Mikro insan-Makro devlet

Veysel Türk*

Kur’an ve sünnetten süzülen hükümlerin devletten önce fertte hükmünü icra ettirmesi en temel meseleydi. Şeriatın, nizamın öncelikle kendi âlemimizde ilanı sonra ailemizde te’sisi hayati önem arzetmekteydi. Kendi hanelerinde adaletli ve huzurlu müsbet bir nizamı kuramayanlar, dış alemde kamil bir nizamın özlemini çekmeye mahkum idiler. Devamlı eleştirip şikayet edenler, kendi yuvalarında şikayeti, huzursuzluğu ne denli asgariye indirmişler, öncelikle bunun cevabını vermeliydiler. Doğruyu, müsbeti bilmek onu uygulamak anlamına gelmiyordu ne yazık ki! Reçetelerin bizatihi kendisi deva sunmadığı gibi fikrin pratiğe dökülmemesi durumunda sadece fikrin kendisi de değerli oluyor değildi.


MÜHİM BİR mevkinin etkili ve yetkili bir ismiydi. Bir ara konuşmasında “Özlenen, beklenen sistemi kurmalıyız herşeyden önce” demişti. Yüz hatları muhatabına tesir edecek derecede ciddi, ses tonu ikna frekansına özenle ayarlanmıştı. İleri sürdüğü fikirlerin anlaşılması için karşısındakilerin gözlerini esir almıştı adeta. Nefeslenerek devam etti: “Dinimizi diyanetimizi korumak, kollamak, kurulacak olan müessesenin istikbaline, ikbaline bağlı.” diyerek, hilafetten, devletten, siyasetten uzun uzadıya bahsetti, yapılan haksızlıklardan, zulümlerden, tarihte dış mihraklarca aleyhimize döndürülen entrikalardan söz açtı. Dava uğruna, özellikle adı bilinen bir ekolü siyaseten desteklemenin lüzumundan dem vurdu. Önemli tespitler eşliğinde sohbet giderek koyulaştı.

Herkes gibi hem dinliyor hem düşünüyordum, gerçi anlatılanlar doğruydu benim vechemden, ancak tek doğru değildi, belki sorunların çözümü adına nihai bir noktaydı, zannımca yine taban ile tavan birbirine karışmıştı. Daha çok Kabil’den bahsedilmiş ancak Habil söz konusu edilmiyordu pek, ıskalanıyordu.

Devlet kademelerinde, kulislerde cereyan eden son hadiseler konuşuluyor, falan başkanın falan genel başkanına verdiği cevaplar müzakere ediliyordu. Ülke gündemi masaya yatırılmıştı, falan siyasetçi hak yiyordu, bir diğeri hırsızdı, öteki başkalarının adamıydı, beriki ise dindar değildi zaten, bunlardan siyasetçi mi olurdu? Zaten bazılarının aslı da belli değildi, dolayısıyla mü’min oldukları bile şüpheliydi.

Vakıa bu idi, üzerinde hakkaniyetle durulması gereken bir meselede sözümona derin tahliller, teşhisler yapılıyor, ciddi bir meselede gayrı ciddi, lüzumsuz şeyler konuşuluyordu, dinliyordum. Oysa bu kaygan zeminde, din adına, inanç adına bir kesime taraf olmak, taraf olunanın yanlışlarına da ortak olmak anlamına gelmiyor muydu?

Zihinler dağınıktı besbelli, şeytanı taşlayacağım derken kabeyi tavaf etmek erteleniyor bazen de unutuluyordu sanki.

“Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden” diyen şaire inat, aceleyle mi çıkmaya çalışıyorduk merdivenleri? Sahi, neydi muvaffakiyetsizliğin sebebi? Basamakları hızlı hızlı, üçer beşer atlayalım derken, devamlı düşüp bir yerlerimizi mi kırıyorduk yoksa? Sakın, şimdiki hal-i pür melalimizin nedeni bu olmasındı?

Sistem – Fert İlişkisi

Sistem mi ferdi yetiştirir, fert mi sistemi inşa eder, sorusu, cevaplanması gereken bir soruydu. Gerçi davet devlete mukaddemdi, yani tebliğ, irşad, temsil daha önce geliyordu şüphesiz. İnsan, kainatın en değerli misafiriydi, onun düzelmesi de bozulması da kainata etki edecek mahiyetteydi.

İnsan, mükemmel yaratılan kainatın bir parçasıydı, herşey de bir hikmet, bir nizam, bir ahenk sezilirken, insan hikmetsiz, nizamsız, gayesiz kalamazdı.

Bu bağlamda “Parça bütünün habercisidir”, sözünün kulağımıza fısıldadığı bir hakikat yok muydu? Vardı elbette! Nitekim tikel, tümelin niteliklerini taşırdı. İnsana cüz’i de olsa bir irade bahşolunmuştu. Bu irade ile insan yeryüzüne menfi veya müsbet etki edecek bir donanıma sahipti.

Eğer kamil bir iman insana cenneti kazandırıyorsa neden aynı şekilde cennet gibi bir dünyayı bizlere kazandırmasındı? Cenneti netice veren iman cevheri, neden cennet gibi huzurlu yuvaları netice vermesin, neden ehliyetli yöneticileri ve kamil bir devleti bizlere sunmasındı?

Cenneti kazanmak mı daha zordu yoksa adalet ekseninde temellenmiş meşru bir yönetimi kurmak mı? Hangisi daha zordu bunların? İman, mü’mine dünyalar kadar bağ-bahceler, içerisinde çeşit çeşit nimetlerin sergilendiği, üstelik ebedi bir cenneti kazandırırken neden yeryüzünde çok daha kolay olan müsbet bir nizamı tesis etmesindi? Daha pahalısını ve daha iyisini bizlere kazandıran daha ucuzunu ve daha ehvenini tabi ki kazandırmalı değil miydi?

Cennet kapılarını bizlere iman ve ibadet açtığı gibi, yeryüzünde mükemmel nizamın esas amili de onlardı. Aynı şekilde Allah, adaletli halifelerini imanımız, ibadetimiz ve adaletimiz ölçüsünde gönderecekti bizlere. Sözün değeri davranışa etkisi oranındaydı. Kur’an-ı Hakim’de Allah defalarca iman ehlinden hemen sonra salih amel işleyenleri zikrediyordu. ‘Salih amel’ imandan sonra geliyordu ancak birbirine bitişik gibiydi. İman edip ‘salih amel’ işlemeyenler bu dünyada cezasını görürken salih amel işleyip iman etmeyenler mükafatını bu dünyada cezasını da ahirette göreceklerdi.

Söz ve kalb ile getirilen imanın davranışlara yansımaması düşünülemezdi. Zira İman aynı zamanda müsbet fiillerin tohumunu saklıyordu bünyesinde. Harekete geçirmeyen iman nasıl bir imandı? İman bir iddia, bu iddianın ispatı ibadet ve itaat değil miydi?

İman bir tuba ağacı gibiydi son kertede. Ancak imanımızın bir çekirdek gibi kalması halinde sümbüllenmeyecekti bu cevher. İman çekirdeğinin neşvu neması, imani bakış açısıyla, eşya, insan ve hadiseler düzleminde yapılacak tefekkürün inşasıyla salkım saçak olup dal budak salacaktı. Böylesi bir iman, zemin ihzar edecekti istikbalimizin şekillenmesine. İmanlarının gereğini yapmayanlar ondan neş’et edecek olan neticeleri de göremeyeceklerdi elbette.

Sistemi inşa edenlerin de insan olduğu düşünülürse insanın bu yapıya kendi inancını, bakışını, rengini, motifini katmaması düşünelemezdi. Dış dünya, insana kendi aynasından yansır ve güzel düşünen güzel görürdü. Küp, içinde olmayan bir şeyi sızdırmazdı ne de olsa. Zira kelimelerin, kavramların zihindeki karşılıkları o manaları algılayış keyfiyetine bağlı olarak değişkenlik arzediyordu.

Zihni algının ardyöresini edinilen tecrübenin, ilmin, hikmetin belirlediği bilinen bir gerçekti. Bu çerçevedeki bakışa ise rengini, şeklini veren -ister vahiy kaynaklı olsun ister vahiy dışı- iman ve bu imanın keyfiyeti idi. Demek ki, dış alemi nasıl gördüğümüz iç alemimizin nasıl şekillendiğiyle yakından ilgiliydi. Görünen alemin zihindeki yansıması, zikredilen hakikatler eşliğinde ilim-hikmet dairemizin çapı ile doğru orantılıydı. Bu bakımdan kimisinin çapı çocukların çevirdiği küçük bir çember kadar, kimisininki ise ekvator çapı kadar idi. Sözün burasında “Aslında teolojik olmayan hiç bir bilgi yoktur.” diyen hintli düşünürü takdir etmemek mümkün değil.

Buna göre hayata bakışımızı vahiyden beslenen unsurlar oluşturmalıydı. Zira bu unsurlara tebaiyet ölçüsünde fıtrat hakikati hakkıyla görebilirdi. Fıtrat vahiyden uzaklaştıkça güzelliği, iyiliği algılama kabiliyetinden de uzaklaşıyordu. İzafileşiyordu hakikat insanların nazarında. Vahye iman, fıtratları özündeki algıya tekrar rücu ettirmenin yoluydu en nihayetinde.

Herşeydeki mükemmelliğin temeli, esası kamil bir imandı ve kamil iman üzerinde müessesti. Devamında gelen salih amel kavramının bu te’siste önemi kesinlikle ihmal edilmemeliydi. Kamil bir toplumun tohumları aile ocaklarında atılırdı. Devlet kendiliğinden iyi olamazdı zira. Devletin vitrini bünyesinde yaşayan fertlerdir denebildiği gibi fertlerin vitrini de devlettir, diyebilirdik.

Fabrika makinelerinin bir parçası gibiydik. Çarkın küçük bir parçasındaki arıza büyük parçaların çalışmasını iptal edebilir, bütün bir sistemi etkileyebilirdi. Ayrıca, “Mü’minler birbirlerine karşı sevgi, şefkat ve merhamette tek bir vücut gibidir. Vücudun bir uzvu rahatsız olunca bütün vücut rahatsız olur ve uykusuz geceler.” (Buhari-Müslim) Nebevi söz bu hakikati beyan ediyordu bizlere.

Vahyin Temel Vurgusu

Kur’an-ı Hakim’in vurgusu en başta, Allah’a iman (tevhid), ahirete iman, adalet, ibadet ve faziletli amellere yönelikti. Bahsedilen unsurları her fert kendi dar dairesinde mükemmel bir şekilde yaşayabilirdi. Bu bakımdan özgür toplumlarda birey dindarlığını engelleyecek kısıtlamalara rastlanmaz iken sözüm ona şeriat yönetimlerinde otoriterlik ve totaliterlik, inancın bütününü hayata geçirmede başat engel olarak görülebiliyordu.

Bir toplumda ilahi yasaların cari olması, yöneticilerini baskıcı, adaletsiz ve zalim olmaktan kurtarmaya yetmiyordu. Bu da yönetici durumundaki fertlerin dine muhatab oluşlarındaki hassasiyet eksikliğinden kaynaklanmaktaydı. Mesele yine fert dindarlığı üzerinde temerküz ediyordu ki, bu mesele en dar dairede en önemli bir meseleydi. Ne acıdır ki, adaletin, temel hak ve hürriyetlerin olduğu, buna rağmen nüfusunun yarısı inançsız, alkolik ve dini hassasiyetlerden uzak bir Batı toplumunda ferdin dindar olması ve inancının emirlerini çok büyük bir oranda yaşayabilmesi mümkün iken, halkı dindar olan bir toplumda inancın yaşanabilmesi otoriter ve faşist bir yönetim tarafından zulüm edilerek engellenebiliyordu.

Dinin yüzde doksanından fazlasını güzel ahlak, doğruluk, hilm, fazilet, isar, fedakarlık, kardeşlik gibi bir dizi hakikatler oluşturuyordu. Geriye kalan, ukubat tabir edilen muamelat kısmı ferdin direkt iradesinde olmayan bir husustu. Bir metni anlamada dahi siyak-sibakın (önceki ibare ile sonraki ibarenin birlikte göz önünde tutulması) önemi inkar edilemezdi. Yani, siyakın sibaktan bağımsız ele alınması gibi bir durum olan devletin insana öncelenmesi, tüzel kişiliğin gerçek kişiliğe; hayali olanın hakiki olana üstünlüğü gibi bir ma’luliyeti netice verirdi.

Önceliğin imana, adalete, güzel ahlaka verilmesi gerekliliğinin ve bu hasletlerin esas oluşunun bilinmesi kadar bunların zıddı olan adaletsizliğin, zulmün, haddi aşmanın toplu olarak helakiyete sebebiyet vereceğinin de bilinmesi gerekiyordu. Zira Kur’an-ı Hakim bazı ayetlerinde sözü geçen halleri helak sebebi olarak zikrediyordu.

“Ve (biz) bir şehri (isyanları yüzünden) helâk etmek istediğimiz zaman, oranın şımarık ileri gelenlerine (Allah’a itâat etmelerini) emrederiz de (onlar) orada(emrimize) isyân ederler; böylece oraya (azab) söz(ü) hak olur; artık (biz de) orayı tamâmen mahvederek helâk ederiz.Nûh’dan sonra da nice nesilleri (isyanları sebebiyle) helâk ettik. Kullarının günahlarından hakkıyla haberdar, kemâliyle görücü olarak Rabbin yeter!” (İsra-16-17)

“İşte biz, kazanmakta oldukları günahlar sebebiyle zalimlerin bir kısmını diğer bir kısmına böyle musallat ederiz.” (En’am,139)

“Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” (Rad,11)

Bazı iç hastalıkların bedende yansıması olduğu gibi, toplumun iç yapısındaki bozulmanın da devlet çapında marazların tetikleyicisi olabileceği akıldan uzak görülmemeliydi. Toplum planında müsbet yapılanmanın nasıl olabileceğini ciltlerce kitapta ancak anlatabilen bir tezi açık ve anlaşılır bir şekilde “Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz.” sözüyle tek cümlede özetlemişti Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vesellem.

Bu muhteşem sözün ifade ettiği anlama göre, genel bozulmanın suçlusu olarak her insan kendinde aramalıydı kusuru. Eğer çoğunlukla iç istikametten yoksun fertlerden oluşuyorsa toplum, bu hal onların menfi yöneticiler eliyle cezalandırılacakları anlamına da geliyordu üstelik. Menkibelerde anlatılan, toplumun yağmursuzluk nedeniyle kıtlık çektiği zamanlarda kendilerinden dua istenen muhterem zatların o yöreyi terk etmesi yani kıtlık belasının müsebbibi olarak kusuru kendilerinde görmeleri çok manidar bir husustu.

Bu bakımdan Kur’an ve sünnetten süzülen hükümlerin devletten önce fertte hükmünü icra ettirmesi en temel meseleydi. Şeriatın, nizamın öncelikle kendi âlemimizde ilanı sonra ailemizde te’sisi hayati önem arzetmekteydi. Kendi hanelerinde adaletli ve huzurlu müsbet bir nizamı kuramayanlar, dış alemde kamil bir nizamın özlemini çekmeye mahkum idiler. Devamlı eleştirip şikayet edenler, kendi yuvalarında şikayeti, huzursuzluğu ne denli asgariye indirmişler, öncelikle bunun cevabını vermeliydiler. Doğruyu, müsbeti bilmek onu uygulamak anlamına gelmiyordu ne yazık ki! Reçetelerin bizatihi kendisi deva sunmadığı gibi fikrin pratiğe dökülmemesi durumunda sadece fikrin kendisi de değerli oluyor değildi.

Devlete Bakış

Devlet denilen tüzel kişilik komplike bir mahiyet arzediyor olmasına rağmen, nefsül emirde bu yapıdan kasıt, kurumlarda görev alan idarecilerin şahs-ı maneviyesiydi. Bir şirket gibiydi devlet, nasıl bir şirketin başarısı şeriklerin (ortakların) doğruluğu, azmi, çalışkanlığı, ortak çalışma bilinci, dayanışması ve zaman tanzimi ile doğru orantılı olarak gerçekleşiyorsa, fertlerden beklenen de aynı özellikleri devletin selameti ve başarısı için sergilemeleri değil miydi?

İnsanlar iyi veya kötü, iki şekilde değerlendiriliyordu genellikle. Ancak bir insan, bütünüyle iyi olmadığı gibi bütünüyle kötü de değildi. Fertler sevap-günah denklemi üzerinden ele alınarak sevap-günah terazisine vurulmalı, hangi kefesi ağır geliyorsa kişileri o sıfatlarla muttasıf bilmek durumundaydık. Çünkü İlahi irade böyle cereyan ediyordu. Kula ne oluyordu ki farklı değerlendirmelere giriyordu? Sevap terazisi ağır basıyorsa kişi sevapdar; günah kefesi ağır basıyorsa günahkar olarak bilinse ve öylece de algılansa insana bakışta bir çok sorunumuz kendiliğinden çözüme kavuşmaz mıydı?

Devletin aynası toplum idi toplumun aynası da fert. Minyatür bir devletti insan, mobilize istidadı ile canlı bir idare mekanizmasıydı. Bu anlamda, devletin üst kademelerinde kopan bir çatırtı bizlere fertlerdeki basit sürçmelerden haber verirdi. Kişilerin müsbet mahiyeti devletin meşru ve adaletli yapısına bir basamaktı. Genelden özele gidilirse, devlet-toplum-aile-fert şeklindeki bir zincirin halkaları gibiydik. Ancak, bu genelden özele gidiş sıralamasında en son sıradaki ‘özel’in özelliği belirliyordu en genelin ahvalini.

Devlet büyük, kocaman bir İnsandı. Adeta mikro insanın makro âlemdeki görüntüsü. Diğer bir deyişle devlet kurumları fertlerin dış alemdeki tezahürüydü. Bu devasa insanın günahları da olacaktı, sevapları da. Hiç kimse günahlardan azade değildi ki! Çünkü, İnsanın mahiyetinde çamur ve ilahi ruh birlikte karılmıştı. Bu nedenle, hamuru çamurla yoğurulan insanın bir gözü hep sufli alemlere yani haramlara baktığı gibi, diğer gözü ise devamlı ulvi alemlere nazar ederdi. Yani Allah’ın ruhundan üflediği manevi kısım insanın meleki yönünü, çamuru ise şeytani yönünü oluşturmaktaydı. Şeytanın ve nefsin saikiyle işlenen günahları pişmanlık ile yapılan tevbenin tolere edeceğini Rabbimiz bizlere Kur’an-ı Hakiminde haber veriyor değil miydi?

Adaletsiz bir devletin temelinde adalet duygusundan yoksun ‘halktan kişilerin’ parmağı vardı. Kaymak sütün üstünde kümelendiğinden, kaymağın kalitesi sütün kalitesine bağlıydı. Alınan kararlar çoğunluğun görüşünü yansıtır; yani hükümler ekseriyete tabiydi. Çoğunluk nasıl ise devletin üst kurumları kendilerini öyle dizayn ederlerdi.

Eğer toplumda ve kurumlarda haksızlık almış başını gitmişse, rüşvet her kapının anahtarı haline gelmişse, adam kayırmaca olağan sayılıyorsa, bu hal, İslami emirlerin dar dairelerde hakkıyla yaşanmadığından olsa gerekti. Kendi dar dairesinde yuvasını, ailesi için bir nevi cennet edemeyen kimseler geniş dairede teşkil olunan nizamın adaletsizliğinden ve cehennemi haletinden şikayet etmemeliydi.

Bu değerlendirmeler, iyi ve doğru sebepler her zaman doğru neticeleri verir, şeklindeki tezi savunan deterministik görüşler değildi elbette. Çünkü, Allah’ın kaderi her zaman üstümüzde. O ne dilerse o olur. O’nun dilemediği hiçbirşey olmaz. Bizlere düşen sebeblere sarılmak ve güzel neticeleri O’ndan beklemek ve O’ndan bilmekti. Keza, güzellikler O’ndan kötülükler nefsimizdendi. Sebepler planında ise mikro insanın durumu, makro insan olan devletin durumundan haber veriyordu.

Özetle, Haccac-ı Zalim’e, ”Hz. Ömer gibi adaletli ol” denildiğinde, “Siz Hz. Ömer zamanındakiler gibi olun, ben de Hz. Ömer gibi olayım” demesi, çok manidar değil miydi?

  17.08.2014

© 2021 karakalem.net, Veysel Türk



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut