Cami ve Cemaat

Oktay Gökkoca

ÇOK ŞÜKÜR, dine hayatımın hiçbir döneminde mesafeli olmadım. Lise yıllarında annemin de gayretleriyle ara ara da olsa namazlarımı kıldım. Ancak namazı ilk defa şuurla kılmam ve kendimi müslüman kimliğiyle ortaya koymaya çalışmam lise son sınıfta oldu. Kredili sistem dolayısıyla son sınıfın ilk dönemi liseden mezun oldum. İkinci dönem, vakit namazlarını oturduğumuz evin epey uzağına düşen bir camide kılmaya başladım. Elimden geldiğince bu camide cemaate iştirak etmeye çalışıyordum. O yıl üniversitede bir bölüme yerleşemedim. O vakte kadar, cemaat nedir diye sorulsa cami cemaatinden, dinî sohbet nedir diye sorulsa camideki cemaatin sohbetinden başka aklıma bir şey gelmezdi. Çünkü başka cevaplar verecek bir bilgim ve hayat tecrübem olmamıştı henüz.

Ertesi yıl üniversite hazırlık dershanesiyle birlikte, şimdi hangi vesileyle tanıştığımı hatırlamadığım Millî Gençlik Vakfı’na takılmaya başladım. Dershane harici vakitlerimin bir kısmı burada geçiyordu. Sohbetlere katılıyor, yeni insanlarla tanışıyordum. Müslümanların cami haricinde bir araya gelip Allah için sohbet ettiklerini ilk burada öğrendim. Vakıfta yerleşik olarak kalanların çoğunluğu lise ve üniversite hazırlık talebelerinden oluşuyordu. Vakfın arka planda Refah Partisi ile olan bağı, biz genç müslümanlara siyasî ülküleri olan yeni heyecanlar aşılıyor, bunun verdiği aidiyet ve dava hissi bize yüksek motivasyon olarak yansıyordu. Kendimizce ülke içindeki müslümanların hâli hazırdaki durumlarıyla dertleniyor, dünya müslümanlarına yapılan zulümlere karşı kinleniyor, ümmet olmak, birlik olmak, parçalanmışlıktan kurtulmak gerektiğine dair söylemler dillendiriyor, kapalı spor salonlarında o zaman milletvekili olan Şevki Yılmaz’ın önderliğinde sağ elimizin başparmağını havaya kaldırıp dava yeminleri ediyorduk.

Dahil olduğum bu yeni trafik benim namaza devam ettiğim cami ile irtibatımı büyük ölçüde kopardı. Artık evdeyken namazlarımı evde kılıyor, Vakıfta ise orada bulunan abi ve kardeşlerle namaz kılıyorduk. Vakıf binasının hemen karşısında yaklaşık beş yüz yıllık Ulu Camii vardı. Ama her nedense, yüz metrelik mesafeye rağmen Cuma namazı haricinde çoğu kez o camiye gidip namaz kılmazdık. Ezan okunur, camidekiler ayrı, biz Vakıftakiler ayrı cemaat olup öyle kılardık aynı namazı. Bu benim hususen tercih ettiğim bir durum değildi. Ama nedendir bilinmez burada durum böyleydi.

O yılın sonunda üniversiteye yerleştim. Gideceğim yeni şehirdeki ilk işim dinimi yaşayabileceğim, kendimi bu yönde geliştirebileceğim bir ortam bulmak ve orada kalmak olacaktı. Tercihim tabiiki Vakfın, üniversitenin olduğu ildeki şubesinde kalmaktı. Zaten başkasını bilmiyordum. Her nedense bu olmadı. Allah karşıma, daha sonra genç yaşta manevi şehid olacak bir akrabamı çıkardı. Onun vesilesiyle ilk defa cami haricinde bir ‘cemaat’le tanıştım. Risale-i Nur’la da ilk defa orada tanıştım. Milli Gençlik Vakfı gibi siyasî arka planı olan bir yerden gelip Nur cemaatine alışmak çok çabuk ve kolay olmadı tabii. Ancak ilk yılın sonunda kendimi az da olsa Nurcu hissetmeye başlamıştım. Ne de olsa Nurcular da ittihad-ı İslâm diyorlardı. Hatta yeni okumaya başladığım kırmızı kitapların bir yerinde ‘Azâmetli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sâhipsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır’ bile diyordu.

Dört yıl boyunca kaldığım Nur dershanelerinin çoğu birkaç kattan oluştuğundan, bir kat mutlaka mescid olurdu. Tüm vakit namazları, Ramazanda teravihler, biz öğrencilerin ve evlerinden gelen cemaat mensubu abilerin iştirakiyle bu mescidlerde kılınırdı. Kaldığım tüm dershanelerin yakınında cami olduğu halde bu böyleydi. Camilere yalnızca Cuma namazlarında, çok ihtiyaç olması halinde dershane dışındayken vaktin çıkması ihtimali olduğunda uğrardık. Bu benim hususi olarak tercih ettiğim bir durum değildi. Ama burada durum böyleydi ve biz de bu düzene sorgulamadan uyum sağlıyorduk. O camilerde namaz kılanlar kimdi? Biz kimdik? Neden oradakiler orada biz buradaydık? Hiç sorgulamadık.

Üniversite hayatım boyunca başka birçok cemaat daha tanıdım. Hemen çoğunun cami ile irtibatı bizimkine benziyordu. Hatta bazılarının Cuma namazlarını bile kendi yurtlarının mescidlerinde kıldığını biliyorduk.

Tatile memlekete geldiğimde oradaki Nur dershanesine de uğradığım olurdu. Bu uğramalardan birindeydi. İlk orada sorguladım. Neden o zamana kadar bunu yapmadım bilmiyorum. Bir gariplik hissettim. Bir yanlışlık vardı sanki. İçime sinmeyen bir şey. İkindi namazıydı sanırım. Dershaneye iki üç yüz metre mesafedeki koca camide ezan okunuyordu. Biz dershanede cemaatle kılacaktık namazı, camide başka bir cemaat bir safı bile dolduramadan bizden ayrı kılacaktı. Camidekiler niye buraya gelmiyor diye sormadım tabii. Asıl biz neden orada cemaatle değildik. Bu soruyu bir abiye sormadım, kendi vicdanıma sordum, sorguladım. Ne öylesine ne de böylesine kendimi tam ikna edebilecek bir cevap bulamadım. Ama o garip, tanımlayamadığım, burada bir yanlışlık var hissi, eksik kalan şey her neyse o, sonraki yıllarda da içimde cevabı verilememiş bir soru olarak kaldı.

Biliyordum; bu çözemediğim durum, namazımızın sahihliğine dair bir şey değildi. Camide de olsa, dershanemizin mescidinde de olsa namazı cemaatle kılıyorduk sonuçta. Namazdaki ciddiyetimizle ilgili bir durum da değildi bu. Başka bir şeydi.

Herkes kendi cemaatiyle kılıyordu namazını. Kimi tekkesinde, kimi cemaat evinde, kimi talebe yurdunda. Kimsenin kimseye minneti, ihtiyacı yoktu anlaşılan. Nasıl olsa herkes kendisine göre kurtulmuşlardandı. Camilerdekiler ise çoğunlukla ‘cami cemaati’ idi. Hiçbir cemaatin, tarikatin koruma kalkanı altında olmayan ‘sıradan’ müslümanlar.

Bugün farklı mı? Ocusu, bucusu, şucusu, hepimiz, namazlarımızın kaçta kaçını bütün mü'minlerin birliğini temsil eden camilerimizde, kaçta kaçını kendimize ait sözümona kurtuluşa erenlerle doldurulmuş tekkelerimizde, cemaat evlerimizde, yurtlarımızda kılıyoruz. Ah şu cumalar ve bayramlar da olmasa kendimizden başka kurtuluş ehli mü'minlerin de olduğunu hatırlamayacağız. Sonra da ittihad-ı İslâm diye, ümmet şuuru diye bağıracağız, mü'minlerin kardeşliğinden, parçalanmış zihinlerimizden ve kalblerimizden dem vuracağız. Yahu ne zihni ne kalbi diyesi geliyor insanın. En kolayı olduğu halde daha aynı şehirde aynı mahallede namazlarımızı ‘birlik’te camide kılamıyoruz. Ee yurdu, tekkesi, cemaat evi olmasın mı? Olsun kardeşim olsun. Ama mü'minler kendilerini oralara kilitlesinler, oralarda birbirlerine kurtuluşa en yakın kendilerinin olduğuna dair rivayetler nakletsinler, başka mü’minlere de, en iyi ihtimalle lütfedip bunlardan da ümit kesilmez nazarıyla baksınlar diye değil, hepimizi camide bir araya getirecek şuuru bize versinler diye olsunlar.

Her ne kadar genel kanı bunun siyasî bir manevra olduğu yönünde de olsa, Başbakan’ın Ayasofya ile ilgili soruları Sultan Ahmet’le geçiştirmesine, siyasî olduğunu bir an olsun unutup bir de buradan bakalım derim.

  16.06.2014

© 2021 karakalem.net, Oktay Gökkoca



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut