Samimiyet ve Ahiret

Mustafa H. Kurt

İnsanın şu alemde karşılaştığı her “ayete” kendi iç alemindeki ‘ayineleriyle’, hasseleriyle ve özellikle de kalbiyle (hem de akleden ve görebilen kalbiyle) muhatap olması; kendisi için ahireti tasdik etmesini de netice verebilecek bir “devadır” mutlaka.


“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kalpleri ve işitebilecek kulakları oluversin? Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir.” (Hacc Sûresi, 22/46).

KENDİNİ BİR ‘et ve kemik bütününden’ ibaret görmek.. Ve o soğuk ifadeyle, “canlı bir organizma” diye tarif etmek sadece.

Ama diğer yandan da o et ve kemik bütününün hissedebildiğine, düşünebildiğine en başta kendi aleminde şahit olmak!.

Bu iki zıt bir arada nasıl durabilirler ya da bir arada gerçekten durabiliyorlar mı, inanmak zor gerçekten.

Fakat diğer yandan da bu zıtlığa şahit olmak, yani ‘sadece et, kan ve kemikten ibaret olan' şu madde bütününden (duygu, düşünce, inanç gibi) madde ötesi yeteneklerin de sadır olduğunu fark etmek; -bir çelişki gibi gözükse de-, güçlü ve potansiyel bir itenektir de insan için.

Çünkü bu ‘zıtlığı’ bizzat kendi iç aleminde yanlışlayan bir bilinç, tam da bu sayede, kendisinin o tutan-yürüyen-ölçülebilen ‘yığından’ da öte hiç değişmeyen ve pörsümeyen bir "ben" olduğunu daha kolay anlayabilecektir. Spritüalizmin insanda hiç değişmeyen, yaşlanmayan ve bizâtihi hep kendi olarak hissettiği o “ben’i” ruhun ontolojik delillerinden biri olarak görmesi de, bu manadandır kanımca.

Dolayısıyla, kendini bu anlamıyla okuyabilen ve keşfedebilen bir insanı ne ölüm düşüncesi ne de ölümün bizatihi kendisi “mahvedemeyecektir”; ve böylesi bir farkındalık düzeyi ise, "yok olmak" fikrindeki yıkıma karşı gayet kuvvetli/potansiyel bir yardımcı olabilecektir insan için.

Öyle değil midir peki?

İç alemine dikkatle bakan herkes; çocukluğuna, gençliğine ya da kısacası tüm geçmişine dair o anıları işleyenin-eyleyenin-hissedenin hep aynı “kendi” olduğunu görmeyecek midir acaba?

Hem de, “benim elim, benim vücudum vs.” diye başladığımız her cümlemizle; aslında kendimizi bu görünenlerden ibaret görmediğimizi haykırıyor olduğumuz gün gibi ortadayken.. Dahası, “ruh-u bâki” gibi bir cevher dururken, “asıl” olma mertebesini her an yıpranan şu zavallı bedenlerimize vermeye razı gelmemekliğimiz de bir sır değilken.. (*1)

Kısacası insan, “en temel kimliği” olan o ben'e yönelik böylesi sathî bir sorgulamayla dahi, “bu beden bir kalıptır ve ölüm de ancak bu kalıbı çürütecektir” diyecek; bahsi geçen sözüm ona o çelişkiyi de, böylelikle ahiretin tasdiki yolunda bir delil kılabilecektir.

Fakat öylesine hazin bir haldir ki, -aslı itibariyle bir ön kabulden ibaret olmasına rağmen- küfür veya inkar, bu derece içten ve fıtrî bu "ayet" olan bu delili dahi tâbilerine inkar ettirebilmektedir çoğu zaman!.

Üstelik, o "iç sesin" farkında olup da, dolaylı yollardan olsa bile ‘insanın sona mahkûm bir nesne’ olduğunu savunmakta olan böylesi pek çok fikir; bu konudaki samimiyetlerine yönelik gayet fıtrî (ve bu yüzden de masum) eleştirilerle karşılaştıklarında ise hemen her defasında “yüz tevil”, kelime oyunu ve -en çok da- inat yoluyla o eleştirilerin ‘haksızlığını’ ispatlamaya çalışırlar yine de..

Ama onlar ne derlerse desinler; “değişen nesneleriyle" birlikte “değişmeyen nesne ötesi varlıklarının” da farkında olarak yine de son bulmayı savunmaları, bu konuda haklı bir samimiyet eleştirisine hep muhatap kılacaktır böylelerini.

Öyle ya, o ‘son bulmak’ fikrinin savunucusu bu fikri kendi iç âleminde de gerçekten kabul etmekte ya da kendisiyle baş başa kaldığında bu fikri yine aynı kararlılıkla savunabilmekte midir acaba? Veya bu konudaki samimiyetine kendisi de inanmakta mıdır peki?

Cevabı beklenen ‘tehlikeli’ sorular bunlardır işte!.

“Toprak olacaksam eğer, nedendir bunu bilmem?..”

İnsan.. Evreni kapsayacak bir kavrayışa ve de en 'basit' bir örnekle, çeşitli sanat dalları kurup, bunlarda şaheserler ortaya koyabilecek duygulara ve hayal gücüne sahip bir “mana”!.

Ya da, gerçek anlamda muhteşem nice his ve yeteneğiyle, “kabuk içre bir öz”!.

İşte, denilmek isteniyor ki, böylesine kıymetli bu “mana ve öz” (madde olmayan), bağlı olduğu et-kemik bütünü (madde) toprak olunca kendisi de son bulup gitmiş olacak!.

Dahası, o his ve yeteneklerinin gerektirdiği üzere hem ‘devam etmek-son bulmamak’ gibi en büyük bir arzuya sahip olacak; hem de bu arzusuna tamamen muhal bir tarzda, her an yok olmaya doğru gittiğini bilerek yaşayacak! (daha doğrusu, yaşayabilecek) (?).

İnsanın yaşayabileceği en doruk ızdıraplarından biri de budur herhalde!

Yani bir tarafta doğuştan getirdiği “sonsuzluk isteği” ve de buna uygun olarak sonsuzluğu arayabilecek-hissedebilecek derecede bilinçli/yetenekli/sayısız/sınırsız özellikleri; onların hemen yanı başında ise, -o özelliklere tamamen zıt olarak- son bulacağına, ya da daha da acı bir ifadeyle, “bir daha hiçbir zaman-hiçbir yerde mevcut olamayacağına dair inancı”...

Birbiriyle zıt iki şeyin veya iki zıtlığın bir arada ve aynı şey olma iddiası yani!.

Peki ama böyle bir hal mümkün müdür gerçekten?.

İşte tam da burada, ölümün yokluk olduğu fikrine yöneltilen dinî eleştiriler de tam bu noktada yapmaktadırlar 'oyun bozuculuklarını'!.

Zira samimiyeti şüpheli o cevapların verilme sebebi, -ahirete dair belki diğer tüm aklî ve naklî delillerden de önce- şöylesi içten soru(n)lardır tam olarak: "İçimdeki sonsuzluk arzusu ve de bekayı gerektiren sınırsız yeteneklerim en büyük ve fıtrî duam iken; birbiriyle tezat iki zıtlık (yani “sınırsız yaşama isteği” yanında “son bulma fikri”), aynı ben'de ve bir arada nasıl bulunabilirler ki acaba?..”

Oysa bu itirazdaki haklılığı, yani ‘iki zıtlığın bir arada duramayacağı hakikatini’, hayatı ve kelamıyla başlı başına bir hakikat duruşu olan Bediüzzaman Said Nursî o Kur’ânî mantık örgüsüyle pek hikmetli bir şekilde şöyle ders vermektedir bizlere:

“..inkılâb-ı hakâik ittifaken muhâldir ve inkılâb-ı hakâik içinde, muhâl ender muhâl, bir zıd kendi zıddına inkılâbıdır. Ve bu inkılâb-ı ezdâd içinde, bilbedâhe bin derece muhâl şudur ki: Zıd, kendi mahiyetinde kalmakla beraber, kendi zıddının aynı olsun.”(*2)

Yani bir şeyin hem kendisinin ve hem de zıddının bir arada-aynı olmaları fikri; tıpkı, ‘gündüz, hem gündüzken, aynı zamanda gece de olacak’ şeklinde, hayalimizde dahi canlandıramadığımız bir duruma benzemektedir tam olarak!.

Demem o ki; hem, hayatımın her döneminde –bütün dünya inkar etse bile var olduğunu bildiğim- bu sayısız hislere, yeteneklere, kavrayışa ve “ölmeme isteğine” sahip olacağım; hem de kesinkes sonlu olduğuma ve şu ‘etten’ kalbim durunca (bütün o sonsuzluk isteğim, duygularım, kavrayışım ve yeteneklerimle birlikte) “ben’in” de yok olacağına inanarak yaşayacağım...

Her insanın doğarken getirdiği en büyük ümidi (sonsuz hayat aşkı) ile, yaşamı sırasında edinebileceği en büyük korkusu (yok olma korkusu) birlikte, bir arada, bir vicdanda yaşayacaklar yani (?)

Böylesine imkansız bir haldir işte söz konusu olan!

Çünkü kim ne derse desin, o hislerimin-yeteneklerimin “hem varlıkları, hem de fanilikleri”, bizatihi “ahiretin-haşrin birer delilidirler” aslında!

Bunu söylemektedir zira o şefkatli dimağ:

“İnsanın ahsen-i takvimdeki hüsn-ü masnuiyeti, Sâni’i gösterdiği gibi; o ahsen-i takvimdeki kabiliyet-i câmiasıyla kısa bir zamanda zeval bulması, haşri gösterir.”(*3)

Ama buna rağmen “ben”, ahireti keşfedebileceğim birer “ayet” olarak verilmiş tüm o hislerimi güya hiç hissetmeyeceğim ve bu konudaki küfrümü/inkarımı peşin bir hüküm değil de, bir tasdikmiş gibi göstereceğim yine de?. Heyhat!..

O samimiyet eleştirisinin samimiyetini, en az haklılığı kadar kuvvetli bulmak bundandır işte!.

Ve kainat sergilerinde arz-ı endam eden “afakî ayetleri” inkar edenlere karşı: “Dünyada en ziyade hayret edilecek bir şey varsa, o da bu inkardır.”(*4) diye ifade edilen bu haklı hayretin bir benzerini de içimizdeki “enfüsî ayetlerin” inkarı karşısında düşünmemek, bu sebeple mümkün değildir işte..

* *

Elhasıl, insanın şu alemde karşılaştığı her “ayete” kendi iç alemindeki ‘ayineleriyle’, hasseleriyle ve özellikle de kalbiyle (hem de akleden ve görebilen kalbiyle) muhatap olması; kendisi için ahireti tasdik etmesini de netice verebilecek bir “devadır” mutlaka.

Yeter ki, peşin hükümlerden sıyrılarak “samimiyetle” bakılabilsin o ayetlere!.


  1. Bu vesileyle, ruhun varlığına dair önemli izahların yer aldığı Risale-i Nur’dan “Yirmi Dokuzuncu Söz’e” ve bu Söz’ün özellikle de: “Ruh, kat’iyyen bâkîdir.” şeklindeki kesin bir hüküm cümlesiyle başladıktan sonra, “..herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bâkîyi anlar.” şeklindeki “enfüsî” delillerle devam eden “Birinci Esas’ına” dikkat çekmiş olalım.

  2. Sözler, s.72.

  3. Sözler, s.89.

  4. Asa-yı Musa, s.186.

  13.07.2014

© 2021 karakalem.net, Mustafa H. Kurt



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut