Güneş’ini söndürmemek

Mustafa H. Kurt

“Bazen bir sonuç cümlesi bile ‘güneşmiş’ bilene,
Ve güneş dahi bir sonuç cümlesiymiş görebilene..”


KIŞIN SON demlerinde, yoksa baharın körpeliğinde miydi bilemiyorum, mevsimini tam hatırlayamadığım bir akşamüstüydü.

Fakat “Haşir Risalesi günleriydi” bana, bunu hiç unutmuyorum...

. .

O gün, karışık duygular içerisinde olmama rağmen yine de sevinçliydim yola çıkarken.

Üstelik pek çok sevinci de bir arada yaşamaktaydım kendimce. Sözgelimi, hem doğup büyüdüğüm şehrime doğruydu, hem de ayrılmadan özleyecek kadar sevdiğim bir şehirdendi yolculuğum.. Dahası, güzel dostlara sahip, genç, -pek kimseler fark etmemiş olsa da- bilgili, nezaketli ve yakışıklıydım da kesinlikle!. Ve bu arada, tevazum da son derece yerindeydi elbette (!).

Fakat gençlik zamanlarının ‘illa olmalısı’ malum duygular ve onlardan arta kalan o arabesk "vay bee!"ler yok muydular, ah?.. İşte bunlar, karışık duyguların karmakarışık yumağı halinde durmaksızın yoklamadaydılar ruhumu o sıralar.

. .

İkindiden hayli sonra, içim içime sığmaz halde bindiğim otobüsteki yolculuğumuzun henüz başındaydık.

Ve batıya doğru dümdüz uzanan bir yolda yorgunca ilerlemekteydik.

Otobüsümüzün güneş ışıklarının yeryüzünden toparlanması gibi bir merasimi tam da karşı cepheden izlediğinden habersiz, o sıra, taşıdığı insan sayısından çok daha fazla sayıda umutları ve duyguları taşıdığını düşünmekteydim etrafımdaki insanlara bakarken. Yaşlı, genç, öğrenci, köylü, asker, çocuk, şehirli, esnaf vs., her kesimden insan, her renkten hislerini de taşıyorlardı kendileriyle beraber diyordum ‘sebepsiz’ bir sevinçle..

Bakabildiğim çehrelerde ve tavırlarda, “fert olmanın” gizli ipuçlarını bulmaya çalışıyordum sanki ne olacaktıysa?!.

Tüm bunları düşünürken, birden önümüzde beliren ve kendisini o ana değin görememenin kızgınlığını yaşatacak olan bir tabloya takıldı o sıra gözlerim: Ufukta tüm ihtişamıyla güneş, kendisini seyre davet ediyordu bütün gözleri..

Bu davet karşı koyamadan ve muhteşem duruşuyla turunculuğun, sarılığın ve kızıllığın en güzel tonlarına bürünmüş bir halde etrafına yaydığı şavkının çekiciliğine kapılarak, -ön sırada oturmamın da verdiği avantajla-, hemen güneşi seyre koyuldum ben de çaresiz.

Ve işte, otobüsümüzde taşınmakta olan hislere bir yenisi daha eklendi dedim kendime.

Güneş gerçekten de inanılmazdı. Ve de yaydığı şefkat yüklü ışığıyla gözleri okşarken, tarifsiz derecede muhteşemdi.

Hele doğudan batıya uzanan ovanın büründüğü kızıllığın tonları ise, insana şiir yazdıracak türdendi..

Ama ben işin tembelliğine kaçtım, şu mısraları o an kendim yazıyorum saydım:

Bir orman yangınıyla kızardı karşı dağlar,
Taraf taraf tutuştu meş'aleler, çırağlar,
Bir renge girdi eşya günün altın tasında,
Bu kızıl kainatın gezerken ortasında... (F.N.Çamlıbel)

Evet, tabiat dediğimiz şey aceleyle toparlanıyordu.. Ve o muhteşem lambası ise heybetini yavaş yavaş kısarak: ‘artık eve dönme vaktidir!’ diyordu herkese. Sahne tamamen kararmak üzereydi kısacası. Bu sebeple, sahnedeki tüm oyuncular hem kızıla çalan tenleriyle bir resm-i geçitin telaşında, hem de o günkü görevlerini yapmanın huzuruyla ‘perdenin kapanmasına’ hazırlanıyorlardı adeta.

O an, biraz önce mırıldandığım şiirin “kızıl kâinatındaydım” sanki. Ve her şey, tıpkı o şiirdeki gibi altın bir tas vaziyetine girmiş olan güneşin git gide daha da altın rengine çalan ışığıyla boyanmaktaydı sanki.

Ne var ki, bu muhteşem tablo bana “insanın kendine acıması” gibi bir hissinin olduğunu da hatırlatacaktı aynı zamanda: Zira yaşadığı hiçbir kentte bu hali şimdiye dek görememiş bir “şehir mağduruydum” ben. Şehir griliği denilen maraz, bunca zaman saklamıştı bu tabloyu zavallı gözlerimden!. Acımamak mümkün olabilir miydi hiç bu nasipsizliğe?

Ufuk görmeye hasret kalbim, bir ufuktan diğer ufka uzanan bu toparlanma renklerini filin Hindistan’ı anması hüznüyle ne kadar arzulamıştı kim bilir daha önce? Ne kadar arzulamıştı ki, şimdi birden bire karşılaştığı bu manzara karşısında adeta vuslat sevinciyle dolu bir vaziyete girerek, hızla çırpınıp durmaktaydı kendince.

Evet, bu sanki benim için daha önce sadece medhinin duyulduğu ve görenlerin çaresiz meftunu olduğu bir yârin selamı, ulaşılmaz Mehlikâ Sultanın has bir kelamıydı adeta. Daha doğrusu, hafızada ömür boyu kalacak taze bir güzellikti; ve hayatın son anında görülecek şu meşhur film şeridindeki yeri en sağlam bir resimdi; maşallah, sübhanallah dedirtecek cinsten bir ziynetti..

Bir anda gelişen bu duygu yoğunluğu, şaşırtan hislerimle de yüz yüze getirmişti beni. Gerçi güneşin doğuşuna ve batışına dair o zamana dek duyduğum pek çok açıklama ve benzetme de hep ilgimi çekmişlerdi ama.. Ama şimdi karşımdaki bu tabloya bakınca, onların bile ancak kelimelerin kifayet ölçüleri içerisinden birer tasvir olduklarını; ve benim de şimdiye dek bu tasvirlerin ancak idrak sınırlarıma düşen "kırıntılarıyla" yetinmiş olduğumu anlıyordum.. Bu yüzden de, ‘güneşin sunduğu böylesi manzaralar hakkında insanlarca anlatılmış her sözden ve yazılmış her şiirden çok daha fazlası anlatılıyor bu manzarada’ diye düşünerek, heyecanla ve hayretle bakakalmıştım sessizce.

Bu demek oluyordu ki, bu gerçeği fehmedebilmek, ancak bu renk cümbüşünü görmüş olmaktan geçmekteydi.

Demek ki görmem gerekiyordu bir tek güneşin sayısız varlığa “hayat ışığından, uyku karanlığına!..” diye işaret vermesini; ve o sayısız varlığın da, bu görevi yaparlarken hem güneşle hem de her şeyle sergiledikleri bu ahengi, çizilen bu en şaheser tabloyu...

Zira öyle bir harikalıktı ki bu tablo, ihmal edilmiş hiçbir ayrıntı bulamıyordu gözlerim. Hele özellikle de tablonun geneliyle ayrıntıları arasındaki ‘birbirini tamamlama’ dayanışması, hayranlık uyandıran bir tasarımla var edilmişti resmen. İşte böylesi acip bir dayanışmayı resmeden bu tabloda, her bakışı üzerine çeken o nur kaynağı yok muydu, tablonun en mihengî noktasına muazzam bir ustalıkla yerleştirilmişti kesinlikle!.

Kısacası yerde, gökte ve dört bir yanda ne varsa, her şeyin o nur tarafından -kendisini uzaklığa ve yakınlığa göre- değişen tonlarda nurlandırılmasıydı seyre konulan.

Gözlerimi asla yormayan, incitmeyen; tam aksine, gözlerimin dahi vücuda gelme sebeplerinden biri olduğunu düşündüren, yaşanan gerçek bir sanat harikasıydı bu.

İşte o an.. görebildiğim her şeyi görebildiğim her şeye böylesine uyumlu bir renk seçimiyle boyayan O Sanatkâr’ı düşündüm ‘her nedense’.

Sahneye konan bu güzellik, sahnedeki oyunculara ait olamazdı zira!. Çünkü bu sahne, her parçasıyla her gün yeniden ve tekrardan kurulmaktaydı. Üstelik de, her gün yeniden kurulmasına rağmen, her defasında ve yine böylesine güzelce kurulmaktaydı! (*)

O halde, bu demek oluyordu ki; her akşam batıp giden bu muazzam güzel dahi aynı güzellik kalıbından her sabah yeniden ve yine maharetle çıkarılarak, aslında ardındaki daimî bir güzelliği, yani bu güzelliği de yaratan yüce Rabb'in nasıl da tahmin edilemeyecek bir güzelliğe sahip olduğunu ilan etmekteydi. Demek, “Hüsün vermek dahi hasenden ve güzelleştirmek güzelden ve cemal vermek cemilden olabilir, başka olamaz” (*1) idi asla!

Aman ya Rabbi, bu nasıl da büyük ve kavramaya başladığım bir hakikatti böyle!

Devamında ise, bu hakikatin de ışığıyla söz konusu sanatın, boyamanın, uyumun ve o muhteşem tekrarın mecburen gerektirdiği bilgi (ilim) ve güç (kudret) de gelecekti aklıma. Apaçık mükemmellikteki bu sanatla ve hayrete düşüren intizamla, gerçekten de ‘bir saatlik bir içtima için on sene kadar masraf yapılıyordu’ adeta.

Yani bu faaliyetler anlatıyorlardı ki, tüm bu yapılanlar; zerrelerden yıldızlara ve güneşten tüm kâinata kadar her bir şeyin birbiriyle uyumunu gösteren “büyük tabloyu” dahi Yaratan’a, hem de bu tabloyu her gün yeniden ve kolayca çizen o kudretin yüceliğine, o ilmin yüksekliğine dair birer ipucuydular aslında!.

Fakat, iyi de, o “her şey” içinde ben de vardım ama! Bu olan-biten harikalıkta ben neciydim acaba?

Ya da bu tablonun farkında olmam ne içindi, bu farkındalık neye yarayacaktı, bu tablo içinde/karşısında benim konumum neydi peki?

O an anladım ki, artık yönümü kendime dönmem gerekiyordu mutlaka. “Bu harikalık ve ben” ilişkisini düşünmek, “ben” olmanın bir gereğiydi zira..

Böylelikle o kudret karşısında kendimin ne derece kudretten yoksun; o muazzam derecede büyük sanat karşısında cismimin ne derece küçük bir şey olduğunu düşünmeye başlayacaktım biraz sonra...

Düşünceler yeni ufuklara, yeni ufuklar ise yeni düşüncelere kapılar açmaya devam ediyorlardı ardı ardına.

Evet öyleydim, ben bir zerreydim, bu sanat karşısında cismen çok, çok küçüktüm, bu doğruydu!. Fakaat gelin görün ki, bütün bunlara muhatap da bendim; ve bu tablo karşısında ona hayranlık duyabilen ben vardım işte!.

Bu çok, çok büyük bir olaydı gerçekten de; "kainatın küçük bir parçası, o kainatı ve ifade ettiği manaları kapsayacak derecede büyük yeteneklerle ve hislerle donatılmış bulunmaktaydı!" resmen.

Ulaştığım işte bu son düşünceyle birlikte, kendimi çok büyük işlere memur ve oldukça ciddileşmiş hissettim, az sonra hissedeceklerimden habersiz şekilde...

. .

Yüzüm, karşılaştığı "organizasyonun" büyüklüğü ve de mükemmelliğiyle donmuş; ve gözlerim, bu manaların eklediği "taşıran damlalarla" dolmuş bir vaziyetteyken, az sonra, pencereden bir başka "tabloya" kaydı birden gözlerim: Yakınından geçmekte olduğumuz gariban bir köyün, yarısı karanlığa bürünmüş sessiz-sedasız virane köy mezarlığına yani!.

‘Kim bilir kimler yatıyor burada ve o yatanlardan da kim bilir kimler her gün karşılaştıkları bu şölen karşısında neler hissetmişlerdi acaba?’, diye düşündüm ilk önce.

Fakat devamında bir "ama.." ile birlikte, içimde bir şeyler de "cız" etmiş oldular adeta!

Cız ettiler, çünkü bu şölen karşısında biraz önce hissettiğim ve keşfettiğim tüm incelikler de, ben ölümle karşılaştığımda aynen böyle sus-pus olacaklardı kesinlikle!.

Ve varlıklarını hissettiğimden dolayı pek memnun olduğum bütün o yeteneklerim ve duygularım, ölümden kurtulma yolunda beş para kıymet ifade etmeyeceklerdi.. “Bir ufuktan diğer ufuğa” büyüklüğünde gerçekleşen bir ilanı anlamaya muhatap aklım; üstelik o ufuklardan da geniş duyguları içine almaya aday kalbim, -tıpkı bu ıssız köy mezarlığında yatanlarda olduğu gibi-, sessiz sedasız gideceklerdi ne yazık ki o viraneye.. Zira burada yatanlar da, hayattayken her akşam karşılaşmış oldukları bu açık ilana ve hissettikleri muhtemel böylesi duygulara rağmen şimdi toprak altındaydılar işte! Benim ne farkım olacaktı ki onlardan?.

Fakat, ama, lakin, ancak.. yine de eksik bir şeyler vardı sanki bu denklemde. ‘Bu duygular ve yetenekler nasıl yok olabilirler’in şaşkınlığındaydım ben yine de.

Öyle ya, “farkında” iken nasıl “yok” olunabilirdi ki acaba?.

O an kendimden geçmemiştim gerçi, bunu iyi hatırlıyorum ama, biraz sonra ellerimi başımda ve yüzümde gezinirken bulacaktım birden bire..

Kendimi ölmüş, fakat ellerimi içi boşalmış bir kuru kafayı (kendi kafatasımı) yokluyorlarmış gibi hissediyordum acılı bir merakla!

Bir kuru kafa ki, içi doluyken muhatap olduğu o muazzam ilandan artık bîhaber; ve keşfetmeye, anlamaya, hissetmeye başladığı o büyük gerçekler karşısında cansız bir nesne tamamen!.

İşte tam da o sırada, otobüsün bana göre uzak yan camında gördüğüm kendi görüntümü, sîmamı; kuru kafa haliyle bana bakarken hayal ettim nasıl olduysa (?).

Ve bu hayalle birlikte yüzüm okkalı bir tokat yemişçesine allak-bullak oldu; ağzımın tadı, bozuldu resmen!.

Oturduğum koltuğa gittikçe gömüldüm..

Bu, olamazdı!

Bunun olmaması gerekirdi!

Olmaması gerekirdi; çünkü bir parçası olduğumu anladığım o sanatın ve düzenin muhteşemliği inkar edilemez bir gerçeklikti, (hatta az önceki his ve düşüncelerim vesilesiyle ulaştığımı düşündüğüm ‘bilinç düzeyi sayesinde’ buna o an tüm samimiyetimle şahitlik dahi edebilirdim artık), ama ya şimdi.. şimdi, ayan-beyan ortada olan bu kainatın "kainat büyüklüğündeki” bu harikalık gerçeği; ve de bu harikalığı birazcık hissetmekle ve anlamakla bile çok büyük bir iş başarabilen insanın bu ayrı harikalığı; nasıl olabilirdi ki, filmin sonunda bir kuru kafa duyarsızlığına muhatap kılınsınlardı?

Bu, imkansızların en imkansızı bir saçmalık olarak geldi bana o an.

Bütün bu harikuladelikler boşa olamazlardı, zira hepsi de çok büyük ve son bulamayacak bir hakikatin birer parçasıydı.

Akıl, hele vicdan keşif ve kabul etmek zorundaydı ki: sergilenen o “güzel ama fani” olan sanatı seyretmekle; aslında böylesi bir güzelliği dahi var etmeye mahir “baki bir Güzelliğin” kudret ve sanat numunelerini seyre dalıyorduk biz sadece!.

Bu da demek oluyordu ki, bunlar sadece birer numune idiler!. Numune idiler, çünkü güzel ama faniydiler!

Ve şuur sahipleri olarak bizler de, işte bu numunelerin seyrine dahi doyamadan atılıyorduk o virânelere..

İşte bu yolla o an hem hissen, hem de mantıken anlamıştım ki biraz: Hakikatle yalan, -hem de bu derece- bir arada bulunamazlardı asla!. Bu görülen eserler boşa olamazlardı; ama eğer ‘boşa iseler’, o zaman da bu kadar harika, sanatlı ve güzel olamazlardı..

Hele insanı şiir yazdıracak kadar kendisine hayran bırakan böyle bir güzellik için o şiirleri yazabilecek “hisli şuurlar” ise, elbette yok olamayacak bir kıymete sahip idiler (ve bu derece bir kıymete sahip olmayı da sonuna dek hak etmekteydiler).

O halde, bu demekti ki; bütün bu incelikler ve güzellikler ölümle son bulacak idiyseler eğer, kesinlikle ve kesinlikle bu derece bir incelikle-sanatla-güzellikle var edilmiş olmamaları gerekmekteydi.

Yok eğer bu özelliklere sahip olarak varlarsa da, bunlar mutlaka, devam eden ve hiç son bulmayacak kabiliyetteki güzelliklere birer “işaretçilerdi”!

Kısacası, belki de ilk kez anlamaktaydım ki: Böylesi hislere, anlayışa ve yeteneklere sahip olan insan her şeyin sonunda kemik ve toprak olarak mezarda son bulacaksa eğer; ne kendisinin, ne de gördüğü o güzelliklerin güzel olmamaları, hatta o üstün yeteneklerinin de asla var olmamaları gerekmekteydi. ‘O tabloda’ gereksiz, israf hiçbir ayrıntı ve renk olamazdı çünkü!

Fakat öyle değildi; bu tablo ve bu sanat kesinlikle ve oldukça güzellerdi ve fanilik ise, bu derece bir sanata hiç uyamıyordu. (Veya böylesine güzel bir sanat, aynı zamanda faniliğe mahkum olarak çirkinleşemeyeceğini de haykırıyordu.) Dünya ve kainat, sergiledikleri “sürekli ve intizamlı” harikalıklarla hem boşa olmadıklarını, hem de gayet yüksek bir ilme ve kudrete tabi olduklarını anlatıyorlardı durmadan.

Üstelik bu harikalıklara maddi ve manevi yetenekleriyle muhatap olabilen insandaki fizikî ve ruhî güzellikler dahi, “İnsanın ahsen-i takvimdeki hüsn-ü masnuiyeti, Sâni’i gösterdiği gibi; o ahsen-i takvimdeki kabiliyet-i câmiasıyla kısa bir zamanda zeval bulması, haşri gösterir.”(*2) dersini haykırıyorlardı kesin bir dille.

Ve şükürler olsun ki, ben de bunu anlayabilmekteydim artık biraz.

İşte, o an sadece bir parçasını fark edebildiğim bu güzellikler; demek oluyordu ki birer örnek, birer numuneydiler!. Bütün bu güzellikler, asıl Güzelliği seyredebilmeye aday hislerimizi bir "daimî seyrangâha" yöneltme vazifesini üstlenmişlerdi sadece... “Bütün maddî güzellikler kendi hakikatlarının ve manalarının manevi güzelliklerinden ileri geliyor’lar”dı işte.(*3) Ve de tüm imkanlarıyla: "Hazırlanınız; başka, dâimî bir memlekete gideceksiniz; öyle bir memleket ki, bu memleket ona nispeten bir zindan hükmündedir." (*4) diyorlardı bizlere.

Böylelikle kalbim, ruhum bir nefes aldılar.. Ve bende o ana değin hep lafızda kalmış bu hakikatler, artık aklen ve kalben de tasdik ettiğim (ve bundan dolayı da o an şükrettiğim) muazzam hakikatler oldular.

Hadsiz şükürler olsundu, o an anlamıştım ki artık: "..ölümünden sonra yeryüzünü O diriltir. Siz de kabirlerinizden böyle çıkarılacaksınız."(*5) diyen İlahi ferman, hak ve hakikatin ta kendisiydi.

Ölüm bir son değildi, ve haşir var-ol-mak-zo-run-day-dı!..

Ve asıl öykü de, böyle başlayacaktı...

. .

O keşfimin ve kalbime getirdiklerinin etkisi, ne yazık ki kısa bir müddet devam etmişti sadece!.

Yıllar yılları kovalarken, birçok güzellik ve incelik de fikrimden ve gönlümden çıkıp gitmişti belki de.

Hayat yolculuğumdaki o iki şehrim de, ve daha önce teneffüs ettiğim o incelikler de, -devamlı talim sırrından uzak yaşantımdan dolayı- çok gerilerde kalıvermişlerdi artık. Gündelik hayatın sıradanlığına, ben de sıradan bir yaşantıyla katılmıştım zorla(n)madan. O hakikatleri barındıracak bir ev sahibi olamamıştım maalesef. Oysa ki hakikat ağır bir misafirdi ve iyi ağırlanmadığı bir yerde duramazdı asla!.

Kısacası, o yolculuğumdaki tefekkürden epey bir zaman sonra bana kalan şu sonuç cümlesiydi sadece: “Ölüm bir son değildi ve haşir var-ol-mak-zo-run-day-dı!”.

İyi de, bu sonucu netice veren o aşamalara ne olmuştu peki, onlar nelerdi acaba?

İşte bu soru işin kilit noktasıydı artık benim için!.

Zira iyice anlamıştım ki, insanın ahirete yönelik tasdiki, o tasdikin arka planı unutulduğunda tıpkı en ufak bir dalgaya yenilecek su dolmuş bir sandal ‘sağlamlığındaydı’ artık.

İnsana ahireti bir zamanlar nasıl tasdik ettiğini unutturacak tüm sebepler, bende elbirliğiyle işe koyulmuşlardı yani yıllarca.

Ve ben de unutmuştum hiç zorlanmadan!

Evlilik, çoluk-çocuk, iş-güç derken; zamanın zorlamalarını kabule meyyal hislerim nefsin emirlerine direnememişlerdi pek de. Ara sıra yeşeren umutlar ise, devam ve ısrar havuzlarından yeterince sulanmadıkları için solup gitmişlerdi çabucak. Çünkü ne de olsa elde edilen bir hakikat ‘cepte’ sayılır ve bir daha yüzüne bakılmazsa eğer, tıpkı irtibatı kestiğimiz eski bir dostun önce adını, sonra simasını ve sonra belki varlığını dahi unutmamız gibi, gözümüzden de gönlümüzden de çıkıp gidiyordu haklı olarak.

Evet, gafletim haşri nasıl tasdik ettiğimi bile unutturmuştu bana! Oysa bu tasdik "yangında ilk önce kurtarılacaklardan’dı”, asla unutulmayacaklardandı..

Ama ben unutmuştum. Unutmuştum!.

Böylece insanlık tarihinde birisi daha belki cam parçalarını elmaslara tercih etmiş, birisi daha, yeniden dirileceğine dair inancından dolayı şükretmesine rağmen; nefsin, şeytanın ve uzak lezzete yönelik tembelliğinin işbirliğiyle, o şükrü netice veren inancında aşama aşama zayıflamaya yüz tutmuştu zamanla. Tamirin ve inşa etmenin zorluğu karşısında, tahribin gücü, rüşdünü ispatlamanın gururuyla kasılıyordu bir kez daha!.

Üstelik lafızda bunca zaman savunduğum kimi ölçüleri ve hakikatleri kendi dünyamda yapmak zorunda kaldığım savunmalarda da aynı maharetle savunamıyor olmak ise; -o tefekkürî halin aksine- unutamadığım ve beni içten içe kemiren bir vicdan sızımdı en gizlimde...

Böylelikle hayata ve hakikatlere dair altı çizili cümlelerim, tarafımdan gördükleri ‘okunmama vefasızlığından’ ötürü zamanla küsüp gittiler aklımdan veya kullanabildiğim hafızamdan. Ve benim için o devir büyük ölçüde bu minval üzere akıp/harcanıp gitti nice zaman...

Ama bir vakit sonra, bana yeniden dirilmeyi ve son bulmamayı tasdik ettiren o sonuç cümlesini -o sonuca götüren düşüncelerin farkında olmaksızın- tekrarlamanın hayli zoruma gittiğini fark edecektim nihayet. Bu bir çeşit papağanlıktı benim için. Üstelik kimi dostlarla bu konularda yaptığım sohbetler ise arkada git gide katlanan türden acılar bırakmaktaydı artık onulmaz şekilde.

Çünkü öyle büyük bir tehlikenin önünde durduğumu -bir parça da olsa- fark etmiştim ki artık: her an, evet her an, o hakikatleri tasdik etmemiş bir akılla ve o hakikatlerden yoksun bir kalple göçebilirdim bu diyardan!.

Nitekim o sonuç cümleleri papağanlığının benim için kurtarıcı olamayacakları kadar, başıma fazladan türlü dertler açabilecekleri düşüncesi ve korkusu da ağırlık kazanmaya başlamıştı içimde iyiden iyiye. Bu gidişle, dünyaya karşı tevahhuş ve tiksinti anlarımda özlemini duyduğum o diyarın yanından bile geçemeyebilirdim mazallah, zira duygularımda hissetmeme rağmen, o diyarın varlığına hakkıyla inanmamaktı bu yaptıklarım ve yapmadıklarım.

. .

Yarım bıraktığım o zamandan nice sonra, “Haşir Bahsi” isimli o Söz'ü tekrar okumaya başladım bir gün böylelikle.

Ve anlamış oldum ki haliyle; şu hayat yolculuğundaki her insana, iman hakikatlerine işaret olmaları için “güneş” gibi sonuç cümleleri de ihsan buyrulmuştu aslında.

Ama marifet oydu ki, bu cümleler mutlaka “vesileleriyle birlikte” tutulmalıydı hafızada...


* Her gün böylesine güzel olmalıydı ki, bu güzelliğe daha niceleri nice zengin duygularla muhatap olarak dile gelmişlerdi nice muhteşem eserlerle..

1) Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, Envâr Neşr., İst. 2006, s.76.

2) Nursî, Sözler, Envâr Neşr., İst.1996, s.89.

3) Şualar, aynı yer.

4) Sözler, s.58.

5) Rûm S. 30/19.

  25.12.2014

© 2021 karakalem.net, Mustafa H. Kurt



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut