Arşiv

 XIII. Altın Renkli Metalik Chevrolet

ARALIK AYININ BAŞLARINDA Türkiye’de havalar soğumaya başlar. Ülkenin her tarafında yaşı gelmiş genç erkekler, mecburî askerlik vazifelerini ifa için yola koyulurlar. Askerlik vazifesi, erkek vatandaşları, dinî bir ayinden daha etkili bir tarzda, istikrarı koruyan askerî müesseseye bağlıyor. “Biz devletiz” sözü, daima ordunun gizli ve perçinleşmiş bir iddiası olagelmiştir. Ülkenin bir ucundan öbürüne uzanan otobüs ve tren istasyonlarında toplanan gençlere ve ailelerine, gururlu bir geleneğe iştirak ettikleri anlatılır. Askerlik vazifesine başlamak, partizanca politikaların kirliliklerine bulaşmamış, parlementer demokrasinin çöküntü ve girdabından uzak bir kuruma nüfuz etmek olarak algılanır.

Anadolu’daki son seyahatim için İstanbul otogarından, Isparta’ya giden otobüse binerken, dışarıda tatlı bir yağmur çiseliyordu. Otobüs istasyonu asker adayları ve aileleriyle dolup taşmıştı. Kalabalığın öbür ucunda davul ve zurna çalan iki kişi vardı. Otobüsü kuşatan kalabalıktan, koro halinde, bir ses çıkıyordu. “En büyük asker, bizim asker” diye çevirdi, yol arkadaşım, onsekiz yaşındaki Avustralya doğumlu Kerem.

Türkiye’de cesurluk narası sadece laftan ibaret olmadığı gibi, askerlik yapmak da bir formaliteden müteşekkil değil. Ailelerine veda eden bu gençlerden herhangi biri, Kürdistan dağlarında ölümle tanışabilir. O sırada, birkaç ay önce İstanbul’da karşılaştığım bir genci hatırladım. Askerlik yaparken bir çatışmada silah arkadaşının ölümüne şahit olan bu genç, olayı anlatırken birden gözyaşlarına boğulmuştu. “Orada ne işimiz vardı bizim?” diye sormak istiyordu. Onun söyledikleri, bütün Türk askerlerinin hissiyatına tercümandı: korkan genç erkekler kendi insanını öldürmek için aldığı emrin nedenini bilmiyordu. Belki de, bu emrin nedenini sadece merkezdeki birkaç komutan biliyordu. Askerlik bir itaat makinesi olduğu için, ölüm pahasına da olsa, söylenileni yapmak gerekirdi.

Şoför kornaya basıp otobüsü harekete geçirdi. Ağlamaktan gözleri kızaran kalabalık arasından yavaş yavaş ilerliyorduk. Son durağımız olan Isparta, ülkenin önemli askerî eğitim merkezlerinden biriydi. Kalabalık içindeki annelerin, kız kardeşlerin ve kız arkadaşların elleri otobüsün camlarına uzanıyordu. Biraz ötede, omuza kaldırılmış erkek çocuklar el sallıyordu. Otobüs hızlanarak anayola girerken, davul ve slogan sesleri azalarak nihayet buldu. Yola koyulduğumuzda, asker adaylarının başları öne eğilmişti. Gelen şafakla birlikte, kalın asker elbisesi altında, keskin komutlarla çalışan bin yıllık askerî disipline dahil olacaklardı.

Kerem’le benim için uyku zamanı değildi. Bugünün erken bir saatinde Prof. R.’den bir telefon almıştım. “Genç bir delikanlı, Isparta ve civarına yapacağın seyahatinde, sana eşlik edecek. Bu genç, sana her konuda yardımcı olacak” diye bana teminat verdi. Türkiye’ye kendi dinî mazisini aramak için gelen onsekiz yaşındaki bu genç, Prof. R için bulunmaz bir eleman olmuştu. Batıda yetişmesine rağmen, Batılı gençlere pek benzemiyordu. Batıda, genç denildiğinde, çevrilen filmlerin, bestelenen müziklerin, piyasaya sürülen soğuk içeceklerin ve üretilen modaların hedefi bir tüketim topluluğu akla geliyor. Zeki, nazik ve ne söylediğini bilen Kerem, boynunda gevşek bağlanmış kravatı ve elinde çantasıyla yolculuğa çıkarken, etrafına tebessüm dolu bir yüzle neşe saçıyordu. Genç biri olarak, Batının sefahet dolu yaşam tarzı ile Nur hareketinin mütevazi yaşantısı arasındaki ilişkileri araştırırken, şamataya vakti yok gibiydi. O, bundandır ki, maneviyat üzerine yoğunlaşmıştı. Bir kenara bıraktığı nefsanî arzuları, onun için en ciddi tehlikeydi. Büyük bir köpekbalığının gemiyi alaşağı etmesi gibi, nefsine hitap eden dünyevî tehlikeler, her an onu da tuzağa düşürebilirdi.

Otobüs, 1999 yılında yerle bir olan İzmit Körfezi boyunca uzanan kirli sanayi kentleri arasından geçen İstanbul-Ankara yolunda ilerlerken, Kerem bana hayat hikâyesini anlattı. Bu, onun Türkiye’ye ikinci gelişiydi. Bundan altı yıl önce, Nurcu olan babası tarafından bir medreseye devam edip hafız olması için gönderilmişti. Ancak, bu teşebbüs başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Sıla hasreti ve geldiği çevreye alışamamak gibi nedenlerle, Kerem Sydney’deki ailesinin yanına geri döner. Yarım bıraktığı bu teşebbüsünü kendi rızasıyla tamamlamak üzere tekrar Türkiye’ye gelmişti. Sanırım, turist rehberlerinde gülsuyu merkezi olarak hakkında kısa bir bilgiden öte birşey olmayan Isparta’ya gidişimde bana rehber olacağını pek tahmin edemezdi.

Niyet farklı da olsa, ortak olan nedenlerle Isparta ikimiz için de ideal bir ziyaret yeriydi. Said Nursî, hapis ve sürgünden müteşekkil zor hayat şartları içinde, ömrünün son yıllarını bu küçük şehir ve civarındaki beldelerde geçirmişti. Burası, başka bir boş mezarla karşılaştığım ikinci şehirdi.

* * *

BEDİÜZZAMAN, 17 NİSAN 1923 tarihinde, Ankara tren istasyonundan Anadolu’ya hareket eder. Varacağı son durak, sevdiği Van şehri olacaktı. İstasyona giderken, ona Büyük Millet Meclisinden birkaç milletvekili ile birlikte, Mustafa Kemal bizzat eşlik eder. İkisi, sert bir üslupla fikir alışverişinde bulunurlar. Ülkedeki mutlak hâkimiyetini kısa bir süre sonra perçinleştirecek olan Mustafa Kemal, din alimi olan Nursî’ye heykeller hakkındaki fikrini sorar. Said, Kur’ân idollere hiç yer vermediğini belirterek, “Müslümanların heykelleri hastaneler, okullar, yetimhaneler, camiler ve yollardır”164 diye cevap verir. Bu sözlerinden sonra, vagona atlayarak, siyasetle meşgul olduğu eski yaşam tarzını geride bırakıp, milletin imanını kurtarmak üzere yeni bir hayata doğru yolculuğa çıkar. Bu sefer ile birlikte Eski Said’i geride bırakır ve Yeni Said’e ulaşır.

Harap ve bitap durumdaki Van, âdeta onun o günkü ruh haline ayna olmuştur. Burada bir mağaraya çekilir. Sadece Cuma günleri, halka hutbe vermek için şehrin merkez camisine gelir.

Olaylar kısa bir süre sonra onu da etkiler. Dua, tefekkür ve tebliğden müteşekkil hayatı, Şeyh Said olayıyla birlikte, dumura uğrar. 1925 yılında Nakşibendî şeyhi [Palu’lu] Şeyh Said öncülüğünde, Güneydoğu Anadolu’da, Kürtlerin katıldığı bir ayaklanma başlar. Hugh Poulton, keskin zekasıyla, olanları şöyle anlatır: “Bir ulusal başkaldırı olmaktan ziyade, din ve aşiret kaynaklı olan Şeyh Said isyanına katılanlar, Kemal’in yeni ekibinde yer alanların büyük çoğunluğunun İslâmî kimliklerine itimat ederdi.”165

İsyana liderlik yapan Kürt mollalardan birçoğu, Bediüzzaman’a gelerek, onu Ankara hükûmetine karşı silahlı direnişe davet ederler. Kürdistan, bir kez daha, kaynayan kazan gibiydi. Saygın insanlar, at, silah ve mühimmat biriktirmeye gayret gösteriyordu. Gerçi İslâm bayrağı altında, meşruiyetini kaybeden Sultan’ın yönetimine karşı mücadele vermişlerdi; ancak şimdi dinlerini ellerinden almak için kendilerine tuzak kurulduğunu algılıyorlardı. Ankara’daki Cumhuriyet idarecileri ise, isyancıları, Lozan’dan hoşnut olmayan İngilizlerle işbirliği yapmakla suçluyordu.

(İngilizlerın Şeyh Said isyanında rol oynadıklarına dair çok az döküman bulunabildi; ancak Londra, bu olayla, yeni şekillenen Türk devletini zayıflatmayı düşünmüş olabilir. Gerçi Avrupa devletleri Osmanlı’yı tarihten tamamen silmeyi arzulamışlardı. Bu mümkün olmayınca, zayıf bir İstanbul yönetimini Ankara’daki hükûmete tercih etmeleri olağandı.)

Bediüzzaman üzerindeki baskılar gittikçe artıyordu. Şeyh Said bizzat ona bir mektup yazar ve kesin zaferle neticelenecek bu harekete katılmasını ister. Bediüzzaman kısa ama net bir cevap verir:

“Türk milleti asırlardır İslâm’ın bayraktarlığını yapıyor. Birçok evliya ve şehid yetiştirmiştir. Böyle bir milletin evlatlarına karşı kılıç çekilmez. Biz müslümanız. Müslümanlar kardeştir. Kardeş kardeşle savaşmaz. Böyle bir savaş şeriata uygun değil. Kılıç harice karşı çekilir, dahilde istimal edilmez. Bizim için tek kurtuluş yolu Kur’ân ve iman hakikatlarını yaymakla mümkün olur. Bizim için en büyük düşman olan cehaletten bu şekilde kurtulmuş oluruz. Bu teşebüsünüzden vazgeçiniz, zira akim kalır. Birkaç haydut yüzünden binlerce masumun canına kıymak ihtimali vardır.”166

Mektup, Yeni Said’in yaşadığı değişimin öz ve beliğ bir ifadesiydi. Acaba Abdullah Öcalan, Kürdistan’ın en aydın mollasının bu sözlerine kulak vermiş olsaydı, bölgede M. Kemal’in varisleri olan generaller tarafından yürütülen onbeş yıllık yıkım operasyonları vuku bulacak mıydı? Şeyh Said Bediüzzaman’ın uyarılarını dinleseydi, Kürtlerin akibeti daha az trajik olabilirdi. Öcalan ve Şeyh Said’in ortak yanları, katı inatlarıydı. Zafere ulaşacaklarından emin bir tavırla isyan hareketini başlatmışlardı. İki seferinde de sonuç, hem Kürtler hem de Türkiye için trajik olacaktı.

İsyan, Şubat 1925 tarihinde patlak verdi. Bu, Mustafa Kemal için bulunmaz bir fırsat idi. Bir ay sonra, bu bahane ile sözümona ‘İstiklal Mahkemeleri’ kuruldu. Süper yetkilerle donatılan bu mahkemeler, bir avuç insanın bildiği siyasî maksatları gerçekleştirmek için kullanılacaktı. Çok geçmeden, başka bir yasa ile tarikatlar yasaklandı, tekke ve zaviyeler kapatıldı. “Bu şekilde yerel halk kültürleri yok edilip, onların yerine ulusal bir kültür aşılanacak ve ülke çapında ortaya çıkması muhtemel tepkisel alternatif güç şebekesinin önü alınacaktı.”167

Din, geçmişte iç ve dış düşmanlara karşı mücadele etmek için birleştirici bir unsur olmuştu. Şimdi ise, onun yerini Türk milliyetçiliği ve katı sekülerizm karışımı bir unsur almıştı. Said Nursî’nin isyana karşı tavrı dahi Cumhuriyet idarecileri tarafından tatmin edici bulunmamıştı. Onlar, bölgenin önde gelen alimlerini ve kabile reislerini Batı Anadolu’ya sürgüne göndermeye başladılar. Bir müfreze alayı da Said’i yakalamak için dağda ikamet ettiği mağaraya gider. Olayı duyan talebeleri, hemen etrafında toplanarak, emir buyururlarsa gelen askerleri etkisiz bırakacaklarını söylerler. Said, direnişi tercih etmez ve kendi rızamla gidiyorum diyerek Van’a dönmek üzere jandarmalara eşlik eder. Oradaki yüksek okulda toplatılan yüzlerce kişi ile birlikte, bazen yürüyerek ve bazen de kızağa binerek yüksek Anadolu’nun karlı tepelerinin üzerinden batıya gönderilir.

Kasaba kasaba dolaştırılan sürgün ekibi, bahara doğru Karadeniz’deki Trabzon limanına ulaşır. Bekletilmeden gemilere bindirilerek İstanbul’a götürülür. Orada Bediüzzaman isyana katılmadığını tekrar beyan eder. Bu sıralarda, isyanın liderleri tutuklanarak Diyarbakır’a götürülür. Kısa süreli bir mahkeme safahatından sonra idam edilirler. Said Nursî, İstanbul’da üç hafta kaldıktan sonra, bir gemiye bindirilerek Antalya’ya gönderilir, ve oradan da son durak olan Isparta’ya sevk edilir.*

Sürgün yeri olarak Nursî’yi Isparta’ya gönderen Ankara hükûmeti, potansiyel rakibinin orada unutulup öleceğini tahmin eder. Acemi seküler fundamentalistler, onu en münbit zemine göndererek içindeki kabiliyetlerin inkişafına vesile olacaklarını bilemezler. Aynı zamanda, hasımlarının destansı azmini, iradesini ve cesaretini de idrak edememişlerdir.

Isparta’nın merkezî kasabası, Osmanlı’nın ilk zamanlarından beri, yalnızca gülsuyu üretimi ile değil, manevî atmosferiyle de meşhurdur. İmparatorluk sendelemeye başladığında, bölgenin verimli arazilerine yerleşmeye başlayan Yunanlılar, kendi eğitim kurumlarını da kurmaya başlarlar. Bu gelişmenin yöre halkı üzerindeki etkisi, asrın başında Bitlis’te yaşananlarla benzerlik gösterir: Yabancıların çalışmalarını gören halk, gayrete gelip, kendi dinî kimliğini sağlamlaştırır.

Tarikatların yasaklanması, bu alanda aktif çalışanları yeraltına iterek pasif direnişe geçmelerini sağlamak dışında bir fayda sağlamaz. Aynı dönemde yaşanan yapısal değişme, kırsal bölgede yaşayan insanları daha geniş bir sosyal iletişim ağına dahil eder. En ücra kasabalardaki insanlar bile olup biten birçok şeyden haberdar hale gelirler.168

1923-24 yılında, gerçekte etnik temizlik olan, ancak ‘nüfus mübadelesi’ diye adlandırılan uygulamadan sonra, Isparta’da hiçbir Yunanlı kalmaz. Bu olay, hâlâ daha Yunanlılar arasında ‘Küçük Asya Felâketi’ olarak anılır. Kasabanın dindar halkı, Bediüzzaman’ın hutbelerine kulak vermek için âdeta akın ediyordu. Bir kısmı da kasabadaki medresede onun önünde diz çöküp ders alıyordu. Bu durum yetkilileri rahatsız eder, ve onun için medeniyetten yoksun, dostlarından ırak daha uzak bir diyarı aramaya sevk eder. Bu gayelerine en uygun yer olarak, Eğridir Gölü’ne nâzır küçük ve tenha bir dağ köyü olan Barla’da karar kılarlar.

* * *

SABAH SAAT 7.30’da, şafak sökmeye başladığı sırada Isparta otogarına ulaştık. Son sivil uykularından uyanan asker adayları, otobüsten inerek, askeriyenin hemen dışında küçük gruplar halinde toplanmaya başladılar. Kerem’le birlikte, sallana sallana, çıkıştaki bekleme salonunda bizi bekleyen Nur cemaatinden üç kişinin yanına gittik. Onlardan biri, Isparta yurdunun müdürü olan Mustafa’ydı. O bizi ağırlayıp rehberlik edecekti.

Havadaki hareketlilik bize ev sahibi yapacakların tavırlarına aksetmiş gibiydi. Onların acele etmeleri bir gayeye matuftu. Görecek çok şey olmasına rağmen, görmek için az zamanımız vardı. Sonradan öğrendiğime göre, görülmeye değer birçok şeyden arda kalan sadece bir kısım el yapımı eşya, bir araba, orta yaşlı bir adamın efsanesi ve Çam Dağındaki tatlı esinti.

Bir-iki saatlik uyuklamadan sonra yaptığımız canlandırıcı kahvaltıyı müteakiben, Mustafa’nın arkadaşı Cemal ve de Kerem’le birlikte, Barla’ya, oradan da Çam Dağına gitmek üzere Mitsubishi bir kamyonete atladık. Bediüzzaman, Kürdistan’daki dağlık alanlarda geçen gençliğinden kalan hatıralarla, Çam Dağının yüksek yamaçlarını, kâinatı ve kendi âlemini uzun uzun tefekkür etmek için uygun bir mesken olarak tercih etmişti.

Yolumuzun önemli bir kısmı, yavaş hareket eden bulutların yansıdığı göl boyunca devam etti. Van Gölü’nün alkalin mavi renkli suları gibi, etrafta açık bir mavi ton hâkimdi. Etraftaki birçok şey de Van’ı anımsatıyordu. Bundandır ki, 1925 yılının baharında bir balıkçı kayığı ile jandarma eşliğinde Barla’ya gelen Bediüzzaman, çok üzülmemiş olsa gerek. Van’ın yüksek yamaçlarındaki medrese ve mağarada aradığı yalnızlığı, şimdi bu küçük kasabada bulacaktı. Takipçilerine “Beni dünyaya çağırma” diye söylediği sözü, buraya ulaştığında hatırlamış olmalı. Bu yeni hayat safhasında iki önemli fark vardı: dünyadan el-etek çekmesi, artık isteğe bağlı birşey değildi, ve ikincisi, bu süreç, son birkaç yıl hariç, bütün ömrü boyunca devam edecekti.

Barla’da durmak yerine, birkaç kilometre daha yolumuza devam edip metal bir kapının önüne ulaştık. Bu kapının ötesindeki yol tepeye doğru uzanıyordu. Asma kilitle kilitlenmiş kapı, bize yol vermiyordu. Mustafa, anahtarı bulunduran adamı aramak için gayret gösterdiyse de, bir netice alamadı. Bu arayışı müteakiben Isparta’yı birkaç defa telefonla yardıma çağırdı. (Cemaat belirli prensiplere dayalı bir iletişim ağı kurmuşsa da, cep telefonu veya e-mail ve web sitesi henüz bu ağa dahil edilmemişti.) Teknoloji, derdimize derman olamamıştı. Mustafa, “Nur talebeleri her türlü teknolojik donanıma sahip olmalı” diye sayıklarken, kamyonetin arkasındaki çekiçle kiliti kırmak için çabalıyordu.

Kilit sallanıp yere düşünce, açılan kapıdan geçen aracımız, arkasında toz duman bırakıp dağa doğru tırmanmaya başladı. Kuzey İran’daki, birkaç yıl önce uğradığım, ıssız Alamut bölgesinin kötü yollarını anımsadım. Hasan Sabbah’ın talebeleri, Nurcular gibi, halis niyetliydi. Kaderin ilginç cilvesi ki, hepsi de benzer akıbeti paylaşmışlardı. Aralarında bir fark vardı ki, Hasan Sabbah, ruhsal temizlenme namına, siyasî cinayet sanatını yüceltmişti. Said Nursî ise, [tam aksine], siyasî hayattan çekilip, mesaisini tek kurtuluş yolu olarak iman hizmeti için harcamıştı. Maksatları için şiddeti meşru gören bozulmuş devlet yöneticileri ile kavga etmekten kaçınmıştı. Modern Türk-İslâm toplumunun mozayiğinde Sabbah’ın fikrinin takipçileri bulunabilir; ancak yalnızca iyiliği tebliğ etmeyi kendine şiar edinen Bediüzzaman’ın takipçileri arasında bu tarz kişilere rastlamak mümkün değildi. Bu metodun, pragmatik olmakla beraber, uzun dönemde daha etkili olduğu kuşkusuzdur.

Tozla kaplı kamyonetimiz, keskin bir virajı aldıktan sonra çalılıklar arasından geçerek bizi tepeye kadar çıkardı. Bana rehberlik edenler, karşıdaki zirveyi göstererek “Çam Dağı” diye seslendiler. Tepede yıpranmış bir sedir ağacı vardı. Onun dalları arasında Said Nursî kendisine bir mesken kurmuştu. Orada kuşlara ve esen rüzgâra arkadaş olan Nursî, dünyanın cazibesinden kurtulmanın verdiği bir hürriyet havası teneffüs etmişti. Ayakkabılarımızı çıkararak, sedir ağacının üzerine çıktık. O, burada kâinat kitabını mütalaa edip, Kur’ân’ın tefsiri olan Risale-i Nur’ları neşre başlamıştı.

Tepeden birkaç metre aşağı inince, bir taşın üzerine çıkıp uzaktan çamlık alana nazar ettim. Hemen aşağımızda, gelip geçen bulutları yansıtan Eğridir gölünün suları parıldıyordu. Yoldan geçen bir aracın sesi ve tarlayı süren bir traktörün gürültüsü yankılanıyordu. Eğer sekizyüz sene önce bu tepede olsaydım, Sultan Kılıçarslan komutasındaki güçlü Selçuklu askerlerinin İmparator Manuel Comnenus komutasındaki Bizanslılarla yaptığı savaşı uzaktan seyrederdim. O zamanlar, bu alan Miryakefelon olarak bilinirdi. Bu savaştaki yenilgi ile, Doğu Roma İmparatorluğu’nun Türkleri Anadolu’dan çıkarma ümitleri, bir daha dirilmemek üzere, ölmüştü. Bazı tarihçiler, bu savaşın Doğu üzerindeki etkisinin ebede uzandığından söz ederler.169

Aşağıdaki ovaya bakarken, Doğu’nun kaderi o zaman bile gündemin konusuydu diye düşündüm. Bana eşlik eden üç yoldaşım, birkaç metre daha yükseğe çıkıp, Üstad’ın eserinden bir parça okumak için kırmızı kaplı kitaplarını açtılar. Bediüzzaman’a has bir üslupla, yarı dua ve yarı ikaz tonuyla okudukları, çevrede esen rüzgâra ve uzaktaki dünya meftunlarına korku salar niteliktedeydi. Bir ara, acaba burada rüzgârdan başka kimse var mı diye içimden geçirdim.

* * *

EDEBÎ BİYOGRAFİ TEHLİKELİ bir teşebbüs olabilir. Biyografi yazarı bütün enerjisiyle ana temaya yoğunlaşırken, bunun konunun akıcılığını kaybetme tehlikesi içerdiğini sık sık hatırlamalı. Yazar için yapılan klasik uyarı, konu edindiği şeyi, anlatmaktan öte, resmedercesine, açıkça ortaya koymasıdır. Ancak biyografi yazarı bilir ki, olanları tam olarak ortaya çıkarmaktan ziyade, yaklaşık olarak tarif etmek mümkün olabilir. Beethoven’ın hayatının büyük aşkı ile ilgili Immortal Beloved (Ölümsüz Sevgili) filmindeki geçimsiz zekinin sağırlığı, onun müziğini işitilebilir yapması ile nasıl bağdaşabilir? Amedeus filminde Mozart’ın yaratıcı dehası kıskanç ve sıradan biri olan Salieri tarafından anlatılabilir mi?

Benzer ikilem, Said Nursî’nin sekiz sene süren Barla’daki sürgün hayatını anlamak için uğraşan her yazar için de geçerli. Bu çıkmaza girmek benim için de kaçınılmazdı.

Onun Van’dan bu kasabaya sürgünü, hareketli hayatını inanılmaz bir durağanlığa mecbur eder. Dua, tefekkür, ibadet ve mahrumiyetle geçen günler, aylar ve yılları anlamak Batılı bir yazar için hayli zor olsa gerek. Uzun süren bir tırmanma ile Çam Dağına çıkması ve oradaki ağaçların arasında kurduğu kulübesinde kuşlara eşlik ederek saatlerce bağdaş kurup oturması tarif edilemez. Asya ve Avrupa’da ikamet eden, Keçe Külahlıların komutanlığını yapan cesur savaşçı, Libya’ya denizaltı ile giden Osmanlı gizli servis ajanı, yüce Padişah ile tartışmaya giren ve devrimci Ankara hükûmetinin liderinin gözüne parmağını uzatarak ders veren kahraman rolündeki Eski Said kaybolmuştu. Onun için daha da kötüsü, hava kadar önemli olan Anadolu’nun ruhsal ikliminden ve Kürdistan’ın topraklarından uzaklaştırılmış olmasıydı.

Kendisini yarım ümmî olarak tarif eden Bediüzzaman, bu noksanlığına binaen, kendisine ilhamen gelen Kur’ânî yorumları başkasına yazdırıyordu. Bu nedenle, maksadına nail olabilmesi için, ona yardımcı olacak talebelere ihtiyacı vardı. Beklenenin aksine, o Barla’da bile kendisine yardımcı olacak kişiler bulabilmişti. Bir farkla ki, eskiden Türkiye’de İslâm’ın geleceğini tartıştığı ulema ve entellektüellerin yerini, şimdi ‘köylüler, zanaatkârlar, tüccarlar ve onların çocukları’ almıştı.170

O sıralar Bediüzzaman’ın gayesine ulaşmak için kullanabileceği imkânlar bunlardan ibaretti. Garip kıyafeti ve örnek yaşam tarzıyla nazar-ı dikkatlerini celbettiği avama dâvâsını tebliğ etmekle yetinmeyip, âdeta ileriyi görürcesine, zayıf imanlarını kurtarmak için mesajına susamış binlerce insana da hitap ediyordu.

Barla’da karşılaştığı bütün zorluklara ve engellere rağmen, o, kısa bir sürede, henüz bir organizasyon olarak adlandırılamayacak (kaldı ki, böyle bir organizasyon zamanın yetkilileri tarafından acımasızca cezaya çarptırılırdı) bir iletişim ağı kurarak, sözlerini etrafa ulaştırmaya başlar. Sözlerinin neşrinden aldığı çok az bir ücret, aynı zamanda onun geçimini temine vesile olur.

Said Nursî’nin davetinin ilk müdavimlerinin düşük dereceden ulema ve ihlaslı işsizlerden oluşmasına rağmen, onların fedakârlıkları ilim noktasındaki noksanlıklarını ikame etmişti. Erkek ve kadınlar, o zamanlar halen kullanılan Arabî alfabeyle Bediüzzaman’ın sözlerini kaleme aldılar. Tashih için geri getirilen nüshaları genellikle ağaç üstündeki meskeninde düzelten Bediüzzaman, eserleri çoğaltmak için tekrar gönüllü katiplere gizlice ulaştırıyordu. Böylece Barla’da kaleme alınan Sözler köy köy, kasaba kasaba dolaşarak Anadolu’nun bir ucundan öbürüne yayılır. Ancak 1940’larda basit teksir makinesini kullanma imkânını elde ederler. Risale-i Nur’lar 1956 yılında, Demokrat Parti döneminde, Latin alfabesiyle ilk defa matbaada basılır. Bu zamana kadar el yazısıyla kaleme alınmış 600.000 nüsha risale, elden ele dolaşır. Okuyanların sayısı bu rakamın birkaç misline ulaşır.171

Mustafa Kemal Atatürk’ün reformları ile gözleri kamaşan Batılıların, Said Nursî, onun postacıları ve talebeleri tarafından gerçekleştirilen bu harikulâde faaliyetleri görüp takdir etmeleri hayli zor olsa gerek. İstiklal Harbinin zaferle sonuçlanmasına rağmen, planlanan, sadece yeni cumhuriyeti Osmanlı’ya dayanan kökünden ayırmak değildi; aynı zamand, imparatorluğun biricik sembolü olan İslâmî cemaat [ümmet] ruhunu ortadan kaldırmaktı.172 Bundandır ki, Atatürk, elindeki bütün kuvveti kullanarak, henüz savaş şokundan kurtulamamış halka kendi modernleşme projesini dayatmaya başlar.

İlk adım, medreselerin kapatılması ve tarikatların yasaklanması ile tatbik edilir. Çok geçmeden dinî kıyafetler yasaklanır ve Avrupa kıyafeti olan şapkayı giyme mecburiyeti getirilir. Aksine hareket edenler ölümle yüzyüze gelirler. (Bediüzzaman giyimle ilgili yeni kanuna şiddetle muhalefet eder ve bir mahkeme huzurunda “Bu sarık bu başla beraber çıkar” diye meydan okur.) 1928 yılında Latin alfabesinin kabulüyle, sistem İslâm’ı kalbinden hançerler. Bu devrimle, Arapça ile dinini öğrenen halkın İslâmî eserlerle olan bağları koparılır. Aynı yıl içinde, geleneksel zaman birimi, Batılı zaman birimiyle değiştirilir.

Bolşevik devriminin izini süren Mustafa Kemal, yasakları getiren ilk yasaları imzalarken, “Geleneksel zincirler artık ayağımıza bağ olmaktan çıkmalıdır” der. Ankara’nın seküler entellektüelleri, vahiy dili olan Arapça’nın yerine, içindeki yabancı kelimelerden hızla arındırıyor oldukları bir Türkçe’yi ikâme etmek istediler. Bu planın bir parçası olarak, 1932 yılında, halkın muazzam derecede gücenmesine yol açan bir uygulamayla Arapça aslı yasaklanıp ezanın Türkçe okutulmasıyla, aşağılamanın zirve noktasına ulaşılmış oldu.

O zamana kadar, Cumhuriyet Halk Partisi Türk devlet kademesinin kontrolünü eline geçirmişti. Bu partinin ilkeleri 1936 yılında Anayasa’ya konuldu. CHP, toplu eğitim planı ile ülkenin her yanına milliyetçilik, sekülerizm ve Batı kültüründen müteşekkil yeni hakikatı yaymaya çalıştı. Doğruluğu kendinden menkul ve despotik bir anlayışa dayanan bir laiklik fikri ile ifade edilen bu hareket, onsekizinci yüzyıldaki Fransız devriminin icat ettiği karanlık bir parodiden öte birşey değildi. Bediüzzaman ve metanetli talebeleri, bu hareketin odağındaki kişilere, onun Barla’daki mütevazi kulübesinden meydan okuyacaklardı.

* * *

ÇAM DAĞININ TEPESİNDEN aşağıya indiğimizde, demir kapıyı yine kilitledik ve geliş yolumuzu takip ederek Barla’ya döndük. Eğridir Gölüne nâzır tepede bulunan, etrafı meyve bahçeleri ile sarılı bu belde, günümüzde refah seviyesi yüksek bir manzara arzediyor. Kerem, Mustafa’yla kısa bir istişareden sonra, ‘Üstad’ın yıllarca kaldığı bu diyarda bulunmak isteyenler için’ inşa edilmiş tatil villalarına ve sair meskenlere işaret etti.

Barla’nın merkezinde, Bediüzzaman’ın üzerinde tefekkür ve dua ettiği kocaman bir çınar ağacı ve onun hemen yanıbaşındaki meskeni yer alıyor. Günümüzde yeniden restore edilen bina, mescit olarak kullanılan bir oda ile Risale-i Nur’ların sergilendiği bir salondan oluşuyor. Sokağın karşısında, Nur cemaatinin inşa ettiği bir misafirhane bulunuyor. Misafirhanenin yönetimininden emekli hava astsubay ve Kore gazisi olan Hayati Mansuroğlu sorumlu. Uzun yıllar önce pilotluk şapkasını Müslüman Türklerin çok sevdiği örme takke ile değiştiren Mansuroğlu, sakallı, dinç ve sevecan biri olarak zihnimde iz bıraktı.

Camekanlı balkondan, beldeyi Çam Dağından ayıran derin geçide nazar ettim. O sırada, “Bak!” diyerek elime dokundu Mansuroğlu, “şurası Bediüzzaman’ın tepeye çıkarken kullandığı patika yol.” Bir koyun sürüsü, boyunlarına asılan zillerin çıkardığı sesi etrafına yayarak o yoldan geliyordu.

Bu gece Isparta’da olmayı planlamamıza rağmen, Mansuroğlu akşam yemeğine kalmamız için ısrar etti. Yazın yoğun ziyaretçi trafiği olmasına rağmen, kışın gelmesiyle insanların nadiren uğramasından dolayı monoton bir hayat geçirmesi, onun bu ısrarında etkili olmuştu. Misafirperver bir ruhtan gelen tatlı ısrarları geri çevirmek mümkün değildi. Birkaç dakika sonra kurulan sofrada, ekmek, mercimek çorbası, Barla balkon pilavı ve o yörenin tatlı elması ile karnımızı doyurduktan sonra, sıcak bir salep içtik. Daha sonra Mitsibushi’ye binip, arkamızda tozu dumana katarak Isparta’ya doğru yola çıktık.

Otellerin, kebap salonlarının, pastanelerin ve banka şubelerinin yer aldığı aydınlık şehir merkezini geçtikten sonra, Said Nursî’nin Urfa’ya yaptığı kaderî yolculuktan önce, birçok yargılama ile kesintiye uğratılmakla beraber, son dokuz senesini geçirdiği eve ulaştık. Tahtadan ve sıvadan yapılma geleneksel bir Osmanlı evi olan bu iki katlı mesken, Barla’daki ev gibi, restore edilmişti. Ayakkabılarımızı çıkardıktan sonra, Üstad’ın demirden yapılma somyasının bulunduğu yatak odasını, mescit olarak kullanılan odayı ve mutfağı dolaştık. Günümüzde müze olarak kullanılan bu evde, bir demlik, birkaç tabak, iki küçük çömlek, yama üstüne yama yapılmış elbiseler ve kapalı bir camekana konulmuş Risale-i Nur’ların elyazması ilk nüshaları sergileniyordu. Kitaplardan biri renkli kadın elbisesinden yapılma bir ciltle kaplanmıştı. Mustafa’nın söylediğine göre, bir kadın kendi çeyizinden bir kumaşla bu kitabı ciltlemişti.

Haneyi gezdikten sonra, yanındaki garaja girmek için dışarı çıkarken, bacalardan yükselen duman kokusu nefesimizi kesiyordu. Birkaç adım yürüdükten sonra garajın kapısına gelmiştik. Mustafa, kocaman bir anahtar ile antika kapıyı açtıktan sonra içerideki lambayı yaktı. Önümüzde, Bediüzzaman’ı Anadolu diyarından Urfa’daki son yolculuğuna taşıyan 1953 model dört kapılı Chevrolet araba duruyordu. Sarı lamba ışığı altında metalik altın rengiyle parıldıyordu. Hayatında hiçbir hediye kabul etmeyen Said, eserlerinin satışından elde ettiği mütevazi gelirle, bu arabayı kendisine alan talebelerine parasını geri ödemişti.

* * *

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’NİN ciltler dolusu külliyatının ilk defa okuyan bir Batılı için en çok hayret edilen şey, eserlerin muhteşem bir sistematiğe sahip olmasıdır. İlham şeklinde zihne gelmesine ve katipliğini Barla’daki köylülerin yapmasına rağmen, ilk eser olan Sözler’de, organik ve endüstriyel düzeni andıracak bir sistematikle, en karmaşık konular düzgün bir tasnifle takdim edilir. Örneğin, Yirmidördüncü Söz, “Allah’tan başka ilah yoktur ve en güzel isimler O’na mahsustur” mealindeki âyetin ‘nuranî ağacının Beş Dalı’ndan ibarettir.’ Üçüncü Dal, ‘bazı mevzu veya müteşabih hadisleri’ izah eden Oniki Asıl’ı açıklarken, Dördüncü Dal ‘kâinat sarayında çalıştırılan dört nevi ameleyi’ içerir.

“Sözler,” “Lem’alar” gibi, hafızada kolayca yer edebilecek belirli bir sistematikle hazırlanan bu eserler, o sıralar İslâm dünyasının da etkileyen Newtoncu mekanik anlayış ile mistik tasavvuf geleneğinin izlerini taşıyor. Bediüzzaman, mistisizmden uzaklaşma çabalarına ve talebelerini bu konuda ikaz etmesine rağmen, karşılaştığı Bitlis’teki Nakşibendi şeyhleriyle olan muhatabiyeti, ayrıca Endülüslü büyük şeyh İbn Arabî’den okudukları itibarıyla, onun idrakini tasavvufun usulü ve halleri şekillendirmişti.

Bediüzzaman ile sûfîlerin ortak noktası, bilgiye ulaşmayı kolaylaştıracak ve onu düzenli hale getirecek bir sistematiği oluşturma ihtiyacıydı. Sûfî hareket, insanları mâsivadan alıp varlığın sırrına götürüyordu. Said Nursî’nin orijinaliği, sûfî yaklaşımı kendine has bir metodla telkin etmesiydi. O, sûfî kavramları ve sembolleri kullanarak, mü’minlerin nazarını soyut âlemden alıp, Sani-i Zülcelâl’in varlığına mucizevari surette işaret eden maddî âleme çeviriyordu.

Sûfîler gibi, Bediüzzaman da, Allah’ın varlığının sağlam bir delili olarak gördüğü maddî âlemi tarif ederken bile, kendinden emin bir dil kullanmaktan çekinmemiştir. Müslümanlar için Kur’ân’ın Arapça ile bütünleşmiş bir kitap olması gibi, Said Nursî’nin eserleri de, Osmanlıca’nın yüce, edebî ve dolambaçlı özellikleriyle özdeşleşmiş bir niteliktedir.

Türkiye’nin dört bir yanına yayılan sayısız sohbet yerlerinde, Bediüzzaman’ın zengin ve süslü ifadeler taşıyan, ancak modern Türkler için zorlukla anlaşılan karmaşık eserleri, lafzın mânâdan ayrılamadığı Kur’ân gibi, nasihat, ahlâkî vecibe ve entellektüel uyarıdan oluşan bir bütünlük tesis etmektedir.

Risale-i Nur, dindarlara teleskopik ve mikroskobik bakış açısıyla yeni bir toplum ve farklı bir dünya gösterir. Seküler idarecilerin maneviyatten çorak hale getirdiği diyarda, Said Nursî’nin kavramları, okuyucularını kâinatın içindeki münbit zemininde iman tohumlarını yeşertmeye teşvik eder: “Şu muazzam ve harikulâde olan kâinat, bir olan Katibini tarif eden manidar bir kitaptır.”174

* * *

SONRAKİ ŞAFAK VAKTİYLE birlikte, Bediüzzaman’ın birçok yerde geçen sürgün hayatının son durağı olan Emirdağ’a gitmek üzere Isparta’dan ayrıldık. Bu sefer, kamyonet yerine, Mustafa’nın birinden ödünç aldığı son model bir Toyota ile seyahat ediyorduk. Artık 200 km. sınırını aşmamak için hiçbir neden yoktu. Isparta cemaatinden ihlaslı biri olan Salih de bize eşlik ediyordu. Âdeta uçarak kuzeye doğru yol alırken, ben ikisini soru yağmuruna tuttum.

İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirler dışında, televizyonlardan aşina olduğumuz ve gençlik kültürü diye adlandırdığımız hareket, Türkiye’de hemen hemen yok gibidir. Anadolu’da karşılaştığım gençler, şimdiden sorumluluk üstlenmiş, gerçek dünyada olup bitenlerden haberdar ve hatta onu değiştirmeye namzet görünüyorlar. Türkiye’deki Batılılaşma taraftarı entellektüeller, Batıda gençlerin yabancılaşmasını anlayamadıkları gibi, Anadolu’da birçok gencin sistem tarafından kendilerine sunulan Batı modelini yanlış bularak reddettiğini de idrak edemiyorlar. Nur cemaati, gücünün büyük kısmını bu tepkiden alıyor. Cemaatin gençler için cazibe odağı olması, Cumhuriyetin gençleri Batılı anlayışa zorlayan eğitim sisteminin başarısızlığını da gösteriyor.175

Hayli hızlanan Toyota’nın direksiyonuna sıkıca sarılan Mustafa, geleneksel olarak dinî yaşayan ailelerden yetişen öğrenciler Nur cemaatine fıtrî bir meyil gösteriyor, diyerek söze karıştı. Aslında, cemaatin yaptığı, sunduğu fikrin cazibesine kapılan ruhları avlamak şeklinde tarif edilebilir. Mensuplarını yetiştirmekle yetinmez, sayıca arttırmayı da hedef edinir. “Üniversiteleri ziyaret ederek, öğrencilere cemaatimiz hakkında bilgi veriyoruz. Anlattıklarımız ilgilerini celbederse, kendilerini kaldığımız yere davet ediyoruz. Ziyaretten memnun kalırlarsa, bize dahil olmalarını talep ediyoruz.”

Potansiyel adaylar dindar olacak diye bir şartımız yok, diye devam etti Mustafa. Ancak bizimle kalmaya karar verdiklerinde ‘kurallarımıza uymak zorundadırlar.’ Kurallar oldukça katı görünüyor. Dershane ortamında televizyon izlemek, radyo dinlemek yasak olduğu gibi, gazete okumaya bile izin verilmiyor. Sigara içmek yasak, alkol içmeyi akıldan bile geçiremezler. Kızlarla ilişkiler mevzu bahis değil. Dersaneye başka dinî kitap getirmeye izin varsa da, gerçek mânâda teşvik edilen, Said Nursî’nin külliyatıdır.

Salih, “Isparta’da dersanede kalan gençlerden birine bir genç kızdan sürekli telefon geliyordu” diyerek, imalı bir gülümsemeyle söze karıştı. “Doğrudan bir ültimatom vermek yerine, dolaylı olarak verdiğimiz mesajlarla bir süre sonra telefonların kesilmesini sağlayabildik. Burada asıl maksadımız, Kur’ân’da belirtildiği gibi, muhabbetullahı elde etmektir diye ona nasihat verdik.”

(İstanbul’a döndüğümde bu olaya Prof. R’ye anlattım. O, cemaatin bu konudaki başarısının sırrını açıklayan başka bir neden daha beyan etti. “Onları aç tutuyoruz” diye kahkaha ile söze başladı. “Yalnızca midelerini düşünmeye vakitleri var. Evlilik konusunu düşünmek için ileriden çok vakitleri olacak.” Doğrusu, Anadolu’daki seyahatim esnasında uğradığım cemaat evlerinde kalan öğrencilerin hemen hepsinin çok zayıf olmaları dikkatimi çekmişti. Yemek yerken tabaklarının altında hiçbir şey bırakmıyorlardı!)

Nur adaları arasında yaklaşık bir ay süren seyahatim esnasında, âdeta ahiret menzili olan dershaneler içinde münzevi bir hayat olduğunu keşfettim. Yalnızlık hissini yenmek için, gençler daimi zikir ve fikir halkasına dahil oluyorlar. Politika ve seks gibi dünyanın cazibedar şeytanlarının içeriye adım atmasına bile izin verilmiyor. Manen terakki için mücadele vermek o kadar kolay değil. Bütün yasaklamalara rağmen, dünya her yerde onları kendine çekmeye çalışıyor. Kapının hemen dışında, önünden geçen arabadaki müzik sesiyle, mağazaların vitrinleriyle, gazete standındaki renkli resimleriyle, sokaktaki sosyetik genç kızlarıyla, dünya onları avlamak için bekliyor.

“Bizim gayemiz hakikî dindar insanlar yetiştirmek” dedi Mustafa. Kendi kendime onları ne için yetiştiriyorlar, diye merak ettim. Sonradan anladım ki, böyle bir soruyu karşımdakine sormak cemaatten ziyade onun şahsî fikrini yansıtır. Hakiki müm’in olmak bir gaye idi ve yalnızca cemaat bunun tam olarak ne mânâya geldiğini beyan edebilirdi. Gerçi hiç kimseye söz etmedimse de, model alınan kişinin Said Nursî olduğundan kuşkum yoktu. Eski Said değil, Yeni Said örnek alınmıştı.

ANADOLU’NUN BATISINDAKİ, halkı tarımla uğraşan küçük bir kasaba olan Emirdağ’a ulaştığımızda, kara bulutlar gökyüzünü kaplamıştı. Şehir merkezinde nadiren traktörlerin geçtiği sakin bir trafik vardı. Kışın şiddetli esintisi kendisini hissettiriyordu. Buraya altmış yaşlarında, parlak siyah gözlü, ince bıyıklı ve kısa boylu bir adamı dinlemek için gelmiştik. Bize anlatacağı hatıraları vardı. Nur cemaatinin merkezinde bizi bekliyordu.

Mahmut Çalışkan’dı onun adı. 1944 yılında daha altı yaşında iken Bediüzzaman’la tanışmış ve arkadaş olmuştu. Bediüzzaman, Barla’da iken, devlet asayişine zarar verir iddiasıyla dinin ve dinî hissiyatın kullanılmasını yasaklayan ve hayli geniş mânâda yorumlanan 163. maddeden dolayı yargılanır ve hapse düşer. Aylar süren hapis hayatından sonra, Karadeniz’in kıyısında bulunan dağlık bir kasaba olan Kastamonu’ya sürgün edilir. Oradaki yedi yıllık hayatı boyunca yeni çiçeklerin yeşermesine vesile olur.

Emirdağ’a geldikten hemen sonra, yargılandığı ‘devlete karşı isyan’ suçundan beraat eder. Olumlu gelişmelerle ümidi ziyadeleşen Said Nursî ve talebeleri, kendi faaliyet alanlarını genişletmeye başlar. “İki jandarma eşliğinde olmasına rağmen, onu yasak olan sarık ve cübbe ile gördüğümde hayret etmiştim” dedi Mr. Çalışkan. Onun sözlerini, yaklaşık otuzaltı saatten beri süren yoğun ve aralıksız soru-cevap maratonundan yorulmuş ancak henüz pes etmemiş Kerem bana tercüme ediyordu.

“Küçük bir çocuk olarak, yasak olmasına rağmen, onun açıktan namaz kılması da beni hayli etkilemişti. Biz, dindar bir aile olmamıza rağmen, bu garip adamı tanımıyorduk. Benim en büyük biraderim onu otelde ziyaret edip, yardıma ihtiyacı olup olmadığını sordu. O, bu tekliften memnun oldu ve kardeşimden bir ev kiralamasını rica etti. Ancak evin kirasını ödeyeceğini, aksi halde kabul etmeyeceğini ısrarla beyan etmişti. Bu şartla ona tuttuğumuz eve geçti. Orada Risale-i Nur’ların yazılması ve çoğaltılması hizmeti yeniden başladı. Tabiî ki, bunları mümkün olduğu kadar gizli tutmaya çalışıyorduk.”

Said’in faaliyetleri genç Çalışkan’a göre gizli olabilirdi, ancak polis nazarında bilinmeyen birşey yoktu. Bediüzzaman’ın o sırada yargılandığı mahkemede beraat almasından hayli rahatsız olan Ankara hükûmeti, burunlarının dibinde tamamen kanun dairesinde cereyan eden hadiseleri dinî bir isyan hareketinin başlatılması olarak yorumlayıp emniyeti alarma geçirir. Siyaset âlemini protesto etmesine rağmen, teksir makinesi ile ‘silahlanan’ Bediüzzaman, ‘Risale-i Nur’ları yetkililerin gündemine sokmak için’176 hükûmet üyelerine eserinin birer kopyasını gönderir.

Cumhuriyet rejiminin yumuşaması sözkonusu değildi. 1938 yılında Atatürk’ün ölümüyle birlikte başa geçen İsmet İnönü, devletin üzerine demir parmaklı pençesini koymuştu. Said’in biyografisini yazan Şükran Vahide’nin iddiasına göre, İnönü hükûmetinin iki bakanı, komünist fikirli oldukları için, Sovyetler Birliği’ne yakın duruyordu. (Bediüzzaman’ın gözaltına alınıp yargılanmasına bu ikili neden olmuşlardı.) Soğuk Savaş başladığında ve Truman Doktrini ilan edildiğinde, İnönü, Batı ile Rusya arasında tercih yapmaya zorlandı. Batıyı tercih eden İnönü, yardımları alabilmenin bir koşulu olarak, siyasî liberalleşmeye bir derece izin vermek zorunda kaldı. Bu gelişmeler hâlâ etkili bazı ateist fikirli idarecileri kızdırdığından, Emirdağ’ın boyun eğmez sürgününü susturmak için daha şiddetli tedbirler alınmaya sebebiyet verir.177

1947 yılının sonlarında, Cumhuriyet Savcılığı’nca gönderilen polisler, Said’in evinin kapısına dayanır. Birkaç defa çaldıktan sonra, kapıyı kırarak içeriye girer ve devleti yıkıcı materyal aramaya başlar. Bulabildikleri tek suç âleti olan Risale-i Nur’lara el koyarlar. Ocak ayının sonlarına doğru, ikinci bir baskınla, Said ve onlarca talebesi dinî duyguları istismar ve halkı hükûmete karşı kışkırtma ithamıyla tevkif edilir.

Said’in ‘Beşinci Şua’da ahirzamanla ilgili hadisler konusundaki ayrıntılı yorumu, zamanın idarecilerini iyice kızdırmıştı. Bu risalede Bediüzzaman, “Rivayette var ki: Ahirzamanda dehşetli bir şahsı, sabah kalkar; alnında ‘hâzâ kâfir’ yazılmış bulunur” hadisini, hadiste sözü edilen şahsın dinsizliğine işaret ettiğini beyan eder. Bu dehşetli şahıs olan “Süfyan dinsizlerin şapkasını giyer ve herkese de giydirir. Ancak zorla herkese giydirdiğinden, istemeyerek giyenler kâfir olmaz.”178

O günün bağnaz bazı savcıları, Süfyan denilen şahsın şapka kanunu getiren Atatürk olduğunu [[kim olduğunu]] anlasalardı, Said Nursî’nin şu yorumlarına ne diyeceklerdi acaba: İslâm aleminin lideri olarak ortaya çıkacak Süfyan, “gayet muktedir ve dahi ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrâzam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker bulur, onları teshir eder.”179 Bu lider, rivayete göre, “harikulâde bir kuvvete sahip olacak . . . inkâr-ı mutlaktan kaynaklanan bir cür’et ve cesaretle mukaddesata hücum eder. Avâm-ı nâs, hakikat-ı hali bilmediklerinden, harikulâde iktidar ve cesaret zannederler.” Bundan daha açık ve doğru ifadelerle Türklerin Ata’sının tarif etmek imkan dahilinde olmasa gerek. 1907 yılında kaleme alınan bu risale, geleceği önceden bildirmişti.

Devleti yıkmakla suçlananlar Türkiye’nin en soğuk iklimine sahip ve Emirdağ’a yakın olan Afyon’a nakledilir. Bediüzzaman orada ülkenin en kötü hapishanesi diye bilinen sobasız bir hücreye hapsedilir.

Mahkemedeki savunmasında Said Nursî, Süfyan hadisiyle ilgili mevzunun hassasiyetinden dolayı, neşrine, önceki mahkeme kararıyla serbestiyetine hüküm verildikten sonra müsaade ettiğini beyan eder. Bir yıl süren tutukluluk halinden sonra, Afyon mahkemesi Bediüzzaman’ı 163. maddeye göre suçlu bulur ve iki yıl hapse mahkum eder. Yaş durumundan dolayı cezayı yirmi aya indirir. O sıralar Said Nursî, yetmiş yaşında zayıf ve hasta biriydi. Talebeleri daha kısa süreli hapis cezalarına çarptırılır. Yüksek mahkemenin beraat vermesine rağmen, cezasının tamamını çekmiş; ki, ancak 1956 yılında tam olarak beraat etmiştir.

1949 yılında hapis cezası bitince, Said Nursî Emirdağ’a geri döner ve önceden kaldığı evde kalmaya devam eder. Dört yıl sonra, 1953 yılında, Mr. Çalışkan önemli bir rüya görür. Stalin, Bediüzzaman’ı öldürmek üzere Emirdağ’a gelir. Kapıda nöbet tutan bir kısım Nur Talebelerini iterek, uzun ve karanlık koridora girer. Orada, Bediüzzaman ona çekiçle karşılık verir ve Stalin’i öldürür. “Uyandığımda, rüyamı kardeşlere anlattım. Üstad beni buldurup, çağırttı. Yatağında oturur vaziyette duruyordu. Ona rüyamı aktarınca, bana dedi ki: ‘Risale-i Nur komünizmin belini kıracak.’ Sonradan öğrendim ki, rüya gördüğüm gece Stalin ölmüş.”

Papa gibi, Bediüzzaman’ın da, Mr. Çukaşvili’ye [Stalin’e] karşı, emrinde hiçbir müfreze yoktu. İmam Humeynî gibi Joe Amca’ya mektup yazarak komünizmden vazgeçmesini tavsiye etmedi, ancak hayatının son döneminde Türkiye’nin NATO’ya girmesini destekledi ve komünizme karşı yapılan Kore Savaşı’nı alkışladı. Kore gazileri bu olaydan dolayı onu asla unutmayacaklar; ki, onun en halis talebeleri arasında da Kore gazileri bulunuyor.

1953 yılına gelindiğinde, Mr. Çalışkan ihtiyar mollaya öylesine bağlanır ki, onun sadık bir takipçisi olur. (Aynı sene, Said Nursî, inanılmaz derecede esnek yorumlanan 163. maddeden dolayı yargılandığı İstanbul’a, mahkemede savunmasını vermek üzere bir seyahatte bulunur.) Bediüzzaman Isparta’daki ikametgâhına dönerken, Mr. Çalışkan da şoförü olarak onun yanında kalmaya başlar.

“Hatırladığım şey, hükûmetin tüm baskılarına rağmen, Üstad onlara boyun eğmiyordu. Bize Risale-i Nur’ları verdi. ‘Bu Said gitse de, binler Said’ler gelecek’ diye söylerdi. Onun son derece sade bir hayatı vardı. Konuşmayı severdi ve kardeşlerimin latifelerinden hoşlanırdı. Bir tas çorba ona üç gün yetiyordu. Ancak, eserleri harikaydı.”

Cemaat içindeki fertlerin sormaktan kaçındıkları bir soruyu sormak istedim. Üstad’ın kadınlarla olan ilişkisini. “Odasına kadınların girmesine asla izin vermezdi” diye, aşamalı olarak beni ikna etti. “Buna rağmen, onun belki erkeklerin sayısından daha fazla bayan talebesi vardı. Herkes maddeten ve manen ona yakınlaşmaya çalışıyordu. Huzurunda olduğunuzda onun ellerini öpmek isterdiniz; kadınlar kolunu öpmek isterdi. [Said Nursî’nin mensubu olduğu] Şâfiî mezhebine göre, kadın teninin değmesi temas abdestin bozulmasına sebep olur. Bu sebeple kadınlar yalnızca onun cübbesinin dirseklerini öpebiliyordu.”

Mr. Çalışkan, o ana kadar anlatıklarının hatırasıyla kendinden geçmişti. Mustafa, Salih ve odadaki çok sayıda Emirdağlı Nur talebesi, dinlediklerinden mest olmuşlardı. Şimdiye kadar aynı şeyi defalarca dinlemiş olmalarına rağmen, hâlâ onlar için bu hatıralar bitmez bir heyecan ve tazelik içeriyordu. Daha sonraları, İstanbul’da da, Said Nursî’nin hizmetinde bulunmuş kişilere karşı derin saygı duyuldğuna, onlara özel bir muamelenin yapıldığına şahit oldum. Yılların eskittiği bu yaşlılar Said’i tam tarifte zorlansalar da, cemaatin genç fertleri şevkle onları dinlemeyi tercih ediyordu. Onların Üstad’ın dizi dibinde oturmuş olması, böyle hareket etmek için yeterliydi.

“Benim dilim onu tarife kifâyet etmiyor. Ancak onun hizmetkârı olabilirim. O derya gibiydi. Onun hizmetine girmem bendeki meziyetten değildi, bilakis kaderin sevkiyle istihdam olundum.”

Saat ilerliyordu. Biz, Isparta’ya geri dönmek için Emirdağ’a gitmeliydik. Mr. Çalışkan arabaya kadar bize öncülük etti ve orada ön koltuğa binerek bizi yolcu etmeye geldi. Dar sokaklardan geçerek, şehrin meydanına ulaştık. Bize rehberlik eden zât, durduğumuz yerin biraz ilerisindeki yıkılmak üzere olan bir binayı gösterdi. “Orada Bediüzzaman’ın yıllarca içinde kaldığı bir ev vardı. Üstad’ın ölümünden sonra ticarete atıldım. Başlangıçta giyim mağazası açtım, sonraları kuyumculukla ticarete devam ettim. Burası benim dükkanım” diye, camları altın ve gümüşle parıldayan küçük bir dükkanı gösterdi. “Şimdi hayatımı dershanelerin inşasına adadım.”

İSTANBUL OTOBÜSÜ geceyarısı hareket edecekti. Bu, bizim son bir ziyaret yapmamıza imkân sağlamıştı. Mustafa tebessümle, “Çok ilginç bulacaksın” diyerek, bana bir teklifte bulundu. Çok geçmeden, bir Toyota’ya atlayarak Isparta’nın sokaklarından geçip çalılıklarla kaplı tepeye ulaştık.

Gecenin dondurucu soğuğu etrafa hâkimdi. Dolunay ışığı altında, şehrin merkezindeki çam koruluğu, minareler, camiler ve binalar, bacalardan yükselen kömür dumanı altında âdeta kayboldu. Biraz daha gidince, Isparta sis perdesi altında sadece sokak lambalarının cılız ışığının göründüğü bir kâbus şehrini andırıyordu. Arabamız durunca, dışarı çıktık. Dışarıda rüzgâr esiyordu. Hava temiz, ancak soğuktu. Mustafa, ayışığından dolayı işe yaramasa da, elindeki el fenerini yakarak bize öncülük etti.

Burası, dağlık bir yerde, fakirler için istimal edilen bir mezarlıktı. Parlak ayışığı altında, mezar taşları arasından geçerek boş bir çukurun önünde durduk.

Yıllar önce Isparta’dan birkaç kişi ölen bir yakınlarını gömmek için buraya gelir, diye açıkladı Mustafa. Mezarı kazarken bir metale rastgelirler. Biraz daha kazdıktan sonra, bir tabut bulurlar. Onu açmadan, Said Nursî’ye ait olduğunu tahmin ederler. Bu şehirdeki herkes onun vefatından ve cenazesinin naklinden haberdardı. Onlar, cenazenin Urfa’dan alınarak askerler tarafından bu bölgeye gömüldüğünü biliyorlardı. Dokuz yıl boyunca tabut burada gömülü kalır. Tabutu bulanlar, anında şehirdeki Nur talebelerini haberdar ederler. Kardeşlerden bir kısmı, tabutu buradan alarak gizli bir yere gömer. Günümüzde yalnızca birkaç kişi onun nereye gömülü olduğunu bilir ve onlar da hiçbir zaman hiçbir kimseye söylemeyecekler.

Böyle bir akıbet Said Nursî’nin vasiyetine tam münasip düşmüştü. O, nazarları biricik anıtı olan Risale-i Nur’lara çekmek için, mezarının gizli kalmasını arzu etmişti. Belki hastalık etkisiyle ölmek için Urfa’ya gitmişti. Belki de, garip bir tecelli ile, devlet onun son vasiyetinin gerçekleşmesine bilmeden vesile olmuştu. Doğrusunu hiç kimse bilemez.

Ayışığı altında titreyerek orada birkaç dakika kaldık. Isparta’nın tepesindeki bu mezarlık benim gizli Türkiye’ye yaptığım seyahat için çok anlamlı olmuştu. Bu seyahatimde mümkün olduğu kadar ilerlemiştim. Eski Said, yaşlı talebelerinin hafızasında iz bırakarak gözden kaybolmuştu. O, mübarek bir efsaneye dönüşerek, genç talebelerinin dualarında her gün anılageldi. O, yaşayan bir eser oldu. O eser şimdi milyonların elinde dolaşıyor.

  28.12.2003

© 2021 karakalem.net, Fred A. Reed

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut