Ebu Lâ Şey’den Ebu HerŞey’e

Ali Bedir

Davamızın ispatı için mevcut hal ve duruma atf-ı nazar etmek yeterlidir; siyasi boğuşmaların içerisinde boğulma mesabesine gelmiş kanaat önderleri, piyasayı ele geçirmiş cemaat şirketleri.

Tüm hayatını, kendisini dünyevi anlamda bir şey ile alakalandırmayarak, “hiçbir şeyin babası” (Ebu Lâ Şey) olarak vasıflandıran birinin hizmeti, ona müntesib olduklarını iddia edenler tarafından son sürat “herşeyin babası” (Ebu HerŞey) olma yolunda ilerletilmekte.



RİSALE-İ NUR hizmeti her şeyden önce bir metin ve bu metni temele alan bir yorumlama hizmetidir. Tabir-i diğerle Risale-i Nur hizmeti, “Nurculuk” adına yapılan tüm faaliyetlerin, sonunda dayandırılması gereken bir adresin bulunması gerekliliğini ve bu adresin de her ne kadar yorumlama neticesi dahi olsa, Risale-i Nur metinlerine atıfta bulunulmasını ya da dayandırılmasını icab ettirir.

Burada önemli bir soru ve cevap ortaya çıkmaktadır: Herkes kendi adına bir yorumlama çıkarabilir mi bu metinlerden? Elbette ki ‘evet’tir bunun cevabı. Herkes kendi adına ve kendisini ilgilendiren mevzular için kendi yorumunu yapmakta ve uygulamakta serbesttir. Yalnız, yapılan yorumlar ve bu yorumlara bağlı olarak uygulanacak eylemler, direkt “Nurculuk” adına ya da bu manayı ihsas eder tarzda olacaksa eğer, Risale-i Nur okuyucuları olarak bizim, bu yorumlayıcılardan/uygulayıcılardan Risale-i Nur metni üzerinden dava ve iddialarını ispat etmelerini talep hakkımız doğmaktadır. Risale-i Nur metinlerinin müellifi olarak Said Nursi, başta kendisi için dahi geçerli olmak üzere Risale-i Nur okuyucularına şunu tavsiye ekmektedir:

“Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.”

Zira bu yazdığımız metnin ana temasını böyle bir talep oluşturmaktadır. Aklımıza takılan bazı soru ve sorunları, belki bir daha düşünülmesine vesile olur ümidiyle yüksek sesle düşünmekteyiz.

İşte mevzuu: Risale-i Nur hizmeti, Said Nursi’nin tabiriyle “şiddetle siyasetten tecennüb” etmeyi, çekinmeyi iktiza ederken, 2014 Türkiye’sinde en fazla konuşulan meselelerden birisini “siyaset ve cemaat ilişkisi” oluşturmaktadır. Meseleye giriş yapmadan önce önemli bir noktayı vurgulamakta yarar görmekteyiz. İşbu yazıda, kişiler ve suçlamalardan öte, şahsım tarafından bir problem olarak kabul edilen mevcut bir durumun nedenleri üzerinde “hüsn-ü zan mesleği” fazla incitilmeden durulmak istenmektedir.

Said Nursi’ye göre bugünün hikâyesini ve dersini, dünden çıkarabiliriz. Peygamberler ve ümmetlerinin Kur’an’a da konu olmuş kıssaları sadece tarihi birer anı olarak değil, tüm insanlığa hitaben yapılmış ilahi birer ikaz ve sınamadır. Nur talebeleri içinse bu hakikat, Risale-i Nur içerisinde birçok kez zikredildiğinden, daha bir tanıdık gelecektir. Ne var ki bazen tanıdıklık ile farkındalık aynı şeye tekabül etmemektedir. Risale-i Nur etrafında yaşamını şekillendirme gayreti içerisinde bulunan insanların bileşkesi olarak nitelendirebileceğimiz “Nurcu”lar, Said Nursi’nin tabiriyle bir “şahs-ı manevi” oluştururlar. Bu bileşkeyi teşkil eden manevi şahıs, maddi bir şahıs gibi davranır, düşünür ve hareket eder. Aynı zamanda ilahi imtihana da tabi tutulur. Fakat onun imtihanı, maddi şahıs gibi bir ömür üzerinden değil, manen yaşadığı zaman dilimi üzerinden hesaplanır. Her insanın tabi tutulduğu ilahi imtihan ise, Cenab-ı Hakk’ı tanımaktır. Tanınma durumunda olan Yaratıcı’nın, çok kabaca, iki evsaf-ı kemaliyesi, yani iki sınıfa ayrılabilecek vasıfları vardır: Birincisi celali, diğeri ise cemali. İmtihan içerisinde bu vasıflar, kendisini gene çok kabaca, şöyle tanıtmak isterler: Celali olan sıfatlar, insanın nefsinin pek de hoşuna gitmeyen şekillerde, mesela “Şafii” ismi, kendisini hastalık yoluyla tanıtmak ister. Cemali olan vasıflar ise, daha ziyade insanın nefsinin hoşuna giden tarzlarda, misal, “Rahman” ve “Rahim” isimleri şefkat ederek kendilerini tanıtmak isterler.

Kısaca, insan kendisine muhatab olan iki vasıf karşısında takındığı tavır (sabır, şükür, eylem, düşünme, istiğfar v.b) neticesinde, ilahi imtihandan başarılı ya da başarısız olmuş kabul edilecektir. Bu noktada, tarihen daha öncelerde yaşamış olan peygamberler ve ümmetlerinin yaşantıları imtihana tabi tutulan her şahıs için ders ve ibretlerle dolu olduğu gibi, Nur talebelerinin teşkil ettiği şahs-ı manevi için de bu kaide geçerlidir.

Biz de meselemiz olan, Nurcuların siyasi dairelerle bu sıkı fıkı gibi görünen ilişki ağı nasıl ve ne suretle oluştu, suali dolayısıyla, İslam peygamberi Hz. Muhammed (asm) ve sahabelerinin yaşamış oldukları Gazve-i Uhud’a bakacağız. Allah Resulü, Uhud Savaşı’nda sahabelerinden bazılarını, sonralarda “Okçular Tepesi” olarak ünlenecek olan “Ayneyn Tepesi”ne yerleştirmiş ve kendilerine şu şekilde talimat vermiştir:

“Bu mevkiden benim emrim olmaksızın ayrılmayacaksınız. Eğer yeniliyor olsak ve siz bizim cesedlerimizi kuşların kemirdiğini görseniz dahi bulunduğunuz yerlerden ayrılmayacaksınız.”

Gerçekten de savaş içerisinde sahabelerden Allah Resulüne benzerliğiyle ünlenmiş olan Mus’ab b. Umeyr öldürüldüğünde, Hz. Muhammed’in öldüğü sanılmış ve bu haber okçulara ulaştığında okçular Allah Resulü’nün emrini yerine getirmişler ve bulundukları noktalardan ayrılmamışlardır. Tabir-i diğerle ilahi imtihanın celali tecellisi karşısında, emre ittiba ünvanı altında başarılı olmuşlardır. Vakta ki, savaşın seyri değişmiş, Müslümanlar savaş içerisinde galip vaziyet almışlar ve dünyanın sevimli yüzünün gözükmeye başlamasıyla, okçular arasından pek çoğu ganimet elde etmek maksadıyla emre muhalif hareket ederek yerlerinden ayrılmışlardır. İlahi imtihanın cemali tecellisi onlara verdikleri sözü unutturarak İslam ordusunun yenilgisinin önü açılmıştır. Celali tecelliler karşısında gerçek kimliği olan “abdullah”lığa bürünen sahabeler, cemali tecelli karşısında insanın en büyük ve en tanıdık düşmanı olan nefislerine yenik düşeceklerdir. Ayetin tanımlamasıyla “Allah size sevdiğiniz (galibiyeti) gösterdikten sonra zaafa düştünüz. (Peygamber'in verdiği) emir hakkında tartışmaya kalkıştınız ve isyan ettiniz. Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz ahireti istiyordu.” (Al-i İmran Suresi, 152. Ayet)

Şimdi gelelim bu kıssadaki hisseye… Kur’an hizmetindeki Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini teşkil eden biz Nurcular da, alem-i İslam’ın korunmasını ve kollanmasını netice veren imani hizmetimizde, Allah Resulü’nün manevi tensibi neticesinde vazifelendirildiğimiz “müsbet hareket” ile muvazzafız. Nasıl ki sahabeler Ayneyn Tepesinde maddeten bulunmanın dışında hiçbir şey yapmıyor gibi gözükürken, manen pek çok vazifeyi görüyorlardı; aynen onun gibi Nur Talebeleri de “müsbet hareket” olarak adlandırılan imani hizmetin dışında hiçbir şey ile bizzat ve amaç olarak uğraşmayarak, Said Nursi’nin tabiriyle “o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sadık şakirdleri dahi, bulundukları kasaba ve karye ve şehirlerde -hizmet-i imaniye itibariyle- âdeta birer gizli kutub gibi, mü'minlerin manevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i maneviye-i itikadları cesur birer zabit gibi; kuvve-i maneviyeyi, ehl-i imanın kalblerine verip, mü'minlere manen mukavemet ve cesaret ver”mekle muvazzaftırlar.

İlahi imtihanın celali olarak adlandırılabilen işkence, hapis, koğuşturma, sürgün v.b aşamalarında hizmet-i imaniye ve Kur’aniyedeki ağbeylerimiz ve ablalarımız, başarıyla geçerek hizmet bayrağını bizlere teslim etmişlerdir. Hal böyle iken bizler cemali tecellilerin gözlerimizi kamaştıran şaşaası karşısında lâl olmuş durumdayız. Yani yapmakla mükellef olduğumuz asli, hayati vazifeler yerine, dünyanın dünya vechesindeki imarıyla ya maddeten ya da en azından zihnen meşgulüz. Bu bir hastalık gibi neredeyse tüm benliğimizi sarmış durumda.

Bu hastalık, ayetin tabiriyle dünya hayatını, dünyevi zevkleri ahiret hayatına bilerek, severek (İbrahim Suresi 3. Ayet) iman sahiplerine tercih ettiriyor.

Bu maluliyetin, içerisinde en fazla intişar ettiği bir zemin olarak siyaset dairesi, Nur hizmetine zararı mutlaktır kanaatindeyiz. Davamızın ispatı için mevcut hal ve duruma atf-ı nazar etmek yeterlidir; siyasi boğuşmaların içerisinde boğulma mesabesine gelmiş kanaat önderleri, piyasayı ele geçirmiş cemaat şirketleri.

Tüm hayatını, kendisini dünyevi anlamda bir şey ile alakalandırmayarak, “hiçbir şeyin babası” (Ebu Lâ Şey) olarak vasıflandıran birinin hizmeti, ona müntesib olduklarını iddia edenler tarafından son sürat “herşeyin babası” (Ebu HerŞey) olma yolunda ilerletilmekte.

Bu yazıyla yapmaya çalıştığımız şey, bu tarihsel döngü anında tarihe not düşmek ve karınca kararınca Hakk’a olan meyil ve tarafgirliğimizi belli etmektir.

  07.08.2014

© 2021 karakalem.net, Ali Bedir



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut