*Bu sayfa, gündelik hayatın içinde yüzyüze geldiğimiz, bir ders ve ibret boyutu taşıyan olayları paylaşmak üzere tasarlanmıştır.

 Bir Misyonerlik Öyküsü

YÜZ YIL KADAR ÖNCESİ... İslâm dünyası, şimdiye nazaran kat kat kara bir hâli yaşıyor. Müslümanların çoğunluğu teşkil ettiği toprakların üçte ikisi, yaban ellere geçmiş. Şimdiki Pakistan ve Bangladeş’i de içerir hâliyle koca Hindistan, İngiliz sömürgesi. O gün için, Hindistan’dan sonra en büyük Müslüman nüfusu barındıran Endonezya ise bir milyonluk nüfusuyla Hollanda’nın eline geçmiş durumda. Kuzey Afrika’nın büyük kısmına Fransa hâkim olmuş. İran ve Afganistan İngiliz kontrolünde. Orta Doğuda, Fransızlar ve İngilizler sömürgecilik yarışına çıkmış, ve Osmanlı sürekli toprak kaybediyor. Osmanlı, Balkanların neredeyse tamamını yitirmek üzere. O durumda ki, ufacık Balkan devletleri bile Osmanlıya kafa tutar hâle gelmişler. Öte yandan, Kafkasların tamamı Rusya’nın kontrolüne ha geçti ha geçecek. Orta Asya Müslümanları ise, Ruslarla Çinliler arasında sıkışıp kalmış halde.

Böylesi bir tabloyla yüzyüze yaşayan o günün mü’minlerine nasıl hüzün, endişe, korku, şüphe, tereddüt hâkim olmuş ise, aynı tabloyu keyifle seyreden Batılılar arasında ise ‘beklenen günün geldiği’ ümidi hâkim. İslâm’ın zuhur ettiği tarihte Arabistan yarımadasının batısına kadar hükümran olan, ama İslâm’ın ilerleyişi karşısında yüzlerce yıl sürekli geri çekilen; sırasıyla Suriye’yi, Mısır’ı, Mağrib’i, Anadolu’yu, Balkanlar’ı, daha da ilerisini elinden yitiren Hıristiyan Batı, bir ‘tarihî öç alma’ sevdasının doruğunda.

İşte böylesi bir zamanda, 1911 yılının Ocak ayında bir dergi yayın hayatına başlar: The Moslem World , yani ‘Müslüman Dünya,’ yahut ‘İslâm Dünyası.’ Derginin editörü, sözkonusu ‘tarihî öç’ün en ateşli isimlerinden biri; Arabistan yarımadasını Hıristiyanlığa döndürme sevdasıyla bu diyarda giriştiği misyoner faaliyetlerle tanınmış Samuel M. Zwemer’dir. Dergi, şu alt başlıkla başlar yayın hayatına: “Muhammedîler arasında vuku bulan olaylar ile, edebiyat ve düşünceye, ve Müslüman topraklarında Hıristiyan misyonlarının sergilediği ilerlemeye dair üç aylık dergi.”

Derginin yanlış duruşu, daha başlığı ve altbaşlığına yansımıştır esasında. ‘Müslim’e bedel ‘Moslem;’ daha da ötesi, ‘Muhammedîler.’ Müslümanlar, hâşâ, Hz. İsa’yı ilâhlaştıran ‘İsevî’ler misali Hz. Muhammed’i ilâhlaştırıyorlar izlenimi bırakan bir yakıştırmadır ‘Muhammedîler.’ Ve dergi, böylesi bir yanlış noktadan başlayarak, ‘Müslüman topraklarında Hıristiyan misyonerlerin sergilediği ilerleme’yi haber verecektir.

Dergi, bu ‘misyoner’ yaklaşımını, alt başlığında ihsas etmesinin ötesinde, ilk sayısının başyazısında açıkça ifşa eder. Derginin yayıncısı, Mısır, Kuzey Afrika, Sudan ve Arap Yarımadasındaki misyonerlik faaliyetlerinde yoğunlaşmış ‘The Nile Mission Press’ için, Hindistan’daki misyonerlik faaliyetlerini yürüten bir yayın ekibince yayınlanmaktadır ve ilk başyazısında, “İslâm dünyasına dair yeni bir dergiye gerek var mı?” sorusuna verdiği ‘evet’ cevabı için şu gerekçeyi ortaya koymaktadır: Mevcut dergiler (Fransızca Revue du Monde Musulman [1900], Almanca Der Islam [1903], ayrıca Encyclopaedia of Islam) yeterli değillerdir; zira ‘bilimsellik’ kaygısıyla hareket ettikleri için yeterince misyoner olamamışlardır. Bu yayınlar, ‘Müslüman sorunu’na—ifade aynen böyle— ‘İslâm’ın büyük sorunu’na karşı ‘dünyanın her yerindeki Müslümanları Hıristiyanlaştırma vazifesi’ni üstlenmeye muktedir değillerdir. Oysa, ‘Muhammedîleri İsa Mesih’in Kilisesine ve bu kilisenin misyoner programına yöneltecek’ bir yayın zarurîdir. The Moslem World’ün hedefi, budur işte: ‘Müslüman sorununun gerçek çözümü, yani Müslümanların Hıristiyanlaştırılması.’

BÜYÜK UMUTLAR

The Moslem World’ün bu ilk sayısının ilerleyen sayfalarında, ‘bilimsel’ görünümlü yazılar vardır. Yanısıra, 1910’da Almanya’da ve İngiltere’de yapılan iki ayrı misyonler konferansından ayrıntılı notlar görürüz. Bu ilk sayının en ilginç tarafı ise, Müslümanları Hıristiyanlaştırmak için şartların olgunlaşmış olduğu düşünülen bu tarihte dahi, zahiren zayıf düşmüş gözüken İslâm’ın özellikle Afrika’da sergilediği ilerlemenin getirdiği hayıflanmalardır. Afrika’da İslâm ‘hızlı ve kalıcı’ bir ilerleme sergilemektedir. Buna karşılık, “Biz İslâm’ın Afrika’daki ilerleyişini durdurmakla kalmayıp, Afrika’daki Müslümanları Mesih için kazanmak zorundayız. Ve, İslâm’ın kuzeydeki (Mağrib ve Mısır) temelleri sarsılıp yıkılıncaya kadar, Orta Afrika’da kurulması muhtemel Hıristiyanlık mütemadiyen İslâm’ın saldırılarına maruz kalacaktır.” Derginin ilk sayısından öğrendiğimiz üzere, Edinburgh’ta 1910 yılı yazında toplanan Dünya Misyoner Konferansı raporunda, Türkiye hakkında şu satırlar vardır: “Türkiye’nin farklı kısımlarındaki misyonerler, Muhammedîlerin Hıristiyan toplantılarına katılmaya istekli olduğunu bildiriyorlar. ... Aynı şey, İran Müslümanları için de söylenebilir.”

İlgili raporlardan anladığımıza göre, Müslümanları Hıristiyanlaştırmak için öne sürülen teklifler epeyce muhteliftir: ‘İslâm’ı ehlîleştirme,’ ‘İslâm’ı modernleştirme,’ ‘Hıristiyanlığa döndürülmüş Müslümanların listesini hazırlayıp’ bunu bir psikolojik yıldırma unsuru olarak kullanma, ‘İslâm dünyasındaki misyonerlik bölgelerinde okullar açma,’ ‘hastaneler açıp bunları misyonerlik için kullanma,’ vs. vs.

Bu değerlendirmelerin arkasından, Durham piskoposunun İslâm dünyasındaki misyonerler için hazırladığı bir duayı görürüz derginin sayfaları arasında: Allah’tan, ‘gözü günahla körleşmiş’ Müslümanları Hıristiyanlaştırmasını isteyen bir dua... Bu dua, içeriğiyle, Bedir Savaşı öncesinde Ebu Cehil’in Kâbe duvarına yaslanıp ettiği duayı hatırlatır insana.

Derginin tuttuğu yol, ilk sayısıyla, besbellidir: ya doğrudan Müslümanları Hıristiyanlaştırmak, ya da İslâm’ı Hıristiyanlığa benzetmek!

Nitekim, ikinci sayı da, bu düşüncenin ürünü olan yazılarla doludur. Meselâ, başyazı, Hıristiyanlık harici dinler arasında, İslâm’ı bir istisna olarak görür. Diğer dinler, ‘yalnızca Hıristiyanlık-harici’ dinler iken, İslâm ‘yegâne Hıristiyan-karşıtı din’dir. Onun da, ‘bir reform geçirerek Hıristiyan ahlâk ve medeniyetine yakınlaşması’ gerekmektedir. Gelin görün ki, Karl Meinhof’un kendi yazısında yakındığı üzere, o sıralar “Avrupa kıt’asında sürekli geri çekilen, gücünü ve etkisini mütemadiyen yitiren İslâm, bu kez Afrika’da dikkate değer, hatta müthiş bir ilerleme göstermektedir.” Yani, İslâm’la baş etmek pek kolay olmayacak gibidir. Nitekim, aynı yazarın belirttiği üzere, İslâm dünyasındaki misyonerler ‘fiiliyatta kendilerini çaresiz bulmakta’dırlar. ‘Muhammedîleri Hıristiyanlaştırmanın mümkün olmadığı inancı’ neredeyse bütün misyonerleri etkisi altına almış gibidir. “Bunun sonucu, misyonerler Muhammedîlerle temastan kaçınmaktadır.” Ama, pes etmemeyi önerir Meinhof: Kur’ân’ı, hadisi ve İslâm tarihini iyi bilen ‘özel misyonerler’ yetiştirilirse, göl maya tutabilir!

Derginin üçüncü sayısının başyazısında, ‘Muhammedî dünyanın üç başşehri’nden söz edildiğini görürüz. “Mekke kalbi, Kahire kafası, İstanbul elidir İslâm’ın. İslâm dünyasının o şaşırtıcı dayanışması, bu üç şehrin kaynaştırıcı kozmopolit etkisiyle doğrudan ilgilidir. O halde, bu üç şehir düşerse, İslâm âlemi Hıristiyanlığa karşı dayanıp direnemez. Ne ki, Mekke’ye nüfuz etmek—bu şehre ancak Müslümanlar girebildiği için—mümkün değildir. Dolayısıyla, misyonerler İstanbul ve Kahire’ye odaklanmalıdır.” Ki, aynı sayıda yazan Henry O. Dwight, bir gün Hıristiyan şehrine dönüşeceğini umduğu İstanbul’da yürütülen misyoner faaliyetlerine dair bilgiler vermektedir.

1911 yılının son sayısında ise, derginin editorü S. M. Zwemer’in “İslâm Dünyasına Dair Genel Bir İnceleme” başlıklı çok uzun bir yazısını okuruz. Yazar, Fas’tan İran’a, Mısır’dan Çin’e, Ekvator Afrikası’ndan Hindistan ve Java’ya, İslâm dünyasının genel bir değerlendirmesini sunar. Vâkıa, her bir yerde Müslümanların farklı bir geri çekilme/çöküş tecrübesi yaşıyor olmalarıdır. Müslümanlar, bu çöküntüye karşı ancak Hıristiyanlaşmakla deva bulacaklardır. Gelin görün ki, aynı sayıda bir başka yazarın belirttiği üzere, “Muhammedîlerin İsa Mesih’e Rableri ve Kurtarıcıları olarak inanmalarını sağlamak, Hıristiyan kilisesinin en zor görevidir.”

Yine aynı sayıda, bütün çöküntü tablosuna rağmen İslâm’ı seçenlerin artması gibi, misyonerlerin asla çözemediği bir gelişmenin yeni bir veçhesinden haberdar olur insan. Dergide yer alan, Habeşistan’a dair bir habere göre, 1860’ta tamamı Hıristiyan Mensa kabilesinin şimdi üçte ikisi Müslüman olmuştur. Çoğunluğu Hıristiyan olan Bogos kabilesinde elli sene önce az sayıda Müslüman varken şimdi durum ‘yarı yarıya’dır. Elli sene önce yarısı Müslüman olan Bet Guk’un şimdi tamamı Müslümandır.

KIRIK HAYALLER VE HAYAL KIRIKLIKLARI

The Moslem World’de seneler böylece geçer. Her sayıda yeni hayaller ve de yeni hayal kırıklıkları arz-ı endam eder. Böylece 1917’ye gelinir ve bu tarihte derginin sponsoru değişir. Dergi artık Amerika merkezli bir misyoner kuruluşun elindedir. Ama yayın kadrosu aynı kalacaktır.

Bu minvalde, İslâm dünyası muazzam altüst oluşlar yaşar. Osmanlı devleti, kaybettiği Birinci Dünya Savaşından sonra neredeyse tamamen işgale maruz kalır; sonuçta, dünya üzerinde bağımsız Müslüman diyarı neredeyse hiç kalmaz. Batının silahlı ordularıyla birlikte, ordu kalabalığında misyonerler de İslâm dünyasının dört bir tarafında iş peşindedir. Ama, ‘şartların olgunluğu’na karşılık, bekledikleri meyve bir türlü ağızlarına düşmez. Her yeni sene, muazzam bir parasal destekle gerçekleşen misyoner faaliyetleri için yeni bir hayal kırıklığı bilançosu çıkarır.

Yine de, büsbütün ümitlerini yitirmiş değildir misyonerler. Meselâ Türkiye için, Osmanlı devletinin yıkılıp TC’nin kurulması, bir ümit aşısı gibidir onlar açısından. Derginin Nisan 1924 sayısına “Tarsus’tan Gördüğü Türkiye”yi yazan Paul E. Nilson şöyle yazar meselâ: “Mustafa Kemal Paşa Türkiye’nin Devlet Başkanıdır, ve biz misyonerler artık şimdiye kadar Türkiye imparatorluğuna hükmeden otokratik monarşik bir hükûmetin sultası altında değiliz.”

1924 yılının ilk sayısındaki başyazı da, benzer ümitleri dillendirmektedir zaten. Müslümanları eğitim faaliyetleri üzerinden Hıristiyanlaştırmayı hedefleyen ‘The American Board’un Türkiye faaliyetlerine dair yazıda ise, ‘yüzyıllık bir çabaya rağmen pek bir sonuç alınamadığı’ itirafı vardır. Ama, “Geçmişte uğranan bu aşikâr başarısızlığın rağmına, yılmaz misyonerler hâlâ daha günün birinde Türklerin Hıristiyanlığı kabul edebileceği ümidine sımsıkı sarılmış bulunuyorlar.” Sultan’ın tahttan indirilmesi, hilafetin ilgası, Amerikalı profesör John Dewey’in eğitimi laikleştirmek için Columbia Üniversitesinden Türkiye’ye davet edilmiş olması, bu bakımdan, ümit verici gelişmelerdir: “Bu son derece derin ve esaslı değişimlerde, Türkiye’deki misyonerlerimiz Türk halkının aklına ve kalbine yeni bir yaklaşım için harika bir fırsat görüyorlar. Eski metodların safdışı edilmesi gerekmekle birlikte, hâlihazır fırsat gözardı edilmemelidir.”

Ve üç sene sonrası... Sene 1927. Derginin Nisan 1927 sayısında Wm. Sage Woolworth, Jr. imzasıyla, “Bugünkü Türkiye’de Müslüman Zihni” başlıklı bir yazı göze çarpar. Yazar, “Günümüz Türkiye’sinde Kur’ân’ı ve sünneti takip etmek isteyen bir Müslüman, kendini gerçek zorluklarla yüzyüze bulur” der ve İslâmî hayatın önüne konan yeni engellerden bir ‘ümit ışığı’ çıkarır: Aslında Türkiye’nin aradığı şey Hıristiyanlıktır ve bir gün bunu bulacağına inanmak için yeterince sebep mevcuttur!

Çok geçmez, 1928 yılına gelinir. Bu yılın Temmuz sayısında, ‘Türkiye’de dinsel hoşgorü sorununu ortaya çıkaran talihsiz bir vak’a’dan söz eder dergi: “Okullarda dinî propaganda yasaklanmış bulunuyor.” Bahsi edilen, elbette İslâmî tebliğ değildir, bu yöndeki yasağı The Moslem World daha önceden etekleri zil çalarak duyurmuştur. Şimdiki yasak, Hıristiyan propagandasına dairdir. Bursa’daki Amerikan misyonerlerinin gözetimindeki bir lisede dört kız öğrencinin Hıristiyan olduğu haberi Ankara’yı harekete geçirmiş, okul kapatılmış, öğretmenler sorguya tâbi tutulmuştur. Benzer şeylerin diğer okullar için de gerçekleşmesinden korkulmaktadır. ‘Türk’ün hoşgörüsüzlüğünü’ gösteren, ‘üzüntü sebebi’ bir olaydır bu.

Aynı sayıda, “Müslümanları Hıristiyanlaştırma Çabasının Bedeli” başlıklı bir yazı da vardır. Bu yazısında “Müslüman dünyayı Hıristiyanlaştırmak, kolayca edilecek bir lâf değildir” demektedir H. J. Lane Smith. “İslâm, Hıristiyanlıktan sonra zuhur etmiş dinler içinde yegâne büyük dindir.” Kendisi bir misyoner olarak Hindistan’da bulunan yazar, ‘gayrimüslim nüfusun Hıristiyanlaşmasında kaydedilen gelişmeler’e karşılık, Müslümanları Hıristiyanlaştırmanın imkânsızlığı karşısında şaşkınlığa düşmüş haldedir. Bu uğurda, hem özeleştiride bulunur, hem yeni taktik önerileri getirir. Müslümanların günde beş kere namaz kılıyor olmaları, yazarı hayrete sevkeden ve onların dinlerine duydukları saygı, coşku ve sadakatin derecesini gösteren bir ölçüdür. “Müslümanlar kadar ibadet hâlinde olan kaç Hıristiyan var? Haydi bırakalım günde beş defa ibadeti; üç defa, onu da geçelim, yalnızca bir defa?” O halde? Gün ortasında, meselâ öğleyin 12’yle 2 arasında kısa bir ibadeti bütün Hıristiyanların alışkanlık hâline getirmesinde, misyonerlik faaliyetleri açısından fayda vardır! Yazara göre, sadece böyle bir ibadet başlatmak da yetmez “Bu ibadetin hâli ve şekli de gözardı edilmemelidir.” İslâm dünyasındaki Hıristiyan misyonerlerin, başlatacakları bu ibadette ‘Müslümanların namazda gösterdiği derecede bir adanmışlık’ sergilemeleri gerekir.

Aynı sayıda, Kahire’den yazan S. A. Morrison da özeleştiride bulunmaktadır. “Müslüman Topraklarında Yeni Gelişmeler” başlıklı yazısında, “Müslüman topraklarındaki en büyük engel, Hıristiyanlığın, emperyalist ve saldırgan Hıristiyan âlemiyle, yurtseverlikten uzak yerli Hıristiyan azınlıklarla, Haçlı Seferleriyle, ırkıyla mağrur İngiliz yöneticilerle, keyfe ve maddî başarıya düşkün bir Avrupa’yla birlikte anılır halde olmasıdır” der Morrison. “Diğer itikadlar yıkılıp giderken, İslam hâlâ karşımızda duracaktır” tesbitinde bulunur ve ekler: “Haçı taşımak Hıristiyan topraklarında zor olabilir. Bu, Müslüman topraklarında çok daha zor.”

Aynı sayıda, Ernest Pye imzalı bir yazıda, Türkiye’de İslâmî hassasiyetin zayıflamadığı belirtilir. “Bizim boş, veya olsa olsa en fazla yarı yarıya dolu ve Pazar’dan Pazar’a koca bir hafta kapalı kiliselerimize karşılık, camilere baktığımızda, büyük bir zıtlık görüyoruz. Camiler günde en az bir kere ağzına kadar doluyor, bayram günlerinde ise cemaat sokaklara taşıyor. Müslümanlar Hıristiyanlara ibadetsiz bir topluluk nazarıyla bakıyorlar genellikle. İbadetine düşkün bir Müslüman ibadetsiz gördüğü bir topluluğu kaale alır mı hiç?”

YİĞİDİ ÖLDÜR, HAKKINI YEME!

Hıristiyan misyonerlerin ‘Müslümanları Hıristiyanlaştırma’ yolunda her sene yaşadıkları yeni hayal kırıklıklarından sonra başlardaki ümidin yerini özeleştiri ve sorgulamanın aldığını gösteren böylesi yazıların eşliğinde 1938 yılına geliriz. Bu yıl, The Moslem World’un bir kez daha el değiştirdiği yıldır. Dergi, bundan böyle, dünya çapındaki misyoner faaliyetleri için eleman yetiştirmek üzere 1834’te kurulmuş Hartford Seminary Vakfına aittir artık. Bu haberi duyuran başyazısında, Hartford Seminary’nin önemli isimlerinden, Prof. Duncan B. Macdonald, “Geçmişte Hıristiyan mesajıyla İslâm’a yaklaşanların büyük kısmının İslâm hakkında çok az bilgi sahibi olduğunu dürüstçe ifade etmemiz gerekir” demektedir. “Otuz yıl önce, İslâm’ın Hıristiyan Kilisesininki kadar gerçek ve geniş bir teolojik literatüre ve diri bir teolojik ilerlemeye sahip olduğu gerçeğinin cahili o kadar çok misyoner vardı ki...”

Macdonald’ın belirttiğine göre, dergi ‘misyoner hedef’ten vazgeçmiş değildir gerçi. “Derginin nihaî hedefi hâlâ daha Müslümanların kalblerini ve akıllarını Mesih gerçeğine yöneltmektir,” ama artık bunu İslâm’a karşı kör ve cahil bir surette yapmayacaktır. The Moslem World, yirmiyedi sene sonra da olsa, İslâm’ın öyle bir çırpıda harcanıp geçilecek bir din olmadığını anlamış durumdadır.

Hartford Seminary adına derginin ortak editörü olan Edwin E. Calverley’in aynı sayıda yazdığı “İslâm: Bir Yorum” başlıklı uzun makale, bu bakımdan, önemli ve anlamlıdır. Calverley, hayatın her alanına nüfuz eden İslâm’ı kolayca bir insanın hayatından çekip almanın imkânsızlığına dikkat çekmekte, İslâm’ın kılıçla yayıldığı gibi ucuz tezleri de bırakmak gerektiğini söylemektedir. İslâm dini Yahudi ve Hıristiyanlara zımmî statüsü tanıdığına, zımmîleri din değiştirmeye zorlamak ise İslâm’a aykırı olduğuna göre, durumu daha soğukkanlı değerlendirmekte fayda vardır: “Hayata dair bütüncül bir yol olarak İslâm’ın başka herhangi bir dinî bağlanma biçiminden daha güvenli ve cazip olduğunu kabul etmeliyiz.”

YİĞİDİ ÖLDÜREMEZSİN DE!

Yıllar böylece geçer gider. Arada, derginin Temmuz 1945 sayısına yazan J. V. Moldenhawer gibi, “Misyonerlerimiz, bu çağın manevî Haçlılarıdır” diyenler de çıkar; ama artık, ‘İslâm’ın belini bükmenin, mümkün gözükse de, pek kolay olmadığı’ tezi genel kabul görmüş haldedir.

Nitekim, 1947’ye gelindiğinde, dergi bu anlayış içinde isim ve kabuk değiştirir. Otuzyedi senedir derginin editörlüğünü yürüten Samuel M. Zwemer, bu görevinden ayrılır. 1938’den beri editörlükte ona ortak olan Edwin Calverley derginin tek editörüdür artık. Dergi, 1947 yılının son sayısında, 1948’den itibaren, The Muslim World olarak çıkacağını duyurur. ‘Moslem’le birlikte, bir diğer yanlıştan, ‘Muhammedîler’ yanlışından da vazgeçilir. Bunlardan da önemlisi, otuzyedi yıldır derginin altbaşlığında yer alan, ‘Müslüman topraklarında Hıristiyan misyonlarının sergilediği ilerlemeye dair’ ibaresinin çıkarılmasıdır. Zira, ortada haberi verilecek bir ilerleme olmamıştır zaten! Gerçi, bu tarihten sonra da, dergide, Müslümanların günün birinde Hıristiyan olacağı ümidiyle yazılan yazılar da, yaşanan hayal kırıklıkları ile ‘bu işi Allah’a havale eden’ dualar da yayınlanır bir süre. Ama dergi İslâm gerçeğine karşı kör bir misyoner dergisi olmaktan, ‘akademik ağırlıklı bir misyoner dergisi’ne dönüşür en azından. Editör Edwin E. Calverley, İslâm’a dair yalan yanlış bilgilere derginin kapılarının kapalı olduğunu bildirir şimdi. Buna karşılık, üniversitelerdeki İslâm’la ilgili derslerde kullanılabilecek, doğru bilgiler içeren güçlü ve bilgilendirici makaleler yayınlayacaklarını duyurur.

Gerçekten de, ellili ve altmışlı yıllarda, dergi bu kimliğiyle temayüz eder. Bir Hıristiyan seminerinin çıkardığı, misyonerlik boyutu da olan bir dergi olmakla birlikte, giderek İslâm’a dair akademik bir dergi hâline gelir. Bu zaman zarfında, yüz küsur senedir ‘Hıristiyanlaşacağı’ ümit edilen İslâm âleminden ümit kesmeyi gerektiren gelişmelerin yanısıra, Batıda çoğunluğu Hıristiyan olan insanların İslâm’a yönelmeye başlaması gibi ters bir gelişme zuhura başlar. Bu çerçevede, 1970’de dergi bir kez daha kabuk değiştirir. Bu, altbaşlığından da anlaşılabilir bir durumdur: ‘İslâm araştırmalarına ve geçmişte ve bugün Hıristiyan-Müslüman ilişkilerine adanmış bir dergi.’

Derginin dört ayrı editörü vardır artık. Dördü de, İslâm’a bakışları önceki kuşak oryantalistlere göre daha ılımlı ve ‘daha az misyoner’ isimlerdir. En önemlisi, dergi, İslâm hakkında doğrudan Müslümanlarca yazılmış makalelere ciddi bir yer vermeye başlamıştır.

Muhtevada zaman içinde gerçekleşen bu değişim, dergiye gün geçtikçe daha bir akademik ciddiyet ve ağırlık kazandırdığı gibi, 1979’daki İran Devriminin ardından Batıda İslâmî araştırmalara yönelik ilginin artışıyla birlikte prestij ve güç de kazandırır. Bu arada, ‘derginin misyoner geçmişi’ni ihsas eden son önemli işaret olarak, kapak grafiği içinde yer alan haç figürü, 1990 yılında kaldırılır. Onun yerinde, bir dünya resmi vardır artık.

1992’de ise, ateşli bir misyoner dergisi olarak 1911 yılında yayın hayatına başlayan dergi, tabir yerindeyse, radikal bir değişim geçirir. Derginin tarihinde ilk kez, bir Müslüman bilim adamı, editörler arasında yer alır. 1970’lerden beri derginin editörlüğünü yürüten Willem A. Bijlefeld, Wadi Z. Haddad, David A. Kerr’in yanında İbrahim M. Abu Rabi’ de The Muslim World’un editörü olur. İki sene sonra ise, W. Bijlefeld dergiden ayrılır, İbrahim Abu Rabi’nin editör, Kerr ile Haddad ise yardımcı editör olur. 1996’da, dergi yine künye değiştirir. Bu kez, bir başka Müslümanın ismini, Suharto sonrası dönemde Endonezya’nın Dışişleri Bakanı olacak olan Alvi Şihab’ı ‘yardımcı editör’ olarak görürüz.

Ve 1900’lerin sonuna gelindiğinde, bu yüzyılın başlarında, 1911 yılında ‘Müslümanları Hıristiyanlaştırma’ ümidi ve ‘Müslüman topraklarında Hıristiyan misyonlarının sergilediği ilerlemeye dair’ bilgi verme düşüncesiyle kurulmuş dergi, ‘talihin ters dönüşü’ne dair bir başka gelişme yaşar. Bu gelişme, sembolik olarak, daha önceki tüm gelişmelerden çok daha anlamlıdır. Alvi Şihab’dan sonra derginin yeni yardımcı editörü olan Dr. Ingrid Mattson, Kanadalı bir muhtedidir esasında. 90’larda Chicago Üniversitesinde İslâm araştırmaları bölümünde doktorasını tamamlamış bulunan Mattson, 80’li yılların sonunda İslâm’ı seçmiş bir hanımdır ve yardımcı editörlüğünü yürüttüğü The Muslim World’ü yayınlayan Hartford Seminary’de de tesettürüyle ders vermektedir.

Bu şekilde, özellikle son on yılda, İslâm hakkında yarıdan fazlası doğrudan Müslüman ilim adamlarınca yazılmış yazıların yer aldığı bir kıvama ulaşacaktır dergi. Yola koyulduğu tarihten başlayıp neredeyse yarım yüzyıl devam eden ‘misyoner’ yaklaşımının yerinde ise, artık yeller esmektedir.

İşte, bugün İslâm hakkındaki en saygın akademik yayınlardan birinin, The Muslim World’ün doksan yıllık serencamından ilginç satır başlıkları...

Ne dersiniz? ‘İslâm ülkelerindeki misyonerlik faaliyetleri’ni konuşmakla mı meşgul olalım hâlâ; yoksa, The Muslim World’ün doksan yıllık serencamından aldığımız ümitvar dersle, işimize mi bakalım?

  02.01.2004

© 2021 karakalem.net, İsmail Örgen



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut