder gibi bir duruşu vardı. Melnikov gibi Rus mimarları, Özbek temalarını kendi ev mimarilerine taşıdılar. Bunlar arasında görülmeye değer bir örnek, Melnikov’un 1925’te Paris Uluslararası Fuarı’nda yer alan Sovyet pavyonu için yaptığı projedir. Bu proje, Orta Asya’daki İslâmî türbe burçlarının tasarımından çok şey almıştır. Bu tip eserler sayesinde, Le Corbusier gibi Batılı mimarların da İslâmî temaları kendi tasarımlarına dahil ettiler.

Bu etki, görsel sanatlarda da göze çarpar. Elbette o dönemde şirazesi bozulmuş başka hareketler de vardı: Akmeizm, Kübizm, Yapısalcılık ve diğerleri gibi. Fakat bazı sanatçılar, gözleri hâlâ daha maneviyat odağından bakanlar arasında, İslâmî güzellik anlayışının cazibesi karşı konulmaz derecede parlak olduğunu isbatladı. Mimar Andrei Burov’un kendi kuşağı açısından itiraf ettiği gibi: “Güçlü bir Muhammedî etki vardı; ve mimaride de ortodoks bir Muhammedîlik sözkonusuydu.”

Kazimir Maleviç’in içeri adımını attığı nokta da, işte burasıdır. Maleviç, Avrupaî temsilî resmin muazzam manzaralar karşısında sarkık pembe kollarıyla kaba ve iğrenç bir büyücüye benzediğini düşünen bir mütefekkir ve bir mistikti.

Maleviç’in en büyük eseri, Siyah Kare adlı tablosudur. Bu, beyaz bir çerçevenin içinde tamamen siyaha boyalı bir karedir. Maleviç, bunu ‘modernitenin mutlak sembolü’ olarak adlandırdı. Ki onun beklediği modernite, ondokuzuncu yüzyıl Batı materyalizminin pıhtılaşmış çöküşüne zıt olarak, saf ve manevî olacaktı.

Maleviç bir Siyah Kare imgesini tercih etti, çünkü bu imge görünen dünyanın an be an başkalaşmasını kaydetmeye dayalı Batı geleneğinin topyekün tersine çevrimiydi. O, daha sonraları, Siyah Kare’yi resmederken yaşadığı ‘içindeki kara geceleri’ ve o esnada ‘korkuya sınır komşusu olan bir ürkeklik’ hissettiğini yazdı; ama bitirmeye yaklaştığında ‘hisler hariç hiçbir şeyin gerçek olmadığı, salt hislerin hayata temel teşkil ettiği bir çöl cazibesine kapılmanın verdiği saadetli bir duygulanım’ tecrübe ettiğini belirtti.

Yeryüzünde bu ne anlama gelebilir? İslâm’ı iyi bilen çağdaş İngiliz yazar Bruce Chatwin, bunu şöyle yorumlamıştır:

“Bu, iyi bir Marksist’in değil, Meister Eckhart’ın—ve hatta, Muhammed’in—dilidir. Maleviç’in Siyah Kare’si, onun ‘modernitenin mutlak sembolü,’ bütün insanların Allah’ın huzurunda eşit olduğu çorak bir vadideki mukaddes bir yerin resmine, Mekke’deki kara örtülü Kâbe tablosuna denktir.”

Maleviç’in başarısını sanırım şimdi daha iyi anlayabiliriz. Müslümanlar için yirminci yüzyıl sanatının belki de en önemli eseri olan bu tabloda, kültürlü bir Rus, katılaştırılmış gerçekliğin kabuğunu yarıp geçmiş ve hakikatin tabiatına nüfuz etmiştir. Sadelik güzelliktir. Ve bu, derin, damla damla içe akan bir huşû ve zahirî duyulardan ziyade sahici bir histir.

Kültürel bir kargaşanın yaşandığı ve ortamın her açıdan alevlendirilmeye çalışıldığı bir dönemde, Maleviç saf güzellik ilkesine ulaşmıştır. Sadece Hakikî olan hakikîdir; tezahür ve çeşitlenmeler vehimdir. İkisi arasındaki çizgi ise, bıçak ağzı gibi keskindir: “De ki: Hak geldi, bâtıl zail oldu; bâtıl her zaman zail olucudur.” Peygamber’in (s.a.v.) Kâbe’yi hükmü altına almasından az sonra toprağa karışacak olan 360 putun her birine asâsıyla işaret ederken okuduğu âyet, buydu.

Maleviç öldü, ve Sosyalist Realizm galip geldi. Ama Avrupa tarihinde bir saniyeliğine de olsa, hakikat parıldamıştı.

İslâm dininin merkezi Kâbe’dir. İlâhî cemal ve celâlin iç içe geçen cilveleriyle Kâbe, ‘insanoğlunun bir sığınma ve selâmet yeri’dir. Halil İbrahim Aleyhisselam’ın “Rabbim, bu toprağı mübarek bir yer yap!” duasıyla korunmuş bir şehirdedir.

Kâbe’nin birçok anlamı vardır. Bunlardan biri, Haccın sırrına en çok yaklaşılan bir nokta olan Hacerü’l-Esved’le (Kara Taş) alâkalıdır.

“Ali ibn Ebi Talib’in rivayet ettiğine göre, Allah insanlardan Misakı aldığında, onu yazıyla kaydetti ve bu kaydı Hacerü’l-Esved’e nakşetti. Ve bu yüzden, Beytü’l-Kadim’i tavaf ederken Hacerü’l-Esved’e dokunan kimseler meâlen şunu söylerler: ‘Allahım! Bu, Sana imanımız, Sana verdiğimiz sözü edamız, ve Senin kaydının hakikatini ilânımızdır.”

Dolayısıyla Kâbe, kendisi adına bir değer taşımazken—sonuçta taş ve harçtan yapılmış bir küptür—insanlığın temel cevherinin seyahatini, haccını temsil eder ve hatırlatır:

“Kıyamet gününde, ‘Biz bundan habersizdik’ demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ Onlar da: ‘Evet, buna şahit olduk’ dediler.” (7:172)

Dolayısıyla, bu Evi ziyaret ettiğimiz vakit, verdiğimiz büyük sözü, Misak-ı Azîmimizi hatırlamaya davet ediliyoruz. Gaflet zamanlarından sonra, varlığımızın ve bütün mânâların kaynağı olarak Yaratıcımızı tekrar tasdik edip kendimizi O’na teslim ediyoruz. Hacerü’l-Esved, İmam Tirmizî’nin aktardığı bir hadise göre, Cennet’ten bir yakuttur—yâkûtun min yavâkîtu’l-cenne.

Hacda onu ziyaret edenlerin ve namazda ona yönelenlerin tasavvurlarında, Kâbe arzdaki muhtelif tüm eşyanın kökenine ait bir merkez ve temel nokta olarak yer alır. O, pusulanın dört esas yönüne uyan bir yapıdır. Karalığı ise, gece gökyüzünün ve semânın karalığını hatırlatır ve katışıksız bir biçimde Yaratıcının huzurunda olduğumuz gerçeğini hissettirir. Allah bize göklerde ve yerde bizim için ibretler olduğunu bildirmiştir. Bu çerçevede astronomideki en son bulgular sarmal galaksilerin karadelikler etrafında dönmekte olduğunu teyid ediyor. Öyle ki, kuantum mekaniğinin açıklayamadığı, zaman ve mekânın bir noktadan sonra kaybolduğu o bilinmeyen sarmalına, bir anlamda manevî girdaba bizi çağıran, azametli fezaya yazılmış güçlü bir semboldür karadelikler.

Samimî Müslümanların her akıllarına düştüğünde kalplerinde duydukları Kâbe hasreti, basit bir bina özlemi değildir. Zaten, kendisi için, kendisi adına bakıldığında, Kâbe kâinattaki diğer şeylerden daha üstün bir cüz değildir. Bu nedenledir ki, Kâbe hasreti, bizim ruhlar âleminde Yaratıcımızın huzurunda olduğumuz o zaman-dışı mükemmel ‘zaman’a ulaşma özleminin bir ifadesidir.

Bu hasret, İslâm’da merkezî bir duygudur. Kalpten gelmektedir: Kalp Kâbe’nin ihtişamını bilir, akıl kavrayamaz—akıl için, neticede 12 metre yükseklikte küp şeklinde bir yapıdan ibarettir. Bu bakımdan, Celâleddin Rumî şöyle der:

“Akıl açıklar: ‘Altı yön, sınırlardır ve başka yol yoktur.’

Muhabbet de der ki: ‘Bir yol var, ve ben oradan defalarca geçtim.’”

Ve sonra der ki:

“Akıl hac için bir deve buluncaya kadar, muhabbet Kâbe’yi çoktan tavaf etmiştir.”

İslâm dininin, esasında fıtratın bir parçası olan aslî duygusu, sevgidir, muhabbettir, sevgiliye geri dönmeye yönelik ızdıraplı bir arzudur. “İman edenler,” Kur’ân’ın üzerinde ısrarla durduğu gibi, “Allah için sevgice daha kuvvetlidirler” (2:165). Birşeyin aslını bilmek, onu sevmektir.

Kâbe, arzî bir sembol ve hatırlatıcı olmaktan öte birşey değilken, tazelenmesine vesile olduğu geri dönüş, hakikî özümüzü yeniden kuşanma özlemi, İslâm’ın parlak ve incelikli şiirsel geleneğinde en yaygın temadır. Ali Şir Nevâî, Kâbe’ye yönelerek yaptığı ibadetle mânâ kapılarının açılması için dua eder:

Bi-hamdik feth-i ebvâb-i ma’ânî
Nasîb et gönlüme feth olmak ânı

Hacı Bayram Veli ise Sevgili’ye doğru giden yükselişini şöyle tanımlar:

Yan ey gönül yan, yan ey gönül yan;
Yanmadan oldu derdine derman;
Pervâne gibi, pervâne gibi
Şem’ine aşkın yandı bu gönlüm…

İslâm, bu bakımdan, Elestü bi-rabbikum dinidir: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Önceki dinlerin mensupları daha küçük, yerel, etnik ahitleri takip ederlerken, biz Büyük Ahid’e, Misak-ı Azîm’e uyarız. Kâbe, kendimizi doğrudan doğruya tüm tecellîlerin menşeine, huzur-u ilâhîye yönelterek, zaman ve mekân içinde kendimizi bulma yolumuzu temsil eder.

Bundaki ilâhî hikmeti düşünmeye gerçekten ihtiyacımız var. İslâm, medeniyetin olmadığı bir zaman ve mekânda ortaya çıktı. Eğer bir Kureyşli Arap beşyüz mil kuzeye, güneye, doğuya yahut batıya gitmiş olsaydı, orada gelişmiş bir kültür bulacaktı. Buna karşılık, Arabistan başlangıçtaki sadeliği taşıyan bir cep gibiydi. Ve Allah subhanehu ve teâlâ, nihaî mesajı için, O’nunla yapılmış önceki tüm ahitleri son noktasına ulaştıracak ve yeryüzü milletlerini yenilenmiş Büyük Misak etrafında toplayacak bu yalıtılmış yeri tercih etti.

Bundan öğrenilecek derin bir hikmet, İslâm’ın sadeliği gerçeğidir. Bizim öğretimiz, bundan daha açık sözlü olamazdı. İslâm en saf, ulvî, tavizsiz tevhid dinidir; Allah’a dair gelmiş geçmiş en berrak fikri ortaya koymaktadır. Bir ibadet sistemi ki, hiçbir âlet edevat veya eşya gerektirmez: haçlar yok, günah çıkartma odaları yok, papazlar ya da putlar yok. Sadece kul ve Rabbi... Hac ve umre, giysilerin en basiti olan ihramı giydiğimizde ve şimdiye kadarki en saf binanın etrafında bizi sembolik merkeze tekrar bağlayan ibadeti yaptığımızda, bizi kadim bir zamana geri döndürür. Ramazan orucu da zamansızdır: bizi bütün dinsel bağlanma biçimlerinin en eskilerinden biriyle temasa geçirir ve bir süreklilik sağlar. Aslında, bazı alimler, orucun en eski dinî emir olduğunu da ifade etmektedirler. insanlığın büyükbabası ve büyükannesi, cennette, sadece tek bir şeyin talimini yapıyordu: belirli bir ağacın meyvesini yemekten sakınmak!

İnsan, İslâm’ın koruyucu dairesine adım atınca kadim sadeliğe ve insan olmanın şerefine tekrar kavuşur. İslâm, bizim halife, yeryüzünde Allah’ın vekili statüsünü tekrar iddia edebilmemize imkân verir.

Ama bu, sadece şeklî ibadetlerle sınırlı değildir. Zaten, bir görüşe göre ibadet edip sonra da başka bir görüşe göre yaşamak, kaçınılmaz olarak ruhta çatışmayı kışkırtır. Bugün bazı dinler, müntesiplerinin tam anlamıyla bir akıntıda, ibadet mekânının dışındaki yirminci yüzyıl hayat tarzı içinde yaşamasına izin veriyor. Fakat, İslâm bunun saçma olduğunu bilir. Namaz sırasında ilâhî huzurda oluşa odaklanma, bizim eşyaya bakışımızı değiştirir ve dönüştürür. Namazın sonunda Kâbe’den başka yere dönmeden önce, kulaklarımızda hâlâ çınlayan içimizdeki o sözü sağa ve sola söyleriz: es-selâmu aleyküm. Zarif ve kadim kutsal merkezle kurduğumuz bağlantı, diğer vakitlerde bize değişmiş bir tavır kazandırır. Kitab, “Namaz, fahşâ ve münkerden [aşırılıklardan ve çirkin şeylerden] alıkoyar” buyurur. Yani, namaz güzel bir şekilde, huzûr halinde—zihin ve ruhun huzur-u ilâhîde olduğumuz bilincini kavradığı bir halde—kılınırsa, sair davranışlarımız safîleşecektir. Bayağı tavırlar, kaba dil, başkalarına şefkatten mahrumiyet gibi şeyler, bizim namazı doğru kılmadığımızın, mânâların kaynağına tam olarak odaklanmadığımızın kesin delilleridir.

Bu demektir ki, İslâm’ın ibadet hayatımız ile hayat tarzımızdaki başka herhangi birşey arasında bir ayrıma gitmez. Ve yine bu, Müslüman toplum adına girişilen tüm reformların başlangıç noktasının, bizi hepimizin ittifak ettiği gayeye yönelten namazın tesisi olması gerektiği anlamına gelir. Elbette, bu sadece camide görünmekle olmaz. İbadette yapılması gereken hareketleri dikkatimizi yoğunlaştırmadan uygulamak mümkün, fakat değersizdir. Bir hadisin bildirdiğine göre, “Âbidin ibadeti, ancak ettiği ibadetin şuurundaysa muteberdir.” Ve, Hasan Basri “Kalbin katılmadığı her ibadet, cezaya mükâfattan daha yakındır” demiştir.

Mekanik ibaret, bizim başka bütün manevî ve toplumsal güçlüklerimize işaret eden ve aynı zamanda bunları besleyen genel bir problemdir. Allahuekber deriz, ama hemencecik Allahuekber’in ne demek olduğunu bilmediğimizi gösteririz. Namazın sonunda selâm verdikten birkaç dakika sonra, girmiş olduğumuz yarı uyku halinden uyanarak, kendimizi bir tür otomatiğe bağlarız.

Bu, güzel değil. Bedeni hareket ettirmenin ve dilimizi damağımız etrafında beceriyle dolaştırmanın bize hiçbir faydası yoktur. Salât kelimesi esas olarak bir bağlantıya işaret eder. Eğer düğmesini açmayacaksak, bir lambamızın olması anlamsızdır. Ve elektrik, ancak huşûdan, dikkat yüklü bir tevazudan gelir; yani Kutsal Kâbe’nin harikulâde amblemi olduğu ilâhî cemal ve celâlin, Rabbimizin azamet ve kibriyasının ve bizim O’na yakınlığımızın şuurundan!

Namaz fiili, bizi yuvamıza götürür: yeryüzüne. Âdem aleyhisselâmın isminin ‘arzî,’ ‘topraktan’ anlamına gelen âdem kelimesinden türetildiği söylenir. Ve Allah buyurur ki, “onu topraktan yarattım.” Alnımızı secdeye koyarak, bizi insanlıktan uzaklaştıran modernite tarafından örülmüş ümitsiz fantezilerden kaçar ve fani canlarımıza sonradan hayat verildiğini bir kez daha hatırlarız. “Biz insanı topraktan yarattık, ve dönüşünüz tekrar onadır, sonra tekrar sizi ondan çıkaracağız.” İnsanın yeryüzüyle üç ilişkisi—ki, hiçbirinden kaçamayız.

“Kulun Rabbine en yakın olduğu hal, secde halidir.” Bu, bir hadistir. Biz hakikaten Allah’ın yeryüzündeki vekil ve temsilcileri, yani halifeleriyiz. Ama ne zaman? Firavunî kibir ve muhalefet sembolü başlarımız kararlılıkla eğildiğinde; kalp baştan daha yukarıda olduğunda.

Namazın biçimi, bu gezegendeki hiçbir ümmetin kâinat ile Müslümanlar olarak bizlerden daha içtenlikli bir ilişkiye sahip olmayacağına işarettir. Bu yüzdendir ki, biz kâinatı, vahyin bize okumayı öğrettiği şekilde bir ‘âyetler âlemi’ olarak bilir ve idrak ederiz:

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için gerçekten açık âyetler vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken [yani: her vakit] Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin bir şekilde düşünürler.” (3:190-191)

Namaz, bir zikr biçimidir. Allah, efendimiz Musa aleyhisselâma şöyle buyurmuştur: “Ve zikrim için namaz kıl” (20:14). Ve Allah’ı anmak, Elest Bezmi’nde, yani Misak-ı Azîm ve Ben Sizin Rabbiniz Değil miyim Meclisinde bahsi geçen, insanlığın geldiği ve yeniden yöneleceği ilâhî kaynağı hatırlamaktır. Dolayısıyla, saf güzellik olan Kâbe’ye bedenen yöneliş, ilk yuvamızın tasdikini, hepimizin bağlı olduğu o ahde sadakatimizin teyidini temsil eder ve hatırlatır. O halde, namaz tam insanlığımızın beyanıdır.

Namazın güzelliği, asaleti ve ezelî huzuru, bundandır. Onunla, ondaki tesbih, rükû ve secdeyle, Rabbimizin celâl ve izzetini tasdik ederiz. Onunla, O’na verdiğimiz sözü de tasdik etmiş oluruz. Ve yine onunla, sadece Efendimiz Muhammed sallallâhu aleyhi vesellemin bize öğrettiği bir ibadet olmasından dolayı bunu yapıyor olduğumuzu da ilan ve ikrar etmiş oluruz. Nitekim, bu yüzden namaz, sünnetin en yüksek noktası haline gelmiştir. O, dinin direğidir—“kim onu yıkarsa, dinini de yıkmış olur.” Namaz olmadan, bizim asıl kaynağımızı ve kökenimizi hatırlamamızın ne bir mânâsı, ne de alâmeti vardır.

Namaz, kuşkusuz, Mirac Gecesi’nde insanlığa hediye edilmiştir. Bu gece, Resûlullah’ın risalet hayatında doruk noktasıdır: şerefinin en üst noktaya ulaştığı o gecede, Peygamber Rabbinin en büyük âyetlerini müşahede etmek üzere O’nun huzuruna yükselmiştir. Bizim için o gece, aksi halde zihinlerin sadece hasretini çekeceği birşey olarak kalacak olan gerçekliğe dair, Allah’ın lutfettiği tüm ifşaatı tasvir eder.

O gece huzur-u ilâhîde Peygamber’den (s.a.v.) bir tercihte bulunması istenmişti. Ona şarap ve süt sunulmuş, o ise sütü tercih etmişti. Cebrâil aleyhisselam, bunun üzerine der ki, hudiyte li’l-fıtra (“sana fıtrat —insanın ilk, saf, doğal tabiatı—kılavuzluk etti”).

Bu olağanüstü olay, dikkatle üzerinde düşünmeyi hak ediyor. Onun nebevî kariyerinin zirvesinde, ve dolayısıyla insanlığın Allah’a ilişkin tarihinin zirvesinde, fıtrat hakkında bir ders verilir; ve bize fıtratın Sünnet’in parçası, ve gerçekte, özü olduğu gösterilir.

Şarap ile süt arasındaki tercih, kokuşmuşluk ve saflık arasında bir tercihtir. Süt, Kur’ân’da halisen diye tarif edilir. Şarap ise, üretildiği süreç gözönüne alınırsa, tabiî olandan uzaklaşmadır; kökü doğal olsa da, bozulmuş bir içecektir. Çok ilginçtir, modern dünyada tüketiciler, bozulmuş besinleri yeme konusunda isteksiz olmalarına rağmen, bozulmuş ve çürümüş içecekleri içmekten çok ama çok hoşnutturlar. Doğrusu, şarabın mayalanması, bir bozulma sürecinden başka birşey değildir. Şarap şişelerinde nadiren son kullanma tarihi yazılıdır.

Dolayısıyla: hudiyte li’l-fıtra. Mirac’da Hz. Peygamber’e, fıtratın onun özelliklerinden biri olduğu melek tarafından söylenir. Ve açarsak, bu, hepimizin içinde yer almaya çalışmamız gereken nebevî sünnetin doğası haline gelir.

Bu İslâm okumasını şimdi biraz daha açık hale getirmeye çalışalım. Resûlullah (s.a.v.), kadim çöl sadeliğini taşıyan bir şehirde, Mekke’de doğar. Sonra, kadim tarımsal, köylü sadeliğine sahip bir şehre, Medine’ye hicret eder. Onun dininin içerdiği, namazda doruk noktasına ulaşan ibadetler, bize bu saflıktan ve kadim insaniyetten birşeyler teneffüs ettirir. Bunlar, bizim zamanımızda olmayan şeylerdir; ve bize, zamanımızın alışkanlıklarının ne kadar fakirleşip bayağılaştığını farkettirirler.

Modern dünya, fıtrattan uzaklaşma hususunda bir panik içindedir. Denizler, hava ve nehirler, insanın hırsının ve saflığa duyduğu nefretin bir sonucu olarak, endüstri atıklarıyla kirleniyor. Alzheimer hastalığı, astım, AIDS ve erkek kısırlığı, insan türüne ait çöküşün gittikçe büyüyen işaretleridir. Rio Konferansı’nda tabiatı kirleten atıklar ve bunlara sebep olan üretim biçimlerinde bir azalmaya gidilmesi hususunda ısrarlı bir yaklaşım sergilendi. Ne var ki, unutulmuş bir fazilet olan zühdün insanlar nezdinde nasıl tekrar cazip hale getirileceği konusunun izahı noktasında tam bir başarısızlık yaşandı. Zira, insanların intisap ettiği dinlerin onlar için cazibelerini kaybetmiş olduğu, bu yüzden de insanların kendi zevklerine ve bizzat kendilerine tapınmakta oldukları farkedilemedi. Sıradan insanlar, aslında, organik ürün almakla, bitki özlü şampuan kullanmakla ve sakınabildikleri her yerde sentetik ürünlerden kaçınmakla huzursuzluklarını gösteriyorlar. Ama herşeye rağmen bu, biçime geri dönüştür, muhtevaya değil. Eğer bir kimse ‘doğal yaşam tarzı’nı belirli bir asla ve bir mukadderata sahip olarak kavramıyorsa; yani doğal yaşam tarzını ibadet hayatı ve Hak Olanın teyidi noktasında insanlığı desteklemek için yaratılmış olan kâinatın anlamlı bir tasdiki olarak değil de salt bir tarz olarak uyguluyorsa, o kimseye doğal bir yaşam tarzı tavsiye etmek saçmadır. Müslümanlar olarak biz, doğal yaşam tarzını onaylarız; ama basit bir tavır olarak değil. Büyük Misak’a bağlılık, bizden, türümüzün yaratılış kurallarına uygun biçimde yaşamamızı talep eder. Şah Veliyyullah Dehlevî, Allah’ın her tür için bir şeriat tayin ettiğini ifade etmiştir; nitekim, her bir tür, modern insanın tazyikine maruz kalmadığı müddetçe, bu şeriata bağlıdır. Fakat insan, genlerindeki, hormonlarındaki, cinsiyetindeki mesajı ve özünün iç hasretini unutma ve bozma noktasında gayet yeteneklidir. İşte bu işlevsizlik, küfrün, yani doğru fıtratlarımızı kendimizden saklama sürecinin özüdür.

Doğal halimize, fıtratımızdaki esaslara yeniden kavuşmaya giden yol, sadece Sünnet biçiminde açıktır. Bugün sadece Müslümanlar, dinlerinin kurucusunun yaptığı şekilde ibadet ediyorlar. Peygamberin Medine’si temel ilkelere bağlı bir şehirdi. Ve biz onun nurlu sakinlerinin örneklediği yaşam kalıplarını takip edersek, özümüzü gerçek anlamda yeniden düzeltebiliriz. O halde, Sünnet modernliğin zehirli denizinde bizim güvenli bir şekilde yol almamızı sağlayacak bir cankurtaran sandalıdır. Elbette bunun için, böyle bir kirlenme meydana gelmeden önceki zamanlarda feda edilmiş sünnet ilkelerini yeniden ihya etmemiz gerekiyor.

Şimdi Hz. Peygamberin hayat tarzını hatırlayalım. Ama ondan da önce belirtmek gerekir ki, aslında bizim için cazip olan tek bir ‘yaşam tarzı tercihi’ varken, bugün biz ‘yaşam tarzı tercihleri’nin olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Modernite, taklit etmemiz için bize bir ideal tipler yelpazesi sunuyor: Madonna, Monica Lewinsky, Başkan Yeltsin, yahut Michael Jackson’a benzeyebiliriz. Önümüzde alternatifler barındıran uzun bir menü var. Fakat, Resûlullah’ın (s.a.v.) o ışık saçan insaniyetini ortaya koyduğumuzda, hiçbir rekabet ve tartışma sözkonusu olmayacaktır. Çünkü Peygamber, Âdemî mükemmelliğiyle insaniyeti şahsında toplamıştır. Onda ve onun hayat tarzında, insanlık durumunun olası en yüksek noktaları gerçekleşmiş ve ifşa edilmiştir. Ve bu, güzelliğin ta kendisidir: onun ünvanlarından biri olan cemil, yani güzel kelimesi, aynı zamanda bir erdeme atıfta bulunur. İhsan, yani Allah’la uyum nebevî hali, hüsnün, yani güzelliğin açığa çıkartılması anlamına gelir.

Burada, o Nebevî güzelliği olabildiğince toplu biçimde hatırlayalım. İmâm Gazâlî’nin İhyâu Ulûmi’d-din adlı eserinin 19. kitabındaki bir pasajda şöyle anlatılır:

“Resûlullah (s.a.v.) insanların en halimi, en cesaretlisi, en âdili, en iffetlisi idi. Mübarek eli cariyesi veya nikâhlısı veyahut mahremi olmayan herhangi bir kadının eline hiç değmemiştir. Hz. Peygamber insanların en cömertiydi. Onun yanında hiçbir dinar ve hiçbir dirhem akşamlamazdı. Eğer elinde fazla bir mal olsa ve verecek bir kimseyi bulamazsa ve gece de gelirse, onu muhtaç olan kimseye vermedikçe evine gelmezdi. Allah’ın ona vermiş olduğu nimetlerden [...] sadece en basit ve kolay olanları, hurma ve arpayı alırdı. Diğerlerini Allah yolunda harcardı. Kendisinden herhangi birşey istenildiği zaman muhakkak verirdi. Ayakkabılarını kendisi onarır, elbisesini yamardı. Haınmlarına yardım ederdi. Onlarla beraber yemeklik et doğrardı. Hayâca insanların en ilerisi idi. Mübarek gözünü hiç kimsenin yüzünde durdurmazdı. Gerek hür insanların, gerek kölelerin davetine icabet ederdi. Bir yudum süt veya bir tavşanın budu olsa dahi hediyeyi kabul eder ve karşılık verirdi. Ve hediyeyi yerdi, fakat sadaka yemezdi. Bir cariyenin veya fakir bir kimsenin davetine icabet etmekten geri kalmazdı. Rabbinin ahkâmı için kızardı. Fakat asla nefsi için kızmazdı. Hakkı, nefsine ve ashabına zarar getirse dahi yerine getirirdi.

“Resûlullah’ın açlıktan dolayı karnının üzerine taş bağladığı olurdu. Neyi hazır bulursa onu yer, bulduğunu geri çevirmez, helâl olanı yemekten sakınmazdı. Eğer ekmeksiz bir hurmayı görürse yerdi. Bir et bulduğunda yerdi. Buğday veya arpa ekmeğini bulduğunda yerdi. Ekmeksiz süt bulduğu zaman, onunla iktifa eder, memnun olurdu.

“Arka arkaya üç gün hiçbir zaman buğday ekmeğinden doya doya yemiş değildi. Bu durumu Allah’a kavuşuncaya kadar devam etmiştir. Bu durum, fakirliğinden veya cimriliğinden değildi, başkalarını nefsine tercih etmesinden ileri gelmekteydi.

“Velime davetine icabet eder, hastaları ziyaret eder ve cenazelerde bulunurdu. Düşmanlarının arasında herhangi bir koruma olmadan tek başına gezerdi. Tevazu bakımından insanların en ilerisi idi. Kibirli olmaksızın, insanların en vakarlısıydı. Sözü uzatmaksızın insanların en beliği, güleryüzlülük yönünden insanların en güzeliydi.

“Dünya işlerinden onu korkutup ürkütecek hiçbir şey yoktu. Bulduğunu giyerdi. Bazen Yemen’de imâl edilen bir kürk giyerdi. Bazen de yünden yapılmış bir gömlek giyerdi. Mübahlardan neyi görürse onu giyerdi. Eline geçen bineğe binerdi. Bazen ata, bazen deveye, bazen kızıl bir katıra, bazen merkebe binerdi. Bazen yaya, yalınayak, abasız, sarıksız ve kalensüvesiz yürürdü. Medine’nin en uzak yerlerinde olsa dahi hastaları ziyaret ederdi. Güzel kokuları sever, kötü olanları sevmezdi.

“Akrabalarına sıla-yı rahim yapar, fakat onlardan daha üstün olan kimseye onları tercih etmezdi. Hiç kimseye cefa vermezdi. Özür dileyenin özrünü kabul ederdi. Şaka yapar, fakat hakikat olmayan birşeyi söylemezdi. Kahkahasız gülerdi. Mübah oyunları görür, yasaklamazdı. Zevcesiyle yarışırdı. Yanında sesler yükseldiği halde sabrederdi. Sağılır bir koyun beslerdi. Kendisi ve aile efradı onun sütünden yararlanırlardı. Arkadaşlarının bostanlarına giderdi. Fakirliğinden ve kötürümlüğünden dolayı hiçbir fakiri hakir görmezdi. Hiçbir krala krallığından dolayı itibar etmezdi. Fakiri ve kralı eşit bir şekilde Allah’ın varlığına davet ederdi.

“Cehalet içinde kıvranan bir memlekette fakr u zaruret içerisinde koyun çobanlığı yapmış ve çölde annesiz ve babasız yetim olarak yetişmiş bulunuyordu. Bütün bunlara rağmen, Cenab-ı Hak ona ahlâkların en güzellerini, övülen yolları, geçmiş ve geleceğin haberlerini öğretti. Ahirette kurtuluş ve zafere vesile olan yolları gösterdi. Dünyada başkasının gıpta etmesine vesile olan ve kurtuluş yolu olan şeyleri öğretti. Vacib olanın gerekliliğini, gereksiz olanın ise terkini öğretti. Allah bizi bütün işlerimizde ona uymaya muvaffak kılsın! Âmin yâ rabbe’l-âlemîn.”

İmam Gazâlî’nin çizdiği bu hareketli portre, bizim model alacağımız rolü, mutlak hüsün biçiminde yaşanan insan idealimizi resmediyor. Onunkisi tam bir bütünlük içinde yaşanmış bir hayattı. Onun bilmediği ve tezahür ettirmediği bir güzel ahlâk boyutu yoktu. Ayrıca, onun mükemmelliği, spesifik olarak erkek tabiatının mükemmelliğini de kuşatıyordu. Büyük bir savaşçıydı. İmam ed-Dârimî’nin Hz. Ali’den rivayet ettiği sahih bir hadise göre:

“Bedir gününde ben de vardım. Aramızda düşmana en yakın olan Peygamber’e sığınmaya çalışıyorduk. O gün savaşanlar arasında en güçlümüz o idi.”

Ashab’dan biri onu kırmızı sarığıyla ve kılıcı elinde ata binerken görmüş ve daha sonra bunu “Hayatımda gördüğüm en güzel manzaraydı” diye tanımlamıştı.

O, yirmiüç yılda, Arabistan’ın tartışmasız tek hâkimi oldu. Üstün melekeleri, karizması ve insanları cezbeden karakteriyle, Arap kabilelerini tarihte ilk kez biraraya getirdi. İnsanları putperestlik kuyusundan çıkarıp dinin en halis biçimine kavuşturdu. Onlara ilk kez bir hukuk kazandırdı. Medine’deki mescidinde takva ve manevî verimliliği sonuç veren ibadeti emretti. Ki bu, sonradan gelen sayısız mü’min ve velîler için bir ilham ve emsal teşkil etti. Kâbe’den bahsederken, onun güzelliğinden söz etti, zaten onun yaptığı herşey de güzeldi.

O, bütün bunlarda başarısını yalnızca Allah’a atfetti. İmam Gazâlî’nin kayıtlarında yer aldığı gibi, o, insanların en mütevazisiydi. Sabırlı, nazik, hürmetkâr ve zarifti. İnsanların zahirî kılık kıyafetine hiç önem vermezdi. Sadece, onların ruhlarını dikkate alır ve ona göre cevap verirdi. Daima affedici oldu. Yeryüzünün en kaba insanları olan orta Arabistan’ın basit bedevilerine dahi hoşgörülü oldu. İçlerinden bir kimse, Peygamberimizin yakasını iz bırakacak şekilde şiddetle çekiştererek para istediği zaman, ona sadece gülümsedi ve istediğinin verilmesi için emir verdi.

Bütün bunlar onun tarafsızlığıyla meydana geldi. Benlik damarı ondan uzak olduğu gibi, şaşkınlık yahut ümitsizlik de ona yakın değildi. Daima, hakikatın hakkı için baktı ve gördü. Uhdesindeki nübüvvet makamının farkındaydı, ama bununla kibirlenmezdi. Ve şöyle derdi: “Mahşer Günü diriltilecek ilk insan benim—ve bununla övünmem.” O, kendi kıymetini biliyordu, ama Rabbini bilmesi dolayısıyla biliyordu. Bu yüzden hiç kibirlenmedi.

Onun sünneti dünyada ondan kaçınmayı değil, onu yaşamayı gerektirir. Hira Dağı’ndaki çok ağır vahiy tecrübesinden sonra, Kâbe’ye yönelerek, Mekke toplumuna geri döndü. Uzun geçen gecelerde, yakın çevresindekileri taklit etmekten menettiği çok uzun ve zahmetli teheccüd ibadetini eda ederek yalnız Rabbiyle hemhal olduğu zamanlar geçirdi. Diğerlerinin tutmasına izin vermediği halde, [Ramazan ayı dışında da] ihtimamlı bir şekilde oruç tuttu. Bu dünyada olmasına rağmen ondan ayrıydı ve sonunda kendi dünyasını hükmü altına aldı. En mükemmel şekilde bir halifeydi: enaniyetsiz, dolayısıyla da yalnızca Allah için ve Allah tarafında konuşan, hareket eden ve hükmeden bir insandı.

İşte bu yüzden, sünneti yaşamak, zâhirde kadar bâtında da bir kemâle ulaşmaya çalışmak anlamına gelir. Sünnet, fıtratını bozmamış olanlar için, türümüzün normal yaşam tarzı gibi kolayca ve tabiî olarak gelmek zorundadır. “Aranızda hiç kimse iman sahibi değildir” der Peygamber, “tâ ki arzularınızı, kişisel tercihlerinizi, hevanızı benim size getirdiklerime tâbi kılana dek!”

Bugün Müslüman topluluklar arasında bu dersi almamış çok insan var. Bir kimsenin Sünnet’e bağlı olmadan manevî kemâle ulaşabileceğini tahayyül eden bazı sapkın ahmaklar var. ‘İslâmsız ihsan’ olabileceği ifadesi, İslâm’ın zuhurundan bu yana tüm Müslümanlar ve sûfîler tarafından reddedilmiştir. Sözgelimi, İmam Celâleddin Rûmî bu çerçevede şöyle der:

“Yaşadığım müddetçe Kur’ân’ın kuluyum ben
Muhammed-i Muhtar’ın yolunun tozunun ben.
Birisi benden bundan başka bir söz naklederse,
Ondan da, o sözden de bîzârım ben.”

Diğer taraftan, Peygamber’in bâtınî kemâlinden de birşeyler paylaşmaya çalışmadıkça, salt zahir’i icra etmekle sünnete uyuyor olduğumuzu iddia edemeyiz. Birçok Müslüman var ki, vücut dili ve tavırları, bu derunî cehaletlerini ifşa etmektedir. İbadet etmek, oruç tutmak, helâl rızık yemek ve sünnetin zâhirî başka boyutlarını yerine getirmek, bâtınî hayatlarımız üzerine çalışmadıkça, sadece orantısız ve kısmî bir Müslüman tipi üretecektir. Nefsi, ben’i, bir kedinin fareyi gözlediği gibi gözlemeye ihtiyacımız var. Sürterek parlatmalıyız nefsimizi; ancak bu sayede nurlanabiliriz.

Sahabe, çoğu dininde mutaassıp milyonlarca Budist, Yahudi ve Mecusî erkek ve kadının, hem de onlarla konuşmadan, ihtida etmelerine sebep oldu. Kur’ân, tercüme edilmedi ve sadece çok az kimse yerel dilleri öğrendi. Fakat, Ashâbın mevcut hallerindeki parlak nur ve zerafet, asalet ve muvazeneleriyle birlikte sünnetin tabiî güzelliği, görenlerin kalplerini kazanmaya yetti.

Günümüzde Sünnetin zâhirî yönlerini takip eden, buna rağmen kalplerinde sünnete yönelik bir meyil taşımayan, dolayısıyla aslında Sünnetle uyuşmayan Müslümanlara rastlamak mümkündür. “Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi” (3:159). Biz Kur’ân’daki bu âyeti, es geçmişiz. Eğer flak ceketleri, Doc Marten çizmeleri ve saldırgan davranışlarıyla bizim bazı aktivistlerimiz yedinci yüzyıla gidebilecek durumda olsalar, karşılaştıkları Hıristiyan, Budist veya diğerlerinin onları etkileyici bulması sözkonusu olamazdı. Sahabe yaşasaydı, hilm değil de öfke ve saldırganlık izi taşıyan bir marjinalleşme duygusuyla malûl bu durumu, bir dinî başarısızlık olarak görürlerdi. Açıkçası, merhamet yüklü bir hoşgörü olarak hilm, Peygamberin (s.a.v.) yokluğu halinde o kadar kalbi kazanmasının imkânsız olduğu bir vasfıydı.

O halde, sonuç çok basittir. İslâm çok basittir. İslâm bizi yeniden tabiata ve Allah’a bağlayan dindir. İnsan fıtratını bastırmaz, över. Bütün ilâhî İsimlerin aynaları olarak Âdemî potansiyemizin ihtişamını bize gösterir.

Aramızda bazılarının kızgın, cahil ve kalplerinde şaşkınlık taşıyor olması, fıtrattan, hüsünden ve evliyadan uzak yaşamaları nedeniyledir. Sünnet, bu değildir. Sünnet, benlik davasından uzaklaşma halidir, dünyanın durumunu kararttığı gözlenen kendine güvenden uzak durma halidir. Allah’ın izni olmadan bir yaprak bile düşmez. Son tahlilde, herşey iyidir. Kâinat ve tarih, iyi ellerdedir.

Resûlullah’ın itikadı böyle idi. Bizim itikadımız da böyle olmalıdır. Aramızda, bir yandan ahlâkî çöküntüye, bir yandan da paniğe, anlamsızlığa ve ifratın çirkin biçimlerine yol açan çok fazla hüzün ve keder var. Kaldı ki, ifratın Kâbe’nin bizi davet ettiği huzur ve güzellikle hiçbir ilgisi yoktur. İslâm, hikmet ve dengeyi emreder. Orta yoldur. Ve hangi halde olursak olsalım bizim için her zaman erişilebilir olduğu gibi, uygulanabilir bir konumdadır da. Bugünün dünyasında biz talihli bir ümmetiz. Talihliyiz, çünkü Batılılardan ayrı olarak, hâlâ güzelliğe odaklanmış haldeyiz. Başka bir deyişle, herşeye rağmen, ne olduğumuzu yahut ne olmamız gerektiğini biliyoruz.

© Abdal Hakim Murad
--Yazarın www.karakalem.net’e verdiği özel izinle yayınlanmıştır

  12.11.2003

© 2021 karakalem.net, Abdülhakim Murad



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut