Bandrol kördüğümü nasıl çözülür?

Yusuf Çağlayan

Çıkarılacak yasa, mirasçıların ihtilafı şartına bağlanmış bir düzenlemedir. Çünkü bu ihtilaf bilinmektedir. Çözümde, camianın bir kısmının eserler orijinaline döner, sadeleştirilmesi ve tahrifatı önlenir, Bediüzzaman da zaten hükümet eliyle basılmasını arzu etmişti gibi gerekçelerle, bu yasal değişikliği destekliyor. Bir kısmı ise, sadece yasanın çıkarılmasının önlenmesi yönünde kampanya yapıyor. Yani, yine ihtilaf ve daima ihtilaf…

Hâlbuki ister yasa çıksın ve isterse çıkmasın, asıl çözüm, şu ihtilafların ortadan kaldırılması, bu yolda mesailerin teksif edilmesi, eserlerin orijinali ile ve en faydalı bir biçimde neşri konuları bizatihi camianın çözmesi gereken meseleler değil mi? Bu ihtilafların yol açtığı ümitsizlik, camiada üçüncü çözüm yollarını besliyor maalesef.



Bediüzzaman’ın Vasiyeti

“Vasiyetnamemdir. Aziz, sıddık kardeşlerim ve vârislerim! Ecel gizli olmasından, vasiyetname yazmak sünnettir. Benim metrukâtım ve Risale-i Nur'dan olan benim hususî kitaplarım ve güzel ciltlenmiş mecmualarım vesair şeylerimin bütününü, Gül ve Nur fabrikalarının heyetine, başta Hüsrev ve Tahirî olarak o heyetten on iki kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki; emr-i hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrukâtım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin.”

Bu vasiyet metni dipnotunda geçen isimler şunlardır: Hüsrev ve Tahirî, Kardeşi Abdülmecid, Zübeyr, Mustafa Sungur, Ceylan, Mehmed Kaya, Hüsnü Bayram, Rüşdü, Abdullah, Ahmed Aytimur, Âtıf, Tillo'lu Said, Mustafa, Mustafa, Seyyid Sâlih.(Emirdağ Lahikası-1, s. 136)

Vasiyetin Yürürlükteki Mevzuata Göre Hukuki Mahiyeti

Vasiyet, ya terekenin mülkiyetini temlik eder. Veya terekenin ne maksatla, ne yolda ve nasıl ve kimler tarafından idare edileceğini ifade eder. Vasiyet metninde “Benim metrukâtım ve Risale-i Nur'dan olan benim hususî kitaplarım ve güzel ciltlenmiş mecmualarım vesair şeylerimin bütününü, (…)vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum” ifadesi, vasiyete konu terekeyi ifade ederken; “benim arkamda o metrukâtım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin.” İfadesi ise, vasiyet edilenlerin sorumluluğunu açıklamaktadır. Bu iki ifade birlikte değerlendirildiğinde, vasiyetten maksadın, Bediüzzaman’ın geriye bıraktığı mal varlığını ismi geçenlerin şahsına temlik etmek, yani onların bu terekeyi mülk edinmeleri değil, Risale-i Nur merkezli iman ve Kur’an hizmetinin Bediüzzaman’ın bedeline, vasiyet ettiği kişiler ve teşkil ettikleri şahs-ı manevi eliyle devam ettirilmesidir.

5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun 63 ncü maddesi: “Bu Kanunun tanıdığı mali haklar miras yolu ile intikal eder. Mali haklar üzerinde ölüme bağlı tasarruflar yapılması caizdir.” Hükmünü taşımaktadır. Bu maddeye göre, fikir ve san’at eserlerine dair haklar normal olarak miras yolu ile intikal eder. Ancak, sahibi tarafından vefattan önce ölüme bağlı tasarrufa da konu olabilir.

Bediüzzaman’ın “Vasiyetnamemdir” başlığı altındaki iradesi, bir ölüme bağlı tasarruf mudur? Ölüme bağlı bir tasarrufla terekenin taksimi ve temliki midir?

Bu maddede geçen “ölüme bağlı tasarruf” tan kasıt, terekeyi taksim eden veya fikri hakları temlik eden, yani mülk edindiren bir tasarruftur. Ancak, Bediüzzaman’ın iradesi, Risale-i Nur’ları belirttiği şahıslara taksim etmek veya mülk edindirmek değildir. Bu vasiyet, “vefattan sonra kalan malımdan şöyle hayır hasenat yapılsın, cenazem şuraya defnedilsin” gibi mirasçılarına ve sevdiği kişilere bir sorumluluk getiren vasiyet nevindendir. Mülkiyet taksim ve temlik eden bir vasiyet değildir. Bediüzzaman’ın iradesi ve maksadı, maddi temlik değil, manevi temliktir. Yani, Risale-i Nur merkezli iman ve Kur’an hizmetinin, vefatından sonra kendine bedel, ismi geçen talebeleri eliyle sürdürülmesi ve kendisinin açtığı bu hizmet çığırının devamlılığını sağlamaktan ibarettir.

Vasiyet mülkiyet temliki olsa idi, vefatı müteakiben bir tereke tespiti yaptırılırdı. Vasiyet edilen kişilerin de hakkını tespit eden bir mirasçılık belgesi alınırdı. Başta kardeşi Abdülmecit Ünlükul olmak üzere, vefat eden talebelerinin geriye kalan çocukları normal miras yoluyla Risale-i Nur üzerinde mali haklara sahip olurlardı. Bu talebelerin çoğu vefat ettiğine göre, çocuklarına böyle bir miras intikal etmiş midir? Böyle bir durum tartışmasız bir biçimde söz konusu değildir ve olmamıştır.

Vasiyetin vasiyet edilenlere sorumluluk yanında bir hak da sağladığı farz edilse bile, bu hakkın, vasiyet edilen talebelerine hayatları ile sınırlı bir hak niteliğinde olacağıdır. Eğer bir tasarruf, kişilerin hayatı ile sınırlı bir şartla hak sağlıyor ise, o şahısların vefatı ile vasiyetteki haklar, asıl mirasçılara avdet eder. Yani geri döner.

5846 Sayılı FSEK.nun “Hakkın eser sahibine avdeti” başlığını taşıyan 59 ncu maddesi, “Eser sahibi veya mirasçıları mali bir hakkı “muayyen bir gaye zımmında” yahut muayyen bir süre için devretmişlerse gayenin ortadan kalkması veya sürenin geçmesiyle ilgili hak, sahibine avdet eder. Bu hüküm, başkasına devrine sözleşme ile müsaade edilmemiş olan mali bir hakkı iktisap eden kimsenin ölümü yahut iflası halinde cari değildir; meğer ki, işin mahiyeti icabı, hakkın kullanılması, iktisap edenin şahsına bağlı bulunsun.” Hükmü karşısında, “vasyetnamemdir” başlıklı vasiyetteki muayyen gaye, Risale-i Nur merkezli iman ve Kur’an hizmetidir ve süresi de, vasiyet edilenlerin hayatları ve şahısları ile sınırlıdır. Dolayısıyla bu talebelerin vefatı ile eserler üzerindeki bu kanunun koruduğu haklar, bu talebelerin mirasçılarına geçmez, bilakis, Bediüzzaman’ın kanuni mirasçılarına avdet eder.

Vasiyetname ile ilgili diğer bir hukuki durum: Vasiyetnamede geçen “Benim metrukâtım ve Risale-i Nur'dan olan benim hususî kitaplarım ve güzel ciltlenmiş mecmualarım vesair şeylerimin bütünü” sözleri vasiyetin yapıldığı tarihteki asıl ve çoğaltılmış nüshalar üzerindeki mülkiyet hakkını temlik etse dahi, 5846 sayılı Kanunun 57 nci maddesi, “Asıl veya çoğaltılmış nüshalar üzerindeki mülkiyet hakkının devri, aksi kararlaştırılmış olmadıkça, fikri hakların devrini ihtiva etmez” hükmünü getirmiştir.

Bu maddeye göre, eğer Bediüzzaman vasiyetnamesi yazıldığı tarihteki Asıl veya çoğaltılmış nüshalar üzerindeki mülkiyet hakkının temliki ise, bu temlik fikri hakların devrini ihtiva etmemektedir.

5846 Sayılı FSEK.nun 60 ncı maddesine göre, Eser sahibi yahut mirasçıları, kendilerine kanunen tanınan mali haklardan, önceden vaki tasarruflarını ihlal etmemek şartıyla, bir resmi senet tanzimi ve bu hususun Resmi Gazete'de ilanı suretiyle vazgeçebilirler. Vazgeçme, ilan tarihinden başlayarak koruma süresinin bitmesi halindeki hukuki neticeleri doğurur. Bu maddede öngörülen anlamda ve belirtilen şekil şartına uygun bir feragat da söz konusu değildir.

Bütün bu kanuni hükümler karşısında, Bediüzzaman’ın kanuni mirasçıları kardeşi Abdülmecit Ünlükul silsilesi ile Kızı Saadet Hanım ve oğlu Suat Ünlükul’un eşi Şükran Hanım ve çocuklarından ibarettir. Bediüzzaman’ın vasiyette bulunduğu isimlerden biri de, kardeşi Abdulmecit Ünlükul’dur. Vasiyet bütün mali hakların temliki mahiyetinde kabul edildiği takdirde dahi, Abdülmecit Ünlükul vasiyet gereği hissedardır. Öte yandan diğer hissedarlara karşı da mahfuz(dokunulmaz) hisseye sahiptir. Dolayısıyla, vasiyet bir tereke üstünde yasal mirasçılar dışındaki üçüncü kişiler lehine ölüme bağlı bir tasarruf kabul edilse dahi, Abdülmecit Ünlükul’un hem lehine tasarrufta bulunulanlar arasında yer alması ve hem de kanuni mirasçı olması sebebiyle mahfuz hisse sahibi olması sebebiyle O’nun mirasçıları Suat Ünlükul silsilesi ve Saadet hanım kanuni mirasçı konumundadırlar.

Son olarak, mevzuat boyutu ile açıklamaya çalıştığımız bu hususlar, kesinleşmiş bir yargı kararına da konu olmuştur. Şöyle ki, 1994 tarihinde Bediüzzaman’ın vasiyetinde adı geçen talebelerinden A. Aytemur tarafından, vasiyette adı geçmeyen Sıddık Dursun tarafından yapılan neşriyatın durdurulması için açılan dava, İstanbul 2. Asliye Ticaret Mahkemesinde görülmüştür.

Dava dilekçesinde özetle: Saidi Nursi tarafından yazılan Risale-i Nur Külliyatı adlı eserlerin telif haklarının yazar tarafından kendilerine (A.Aytemur) devir ve temlik edildiği, bu eserler dizisi üzerinde hiçbir hakkı bulunmayan davalıların (Sıddık Dursun) izinsiz olarak eserleri hem de tahrifatlar yaparak yayınladıklarından bahisle, davalıların fiillerinin telif haklarını ihlal edici nitelikte olduğunun tespitine, eserlerin toplatılmasına(50.000.000 Lira) maddi zararın tahsiline karar verilmesi talep edilmiştir.

Davalılar, davacıların yazarın mirasçısı olmamaları sebebiyle dava açamayacaklarını(yani davada taraf ehliyetleri olmadığını) savunmuş ve davanın reddini talep etmiştir.

Davayı gören İstanbul 2 nci Asliye Ticaret Mahkemesi, 10.11.1994 gün ve 1994/494-1422 Sayılı kararında: İddia, savunma ve dosyadaki yazılı kanıtlara göre, davacıların dava konusu eserler dizisinin yazarı olan Saidi Nursi adıyla tanınan Said Okur’un mirasçıları olmadıkları, davacıların dayandıkları ve yazarın 23.03.1960 tarihinde ölümünden sonra 22.10. 1963 tarihinde noterlikçe onaylanmış belgenin Medeni Kanunun 479-484 maddeleri uyarınca düzenlenmiş resmi vasiyetname olarak kabul edilemeyeceği; aynı belgenin M.K.nun 485 nci maddesi anlamında elyazısıyla vasiyetname olup olmadığının hukuken tespiti ise, bu hususta yetkili Sulh Hukuk Mahkemesince verilecek vasiyetnamenin tenfizi kararına bağlı olduğu, bu konuda davacılar vekiline mehil verilmesine rağmen, böyle bir karar ibraz edilmediği, yazar Sait Okur mirasçılarından Suat Ünlükul’un 15.01.1987 tarihli telif hakkı devrine ilişkin belgenin M.K.nun 581 nci maddesi gereğince tüm mirasçıların muvafakatleri bulunmamakla geçerli olmadığı, böylece davacıların Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun 66 ncı maddesinde düzenlenen davaları açma haklarının bulunmadığından bahisle davanın reddine karar vermiştir.

Kararın davacılar tarafından temyizi üzerine, duruşmalı olarak yapılan temyiz incelemesi sonunda, Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 11.07.1995 Tarih ve 1995/3593-5954 Sayılı ilamı ile İstanbul 2. Asliye Ticaret Mahkemesinin davanın reddine dair kararı onanmıştır. Aynı Yargıtay Dairesinin 02.11.1995 Tarih ve 1995/7224-8240 Sayılı Karar ile de davacı tarafın karar düzeltme talebi reddedilmiştir.

Bu yargı kararı ne anlama gelmektedir? Bu karar ile davacıların dayandığı vasiyetnamenin mevzuata uygun bir resmi veya el yazısı vasiyetname niteliğinde olmadığı, Suat Ünlükul’un diğer mirasçılardan bağımsız olarak verdiği telif hakları devrinin de geçerli bulunmadığı, davacıların eserin telif haklarına sahip olmadıkları, üçüncü kişilerin yaptıkları neşriyata karşı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun 66 ncı maddesinde düzenlenen davaları açmada taraf ehliyetlerinin bulunmadığı hükme bağlanmıştır. Bu hükümde aynı zamanda telif haklarını devir yetkisinin kanuni mirasçılara ait bulunduğu da dolaylı olarak vurgulanmıştır.

Sonuç olarak, gerek 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu, gerek Medeni Kanun hükümleri ve gerekse yukarıda naklettiğimiz yargı kararı karşısında Bediüzzaman’ın eserlerinin mali hakları, telif hakları kanuni mirasçılarına aittir. Miras bırakan, mirasçılar ve üçüncü kişiler arasındaki istisnai durum ise üç şekilde gerçekleşir; birincisi miras bırakanın sağlığındaki ölüme bağlı tasarrufu ile terekesini üçüncü kişilere bırakması( bu takdirde kanuni mirasçıların mahfuz hisselerine dokunulamaz), ikincisi, miras bırakanın kanuni mirasçılarını mirastan yoksun bırakması; üçüncüsü ise, mirasçıların mirası reddetmeleridir. Bu üç durumun da söz konusu olmadığı yargı kararı ile kesinleşmiştir. Yani telif hakları sahipleri kanuni mirasçılardır. Kanuni mirasçılar bu güne kadar Risale-i Nur’un neşrine zarar verecek bir tavır ve davranış göstermemişler, bu sebeple eserler günümüze kadar Bediüzzaman’ın vasiyetindeki hizmet maksadına uygun bir şekilde günümüze kadar kesintisiz olarak neşredilmiştir.

5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun 47 nci maddesi

Risale-i Nur külliyatı, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’na göre müellifine ve vefatında ise mirasçılarına bu kanunda tanınan hakları sağlayan ilmi bir eser niteliğindedir. Bu kanunun 27 nci maddesine göre, koruma müellifinin vefatından itibaren, yani 1960 yılından itibaren 70 yıl olup, 2030 yılında sona erecektir.

Kanunun 47 nci maddesi: “Bir kararname ile memleket kültürü için önemi haiz görülen bir eser üzerindeki mali haklardan faydalanma salahiyeti, hak sahiplerine münasip bir bedel ödenmesi suretiyle koruma süresinin bitiminden önce kamuya maledilebilir.

(Değişik: 21/2/2001 -4630/24 md.) Bu hususta karar verilebilmesi için eserin Türkiye'de veya Türkiye dışında Türk vatandaşları tarafından vücuda getirilmiş olması ve aynı zamanda yayımlanmış eser nüshalarının iki yıldan beri tükenmiş bulunması ve hak sahibinin uygun bir süre içinde eserin yeni bir baskısını yapmayacağının tespit edilmesi gerekir” hükmünü taşımaktadır.

Bu madde, Bakanlar Kurulu kararı ile Kültür Bakanlığına ancak hak sahiplerinin uygun bir süre içinde bir baskısını yapmayacağının anlaşılması şartı ile koruma süresinin bitiminden (2030 yılından) önce kamuya mal etme hakkı tanıyor. Bu madde yürürlükte bulunduğu sürece, kanuni mirasçılar istedikleri yayınevleri ile sözleşme yaparak neşriyatı sürdürebileceklerdir. Hükümet ve şu an itibariyle Kültür Bakanlığına müracaat eden camia mensupları bu durumu bir sorun olarak algılıyorlar. Bu sebeple de yasal düzenleme yoluna gidiyorlar.

İhtilafların Maliyeti

Tartışmalara konu yasal düzenleme ne getiriyor? Değişiklik "Kanun uyarınca, esere ilişkin koruma süresi, eser sahibinin yaşadığı müddetçe ve ölümünden itibaren 70 yıl devam etmektedir. Bu itibarla eser sahibinin ölümünden itibaren 70 yıl geçmemesi halinde eserlerin kullanımına ilişkin olarak mirasçılarından izin alınması zorunludur. Ancak eser sahibinin mirasçısının tespit edilememesi, tespit edilse dahi mirasçıya ulaşılamaması ya da mirasçılar arasındaki ihtilaflar dolayısıyla mirasçıların birlikte hareket edememeleri sebepleriyle ülkemiz kültür hazinesini oluşturan birçok kitap, beste, güfte ve benzeri eserler topluma sunulamamaktadır." Gerekçesine dayandırılıyor.

Bu gerekçe açıkça şunu demek istiyor: Risale-i Nur’ların telif hakları Bediüzzaman’ın kanuni mirasçılarına aittir. Mirasçıların tespit edilememesi veya ulaşılamaması bu düzenlemenin asıl gerekçesi değildir. Çünkü mirasçılar bellidir ve kolayca ulaşılabilecektir. Değişiklik aslında “mirasçılar arasındaki ihtilaflar dolayısıyla mirasçıların birlikte hareket edememeleri sebepleriyle” gerekçesine dayandırılıyor.

Kısaca ve özetle ve esefle belirtelim ki, bu olayın altından da ihtilaf çıkıyor. Bu yasa değişikliğinin içinde bulunduğumuz ihtilafların net bir tokadı olduğu çok açıktır. Yasa değişikliğinin ihtilaftan istifade edilerek çıkarılmak istenmesi, bugüne kadar yaşanan ihtilafların maliyetinin, Risale-i Nur’un neşrinin durdurulması boyutuna gelip dayandığını gösteriyor. Eğer Risale-i Nur camiası, Bediüzzaman’ın orijinal olarak bırakıp teslim ettiği eserleri bu orijinal hali ile neşretme konusunda dahi bir mutabakat sağlayamıyorsa, bunun nasıl sonuçlara meydan verdiği, bu yaşanan bandrol sorunu ile net olarak ortaya çıkmış bulunuyor.

Kanun değişikliğinde bahsedilen ihtilaf, mirasçıların ihtilafı denilebilir. Bediüzzaman’ın kanuni mirasçısı olmayıp da Kültür Bakanlığına müracaat edenler, vasiyeti gerekçe göstererek mirasçı biziz, bu vasiyetle Bediüzzaman telif haklarını bize devretti diyerek müracaat ediyorlar. Oysa yargı kararı var, telif haklarının sahibi kanuni mirasçılardır. Aynı şekilde, camianın kanuni mirasçılarla geçmiş ilişkilerinin de kopuk olduğu malumdur. Kanuni mirasçıların vasiyetnamede ismen zikredilen Abdülmecit Ünlükul vasıtası ile sadece kanuni mirasçılığı değil, aynı zamanda ve birinci dereceden manevi varis olmanın sorumluluğunu da tevarüs ettikleri açıktır. Şahsen tanıdığım birkaç kanuni mirasçının, aynı zamanda bu manevi sorumluluğu da bütün derinliği ile hissettiklerine hüsnü şehadet etmeyi bir borç bilirim. Örneğin ismini bizzat Bediüzzaman’ın koyduğu Seyda Ünlükul… Uzun zaman birlikte görev yaptık ve Bediüzzaman’ın camiaya bir yadigârı olarak hiçbir zaman irtibatımı kesmedim. Emekliliğini müteakiben içine düştüğü çok önemli maddi sıkıntıları yakinen biliyorum. Bu sıkıntılara rağmen, kendisine telif haklarını devretmesi karşılığında açık olarak verilen senetleri daima şahsımla paylaşmış ve hiçbir zaman böyle bir şeyi düşünmemiş, sadece üzüntülerini ifade etmiştir. Camianın aralarındaki ihtilaflara üzüntülerini ve nerede duracağı noktasında çıkmazlarını hep şahsımla paylaşmıştır. Bu sıkıntıların aşılmasında üzerine düşecek bir vazife olup olmadığın hep sorgulamıştır. Camianın kanuni mirasçılara mesafeli olmasının birinci menfi etkisi budur. İkinci etkisi ise, kanuni mirasçılardan Saadet Hanım üzerinde ortaya çıkmıştır. Hem bu mesafe ve hem de, kendisi ile görüşenlerin bu görüşmeleri camia içinde yaşanan ihtilaflar bağlamında yapmaları, Saadet Hanımda bir güvensizlik duygusunu beslemiş ve Risale-i Nur’ların neşrine bir zarar gelmesine alet edileceğim endişesi ile her şeyden elini eteğini çekmesi şeklinde ortaya çıkmıştır. Şu anda diğer mirasçılarla ilişkisi dahi bu endişe ve güvensizlik çerçevesinde gerçekleşmektedir. İşte bu durumu bilen(!) Kültür Bakanlığı da, mirasçılar arasındaki bu ihtilafı gerekçe yaparak Risale-i Nur’ların neşrini kamuya mal etmek(!) adına böyle bir yasal düzenleme yapmaktadır.

Bandrol Kördüğümü Nasıl Çözülür?

Basına akseden bilgilere göre, Kültür Bakanlığı telif hakları konusunda ihtilaf bulunduğu ve bu hususta dava sürecinin devam ettiği gerekçesi ile bandrol verme işleminin askıya alındığını bildiriyor. Böyle bir dava mevcut ise, hukuken davada taraf teşkili gerekir. Bu yasal bir zorunluluktur. Dava açanlar, davayı ilgili tarafa ihbar etmek zorundadır. Taraf teşkili yapılmadan bu davanın hükme bağlanması mümkün değildir. Aksi takdirde verilecek karar, taraf teşkili yapılmadan üretilmiş bir karar olacaktır ki, hukuken geçersiz bir karar olacaktır.

Davanın ihbar edilmesi gereken taraf elbette ki, kanuni mirasçılardır. Bildiğimiz kadarı ile kanuni mirasçılardan Seyda Ünlükul, kendisi ve annesi, kardeşleri adına Kültür Bakanlığına müracaatla kanuni mirasçı olduğunu veraset ilamı ile belgelemiştir. Davanın görüldüğü mahkemeye davaya katılan sıfatı ile iştirak etmek için bu mahkeme ile ilgili bilgi talep etmiştir. Ancak ne dava kendisine ihbar edilmiş ve ne de davaya katılması için gereken bilgiler kendisine ulaştırılmamıştır. Davanın ihbarı yasal bir zorunluluk olduğuna göre, ortada böyle bir dava bulunmadığı anlaşılmaktadır. Dava söyleminin, yasal değişiklik için gerekli sürenin kazanılmasına matuf olduğu kanaatindeyim.

Çıkarılacak yasa, mirasçıların ihtilafı şartına bağlanmış bir düzenlemedir. Çünkü bu ihtilaf bilinmektedir. Çözümde, camianın bir kısmının eserler orijinaline döner, sadeleştirilmesi ve tahrifatı önlenir, Bediüzzaman da zaten hükümet eliyle basılmasını arzu etmişti gibi gerekçelerle, bu yasal değişikliği destekliyor. Bir kısmı ise, sadece yasanın çıkarılmasının önlenmesi yönünde kampanya yapıyor. Yani, yine ihtilaf ve daima ihtilaf… Hâlbuki ister yasa çıksın ve isterse çıkmasın, asıl çözüm, şu ihtilafların ortadan kaldırılması, bu yolda mesailerin teksif edilmesi, eserlerin orijinali ile ve en faydalı bir biçimde neşri konuları bizatihi camianın çözmesi gereken meseleler değil mi? Bu ihtilafların yol açtığı ümitsizlik, camiada üçüncü çözüm yollarını besliyor maalesef. Meşveret yerine hakem yöntemine gidiliyor. Hâlbuki meşveret denilen şey, tam da bunun için, en güzelinin, en doğrusunun tespiti ve hayata geçirilmesi için. Ne var ki, meşveret yapılamıyor. Acaba Bediüzzaman günümüzde yaşasaydı, var sayalım ki camia birkaç cemaatten de oluşsa, acaba bütün bu cemaatlerin iştirak ettiği bir meşveret yapmaz mıydı? Çözümü bunda görmez miydi? Herkes vicdanını dinlese böyle olacağı cevabını alacaktır. O zaman çözüm böyle umumi bir meşverettir. Umumi meşveret yapılmadıkça, meşveretler hep hususi dairelerde yapıldıkça, hususi meşveretlere umumi meşveret namı verildikçe, ihtilaflar yığılmaya devam edecektir. Cemaatler arası ihtilaflar çıkması ve bandrol olayında yaşadığımız gibi bundan herkesin ve umumi hizmetin zarar görmesinin sebebi, cemaatler arası meşveretin yokluğudur. Camianın hiç değilse Risale-i Nur’ların neşri konusunda olsun, bütün camiayı ilgilendiren konularla sınırlı olsun bir umumi istişare yapabilmesi, kanuni mirasçılarla sağlıklı, güzel, güven verici ilişkiler geliştirebilmesi gerekiyor. Başta Yeni Asya, bütün cemaatler hassasiyetini bu noktada teksif etmeli. Umumi meşverete ön ayak olmalı. Hakeza…


y_caglayan@yahoo.com.tr

  07.08.2014

© 2021 karakalem.net, Yusuf Çağlayan



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut