Arşiv

 Sonsöz

ANADOLU İÇLERİNE YAPTIĞIM seyahat, beni İstanbul’dan alıp, hayli dolambaçlı bir güzergâhta dolaştırarak, Kürdistan’ın sarp dağlarını aştıktan sonra, çorak araziler arasında güneydoğuya yöneltip, Urfa’daki boş mezara ve Konya’dan Isparta’ya uzanan diyarlara kadar götürdü. Gittiğim yerlerde karşılaştığım halis insanlar ve dindar cemaatler, izleri silinmiş savaş meydanlarındaki sessiz alâmetler ve ortadan kaldırılan insanların görünen hayaletleri gibiydi. Ayak izlerini takibe koyulduğum Bediüzzaman, benim için gizemli ve karmaşık kalmaya devam etti.

Bu seyahatim boyunca duyduklarım, gördüklerim ve okuduklarımdan, Müslüman bir eylem adamı olan Bediüzzaman Said Nursî’nin faaliyetlerini tek kelimeyle ifade etmem gerekirse, bu kelime ‘başarısızlık’ olur. Onun İslâm’a bayraktarlık yapan Osmanlı’yı kurtarma teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlandı. Jön Türkler tarafından alay konusu yapılan Sultan’ın despotizmine karşı mücadelesi neticesiz kaldı. Onun Keçe Külahlılar denilen milis komutanı olarak Rus saldırılarına karşı direnişi, Rusları durdurmaya kâfi gelmedi. Uzak Anadolu’da Türk ve Kürt kardeşleri biraraya getirecek, Batı teknolojisi ile İslâm geleneğini birleştirmeyi hedefleyen yeni eğitim projesi rüya olarak kalmaya devam etti. 1925 yılına gelindiğinde, onun dünyası darmadağın oldu.

Ankara’da, Mustafa Kemal ile son kez karşılaştıktan sonra iyice dibe vuran bu dünyanın parçalanması, hayli uzun sürdüğü gibi, eziyet vericiydi de. Duygudan uzak bir insan olan Mustafa Kemal, demir gibi sert ve buldozer gibi ezici bir otorite ile nam salmıştı. İmanıyla tecessüm etmiş bir insan hangi kuvvete dayanıyordu ve kendisinde yüce kudretler algılayan bi zâta karşı neye istinaden mücadele etmişti?

Atatürk, Türkiye’nin geleceğini kendisinde görüyordu. Kafkasya sınırı boyunca, Osmanlı İmparatorluğunun kadim düşmanı Rusya, şimdi tarihsel dinamiklerin kaçınılmazlığından söz eden bir öncü parti tarafından idare ediliyordu. Yeni Cumhuriyette, aynı dinamik, tüm toplumu silip süpürecekti. Üretim güçleri tarafından şekillenen Yeni Sovyet İnsanı gibi, kimliği mazinin çok-milletli ve dinsel prangalardan kurtulmuş, ırkçı çizgilerle yeniden şekillenmiş bir Yeni Türk İnsanı da sözkonusuydu.

(Muzaffer Bolşevikler, temsil ettikleri emek kesiminin menfaatlerine göre hareket ettiklerini iddia ederken, M. Kemal ve takipçilerinin durumu hayli belirsizdi. Görünürde eski rejimin izlerini silme gibi bir misyonları olmasına rağmen, gerçekte onun otoriter özeliğini aynen devam ettirdiler.)

1930’larda M. Kemal’in CHP’si devlet üzerindeki kontrolünü pekiştirdikçe, Batılılaşma yarışı akıl almaz bir şekil aldı. Ulu önder, millî opera ve tiyatronun, modern Batılı yüksek kültürün temelini oluşturacağını beyan eder. İktidardaki çok az insan, Osmanlı, Arap ve Fars edebiyatı, sanatı ve müziğinin yasaklanacağına ve insanlara Batıdan ithal edilen dil ve estetiğin empoze edileceğine inanırdı. Bu gelişmeye itiraz kabilinden ses çıkaranların sesleri kesilmişti.

Aşılması gereken bir engel kalmıştı: İslâm. Mustafa Kemal, attığı hızlı adımlarla Sünnî grupları parçalamaya, ve daha sonra ,Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla kontrol altına almaya girişir. Tarikatları ise tamamen yasaklar. Hiçbir millî opera, hiçbir millî tiyatro, hiçbir zorunlu eğitim sistemi ve mecburî askerî hizmet, yeni rejimin teb’alarını ecdadının dininden ayırmak için yeterli olmaz.

İstanbul ve Ankara’da alev saçan aydınlanmış despotizmin parlak adalarını kuşatan, Kemalist söylemcilerin gericilik ve irtica diye adlandırdıkları büyük bir deniz vardı. Kendi dinini Atatürk’ün peygamberliğini yaptığı yeni ilâhî sistem olan Türk ulusal devletine ibadetle değiştirmeyen küçük kasabalar, köyler ve cemaatler, işte bu denizin dahilindeydi.

SAİD, KARANLIK BİR HALET-İ ruhiye içinde iken yazdığı bir eserinde, Nakşibendî tarikatının inananları dört şeyi terke davet ettiğini beyan eder: dünyayı, ahireti, mevcudatı, ve bir de, terki terk. Gerçi onun yolu tarikat yolu değildi, ancak o tarikatı gayet iyi biliyordu. Kendi çizdiği yolun farkını net bir şekilde ifade ediyordu. “Acz tarikinde dört şey lâzımdır: Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak.”180 Barla’da, bu dört şey, ilâhî ihsanın bereketiyle, ona fazlasıyla verildi. Çam Dağı’ndaki ağacın üstündeki kulübesinde ve Barla’daki büyük çamın tepesinde, takip edeceği yolu ilhamla veya ilimle bulmuştu.

Orada, halis köylüler, balıkçılar ve kırsal bölgenin fakir entellektüelleri arasında, Said’in eski siyasî teşebbüslerinin başarısızlığı, siyasî olmayan bir dinsel yeniden doğuma vesile oldu. Ankara’daki rejimi tanıdığında, Said geleneksel dinî politikaların amansız bir zulüm ve baskıya kaynaklık etmekten öteye gidemeyeceğini anlamıştı. Kudretli emniyet güçlerine ve herşeyin yukarıdan dikte edildiği bir sisteme sahip yeni devlete açıktan meydan okumak, ülkeyi baskı ile yöneten Batılılaşma taraftarı güçlerin elinde oyuncak olma ve rejimin emrine giren bir molla derecesine inme tehlikesini içeriyordu.

Said, sürgün ve baskı dolu muamelelere maruz kalmadan önce bile, sürgünü ve gözden ırak durmayı kendine strateji olarak benimsemişti. Dünyayı değiştirme sevdasından vazgeçen Said, hayatını ve istidadını dünyayı gören gözleri değiştirmek için kullanmaya karar verir. Bu gayesini gerçekleştirmek için kullandığı biricik âleti Risale-i Nur’dur.

İman hakikatlerine dair âyetlerin derin mânâlarını ifade eden Kur’ânî tefsirini parça parça kaleme aldığı 25 yıllık süre içinde, onun mesajı Türk toplumunu derinden şekillendirir. Doğrusu, onun beyan ettiği noktalar, Türk insanının dünyasında daima varlığını devam ettiregeldi. Bediüzzaman, kadim hakikatleri farklı bir üslupla yeniden vurgulayarak, insanların bilincinde tohum misali kendini muhafaza eden meseleleri yeniden yeşertir.

ORİJİNALE BAK!!!“Diğer eserlere muhalif olarak, Risale-i Nur diğer fennî ve ilmî eserlerden toplanmış bir eser değil; onun Kur’ân’dan başka hiçbir kaynağı yok; Kur’ân’dan öte bir üstadı yok; Kur’ân haricinde bir otorite tanımaz. Onun müelifinin yanında Kur’ân’da gayrı hiçbir eser yoktu, onları kaleme alırken.”181

Hırslı Batı toplumunun lugatinin gözde kavramlarından biri olan başarı, Said Nursî’nin yabancısı olduğu bir kavramdı. Onun hayatının ve mücadelesinin paradoksal sonucu şuydu: O, başarısızlık içinde gerçek başarıya ve zafere ulaşmıştı. İnananları uyandırmak ve harekete geçirmek için eylemin netice vermediği bir durumda, olup bitene karşı ilgisiz kalırcasına eylemsizlik netice getirecekti. Siyasetin dini kullanarak maksadına ulaşmakta başarısız olduğu yerde, din, çağdaşlaşma adına reformlarla bölünmüş bir toplumu, siyaseti terkederek, yeniden inşa edecekti.

* * *

HER CUMARTESİ GÜNÜ, İstanbul çevre yolunun şehrin merkezine inen kavşağı, kuşlarla şenlenir. Evcil güvercinler içinden en meşhuru, parlak ve keskin bakışlı olanı, demirlikler arasında korumaya alınmıştı; parlak ve rengarenk tüyleri ile dikkat çeken süslü güvercinler de, bez kafesler içinde muhafaza ediliyordu.

Gerçi buraya güvercinleri incelemek ve onlara hayran olmak için gelmemiştim. Onlar âdeta yolumu kesivermişti. Kuş pazarının biraz ötesinde, tepeciğin üzerinde, karayoluna nâzır bir yerde bulunan granit anıtı ziyaret edecektim. Geceleyin büyük lambalarla aydınlatılan ve gündüz güneş ışıklarıyla parıldayan bu anıt, şehre ilk girdiğimde dikkatimi çekmişti. Anıtta, Türkiye’nin ilk defa demokratik yolla seçilen ve askerî darbe ile devrildikten yaklaşık birbuçuk yıl sonra, Eylül 1961 tarihinde idam edilen başbakanı Adnan Menderes’in mezarı bulunuyordu. Menderes’in yargılanması ve idamı, ikisi de Marmara Denizi’nde bulunan Yassıada hapishanesi ile İmralı adasında gerçekleşmişti. Abdullah Öcalan’ın yargılanmasının ve hakkında idam kararı verilmesinin, yine İmralı’da gerçekleşmesi, Menderes vak’asını yeniden hatıra getirmişti.

Anıtmezar, Fatih Sultan Mehmet’in önderliğindeki Yeniçerilerin gedik açtıkları Bizans surlarının yakınındaki yoğun nüfusu olan kenar mahale ile batı yakasındaki tepeler boyunca uzanan sanayi alanı arasındaki boş bir arazi üzerine kurulmuştu. Güvercin pazarını arkamda bırakarak, birçok insanın sevdiği ve birçoğunun nefret ettiği bir insanın yattığı alana yaklaşıyordum. Onun mirası, âdeta bilinçli bir şekilde gözardı ediliyordu.

Türkiye’de, yalnızca bir kısım insanlar, ‘seçilmiş diktatör’ün trajik yükselişini ve düşüşünü bilmezlikten geliyorlardı. Görüştüğüm insanların çoğu, Türkiye’ye onlarca yıl süren totaliter cumhuriyet rejiminden sonra, demokrasi imajını getiren ve İslâm’a yeniden meşruiyet kazandıran Menderes’e, istemeyerek de olsa, saygı duyuyorlardı.

Çin’de Mao Zedung’un en vahşi dönemi olan Çin Kültür Devrimi senelerindeki imajına benzer bir imajı olan ve yine Mao gibi kısa bir süre sonra nüktelere konu olması muhtemel olan Atatürk’ün aksine, Adnan Menderes, mahiyeti tam bilinmeyen bir insan olarak kaldı. Turgut Özal (onun anıtı, bir şans eseri olarak, Menderes’in anıtının yanında inşa edilir) tarafından yeniden ihya edilenleri hariç, Menderes’in mirası kaybolur. Onun hayatı, mütebessim politikacı, kahraman başbakan, idamını elem içinde kabul eden ve ipte sallanan biri olarak zihinlerde iz bırakır. Menderes, bugün granitlerde gömülen bir insan ve bir mirastır.

Menderes, tahrikçi ve devrimci bir kişilikten maada, parlak bir zekası olan karizmatik ve tutkulu bir insandı. 1899 yılında, Aydın’ın zengin toprak ağası sınıfının bir evladı olarak dünyaya gelir. 1946 yılında ülkenin demokratik güçlerinin liderliğine soyunur. Tek parti rejiminin, İkinci Dünya Savaşı yıllarında tarafsız kalmaya azamî dikkat etmesine rağmen, güçlü bir ordu bulundurarak Almanların Bulgar sınırından girmesine mani olmasının maliyeti hayli yüksek olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri, kendini Avrupa’yı yeniden inşa etmenin yanısıra, Sovyet komünizmine karşı mücadelede lider olarak görmeye başlayınca, İsmet İnönü bir ikilem ile karşı karşıya gelir. Amerika’nın yardımından tam nasiplenmek için, Türkiye, şeklen dahi olsa, demokratikleşmek zorunda kalır.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilk alenî rakibi olan Demokrat Parti, Cumhuriyet yönetimine ve parlementer görüntü altındaki askerî rejime karşı ortaya çıkan tepkilerin yükselen sesi oldu. Herşeye rağmen, onun lideri, CHP’yi oluşturan toprak ağaları, tüccarlar, sanayiciler ve askerlerden oluşan dar bir sosyal sınıftan geliyordu. 11 Temmuz 1947 tarihinde İnönü, kamuoyuna Demokrat Parti’nin yıkıcı bir örgüt olmadığını açıkladı. Tamamen şans eseri olarak, yardımlarla ilgili Türk-Amerikan anlaşması, ertesi gün imzalandı.182

Amerikan desteğinin öteki koşulu, o zamanlar Kızıl Tehlike olarak bilinen harekete karşı mücadele vermekti. Kemalist rejim, eski kötü günlerinden ve sekülerizm adına devletin herşeyi kontrol altına aldığı devirden kalma kalıntıları muhafazaya devam etmesine rağmen, çok az sayıda insan dışında, sosyalizmi savunma hatasına düşmedi. Demokratlar ve Cumhuriyetçiler, sosyalizme sempati duyanlara potansiyel hain muamelesi yaparak, onları kamusal hayattan merhametsizce uzaklaştırmayı zorunluluk addettiler. Feroz Ahmed’e göre, iki parti de statükonun korunması gerektiğine inanıyordu. Onlara göre, toplumu Batılılaştıracak reformlarla Türkiye’yi değiştirmek kapitalist bir yapı içinde gerçekleştirilmeliydi.183

Bu plan kağıt üzerinde güzel görünüyordu. Ancak zaman gösterdi ki, Ankara ve Washington’daki stratejik planlamacıların hesapları yanlış çıktı. Menderes rüşvetle satın alınması mümkün, içinden çıktığı sınıfın medar-ı iftiharı tutkulu bir adam olabilirdi. Ancak o, Türk toplumunun kırsal kesiminden yükselen sese duyarlı biri olarak, rejimden memnun olmayan çoğunluğun gücünü arkasına alarak iktidarı ele geçirebileceğini sezmişti. O, Türk toplumunun mayasında bulunan İslâmî duyguları harekete geçirmenin maksadına ulaşmak için anahtar rolünde olduğunun farkındaydı.

Mayıs 1950’de, CHP karşısında kazandığı şaşırtıcı bir zaferle, DP 27 yıllık Kemalist iktidarın sonunu getirmişti. Yeni hükûmetin ilk kararlarından biri, ezanı Arapça aslına göre okumayı serbest bırakmasıydı. Ezanın Türkçe okunması insanları şoke ettiği gibi, tekrar Arapça okunmasına izin verilmesi de onları hayli coşturmuştu.

YANLIŞ!!!Türklerin deyimiyle, Kur’ân Hicaz’a indi, Mısır’da yazıldı ve Türkiye’de okundu. Ezanın aslına çevrildiği gün, minarelerden yükselen tatlı ve yanık sesleri duyanlar, yerlere kapanarak şükür secdesi yaptılar. Köylerde, kasabalarda, İstanbul’da ve başkentte, koyunlar kurban edildi.

Menderes, elini çabuk tutup, dinî yüksek okulları desteklemek için bütçeden para ayırmaya başladı. O ve onun partisi, Atatürkçü seküler sisteme sadakatle bağlı kalmasına rağmen, iktidara geçtiği günden itibaren, Cumhuriyet Halk Partisi’nin sekülerizmi İslâm’ı yok etmek için kullanmasına mukabil, dini devlete karşı muhafaza etmeye çalıştı.184

Pakistanlı tarihçi Muhammed Feroze’a göre, “DP’nin takip ettiği politika, İslâm’ı öğrenme ve onu günlük hayata tatbik etme arzusunun uyanmasına yardımcı olmuştur. Bu gelişme, İslâm’a büyük ilgi duyan ve İslâmî geçmişiyle övünen yeni bir genç nesli beraberinde getirmiştir.”185

Menderes’in on yıllık iktidar dönemi, 27 yıllık katı Kemalist diktatörlük sırasında siyasete lânetle sırt çeviren Bediüzzaman Said Nursî’nin yeniden siyasete ilgi gösterdiği yıllara tevafuk eder. Evliyavari yaşamına, sıkı ev hapsine, çileli sürgün ve hapis hayatına rağmen, Said, Türk toplumundaki gelişmeleri takip edebilmiştir. Onun mektuplarını ülkenin dört bir yanındaki talebelerine taşıyan ‘postacılar,’ İstanbul’dan, başkentten, kırsal alandan, hasılı her beldeden Barla, Emirdağ, Kastamonu ve Isparta’ya toplumdaki gelişmelerle ilgili haberlerle geri döner. Sürekli çıktığı mahkeme huzurunda edindiği izlenimler, ona devletteki gidişat hakkında bir fikir verir.

Kendini siyasî faaliyetlere katılmaya davet edenlere, Said Nursî, “Beni dünyaya çağırma” diye nasihatta bulunmuştu. Şimdi, dünyanın kendisi de onu davet ediyordu. Soğuk Afyon hapsinde son aylarını geçirirken yazdığı bir mektupta, Eski ve Yeni Said’den sonra, bir Üçüncü Said’in zuhura başladığını tahmin ettiğini beyan eder.186 Onun tahmini gayet sağlam temellere dayanır. Baskı, yargılama ve hapse rağmen, milyonlarca Türk’teki Risale-i Nur’u sahiplenme şevki, Demokrat Parti’nin ortaya çıkmasını sağlayan kuvvet olmuştu. Said, bu partinin dini kullandığını biliyordu.

Hiçbir zaman doğrudan siyasete dahil olmayan Said, Demokrat Parti’yi ehven-i şer gördüğünü beyan ederek destekler ve ona yol gösterir. Onun talebeleri, DP’lileri İslâm’ın lehinde karar vermeye teşvik ederek etkilemeye çalışır.

Said’e göre, eğer bu gayretler başarıyla neticelense, Türkiye ile diğer İslâm ülkeleri arasında yakınlaşma sağlanırdı. O, gerçek Türk ve Arap milliyetinin İslâm olduğunu uzun yıllardır ileri süregelmişti. Diğer İslâm ülkeleriyle ilişkilerin gelişmesi, İslâm ümmeti için anahtar rol hükmünde olan İslâm kardeşliğini ihya edecekti. Bundandır ki, İslâm toplumu için birlik ve barış vesilesi olur ümidiyle, Bağdat Paktını hararetle destekler. Türkiye ve Irak arasındaki işbirliği, günümüzde bile yükselişini devam ettiren Arap ve Türk milliyetçilik akımlarının hızını kesecekti.

Bediüzzaman için, Menderes dönemi beklenilmeyen bir gelişmeydi. Belirsiz bir şekilde devam eden olaylar, birden şekillenip onu gündemin ortasına yerleştirmişti. Kamuoyunda tartışılan ve kahramanca mücadele veren bir güç haline gelmişti. Menderes’i uyarmak ve ona yol göstermek için mektup yazmaktan kaçınmaz. Talebeleri de, Risale-i Nur’ların eğitim müfredatına dahil edilmesi için aralıksız gayret gösterir.

Bediüzzaman bilerek mi sebep oldu bilinmez; onun ülkenin siyasî hayatına müdahalesi, Türk politikasının derininde yer alan gelenekçilik ve modernizm arasındaki muazzam çelişkiyi su yüzüne çıkardı. Birden su yüzüne çıkan bu çelişki keskin bir virajın eşiğine gelir. Bediüzzaman, Menderes’e gönderdiği bir dizi mesajında, sosyo-politik sıkıntıların Batı felsefesinden kaynaklandığını beyan ederek, bunları gidermek için Kur’ânî çareler sunar.

Başbakana tavsiyelerinde, Said Nursî, sıklıkla Kur’ân âyetlerindeki ‘temel esaslar’ üzerinde durur: “Hiç kimse başkasının hatasından mesul değildir.” Savaşlar ve katliamlarla dolu yirminci yüzyıldaki vahşetin asıl nedeni, ona göre, bu ilâhî hükmün yerine milletin selameti için fertlerin hakkı feda edilir şeklinde bir beşerî hükmün ikame edilmesiydi:. Bu ters hüküm, binlerce yıl boyu terakki eden insanlığı eski vahşetine geri götürüyordu.187

Görünürde Kemalist diktatörlük döneminde idari mevkilere atanan kişilere kastederek, “Milletin idarecisi onun hizmetçisidir” der. Aslında bu ifadeler başbakanı uyarmak içindi. Devletin içinde seküler sisteme sadakatla bağlı olanlar Demokratlara saldırmak için fırsat kollarken, Menderes kendi kendine çöküş alâmetleri vermeye başlar.

İnsanları seküler doktrinin hapsinden kurtarmak ve aynı zamanda açlık sınırındaki insanlara refah getirmek vaadiyle ve ümidiyle işbaşına gelen Menderes, verdiği sözlerin icabını tam olarak yerine getiremez. 1955 yılında Kıbrıs’taki durumu bahane ederek İstanbul’da ayaklananlar, ülkedeki derin iktisadî ve siyasî bozulmayı yansıtıyordu.

Kemalist anayasa ile çok güçlü hale getirilen Türkiye Büyük Millet Meclisi, Demokrat Parti’nin elinde, demokratik kuruluşları tahrip etmenin oyuncağı haline gelir. 1954 yılındaki seçim zaferiyle iktidarı yeniden ele geçiren Menderes, 1950 yılında demokratik yoldan devirdiği diktatöre benzemeye başlar. Bu tavrı gayet masum bir gerekçeye dayanıyordu: İnönü ve arkadaşları asla yenilgilerini kabul etmeyerek, devleti kullanıp, yeni hükûmetin altını oymaya devam ediyorlardı. Onlar, Menderes’in faaliyetlerini, Atatürkçülüğün seküler prensiplerden sapmak suretiyle kamusal alanda İslâm’a daha çok yer açmak şeklinde değerlendiriyorlardı.

Menderes, bu tarz suçlamaları etkisiz bırakmak için 1953 yılında Atatürk’ün tabutunu, Ankara’da inşa ettirdiği Anıtkabir’e nakleder. Ancak hiçbir jest, ‘felsefî’ intikam almaya ahdetmiş düşmanlarını yatıştırmaya kâfi gelmez. Bunun üzerine, Menderes, parlamentoda çoğunluk olmanın verdiği gücü kullanarak rakibini alaaşağı etmeye çalışır. Ne gerekçeyle olursa olsun, kendisine karşı çıkan herkes için bu silahı kullanır. Gazeteler kapatılır ve gazeteciler hapse atılır. Krizin gittikçe büyüdüğü böyle bir atmosferde, Türkiye 1957 yılında seçime gider.

Bu sefer, acımasız parti mücadelesine ilgisiz kalmayan Said Nursî, Demokrat Parti’ye açıktan oy vererek desteğini gösterdiği gibi, talebelerine aynı tercihte bulunmalarını telkin eder. CHP seçimi kazanacağını umuyordu. Bekledikleri gerçekleşmeyince, yenilgilerinden Bediüzzaman’ı sorumlu tuttular.

1959 Şubat ayında Menderes, Londra yakınlarındaki uçak kazasından yara almadan kurtulur. O, bunu bir ilâhî mucize eseri olarak yorumlar. Bu olaydan hareketle, Demokrat Partililer neredeyse liderlerinin Allah tarafından seçildiğine inanmaya başlarlar.

Feroz Ahmed’e göre, o yıl Türk demokrasisi açısından çok trajik bir yıl olarak tarihe geçer. “Demokratik sistemin şuuru ve bekçisi addedilen basın, o yıl mahkemelerle uğraşır. O güne kadar görülmemiş sayıda gazete kapatılır ve gazeteciler hapse atılır.”

Nisan 1960 tarihinde Demokratların, CHP yasal sınırları aşarak muhalefet yapıyor şeklindeki suçlamalarını araştırmak üzere bir Tahkikat Komisyonu kurulur. Çok geçmeden, bu komisyona basına sansür uygulama, gazeteleri baskı altına alma, mahkemeye sevk ve hapsetme gibi konularda yasal yetki verilir.188 Mayıs ayına değin, askeri darbe yapmak için o derece hazırlık yapılmıştı ki, halk arasında dedikoduya bile konu olmuştu. Mayıs’ın başında, özel tomisyon, soruşturma kapsamına askerî kurumları da alacağını duyurur.

21 Mayıs’ta Harp Akademisi öğrencilerinin Ankara’da yaptıkları bir gösteri, hükûmet yetkililerinin prestijini iyice sarsmıştı. Sıkıyönetim ilan edilerek Ankara kuşatma altına alınır. Askerî komplocular Menderes’in hayalinin mahsulu değildi; onlar hakikî ve ölümcüldü. Komplocular, Komisyonun yapacağı tahkikatın planlarını su yüzüne çıkaracağını biliyorlardı. 27 Mayıs’ta, Türk silahlı kuvvetleri yönetime el koyarak Menderes hükûmetini devirir.

Radyodan şu mesaj okunur: “Değerli vatandaşlar! Son olaylarla demokrasimizin içine düştüğü buhranla, kardeşin kardeşi katletmesine mani olmak için Türk Silahlı Kuvvetleri ülke yönetimine el koymuştur.” Bu bildiri aşırı milliyetçi kanadın lideri olan Albay Alpaslan Türkeş tarafından okunur. Albay, daha sonraları, sokak çatışmalarıyla meşhur Bozkurtçu milislere başbuğluk yapar. Sonradan aynı albayın taliminden geçmiş kişiler, Susurluk’taki bir trafik kazasıyla ortaya çıkan stratejik ve siyasî ilişkilerde görev alır. Türkeş’in kurduğu MHP, Nisan 1999 seçimlerinden sonra kurulan koalisyonun ikinci büyük ortağı olur.

Menderes ve arkadaşları askerî bir mahkemede yargılanır. Beklenildiği gibi, sonraki yılın Eylül ayında, haklarındaki mahkeme kararı kesinleşir. Onbeş idam kararı arasından, eski başbakan ve ona yakın iki bakan kurtulma imkânı bulamaz. Ordu, dindar rakiplerinden daha kuşkulu bir halet-i ruhiye ile, Menderes’in yenilmezliğini ve ölümsüzlüğünü, her türlü bedeli göze alarak, ortadan kaldırmak ister. Sonu gelen ‘seçilmiş diktatör,’ ıssız bir adada ipte sallanır. Onun en büyük günahı, şahsî dürüstlüğünün bedeli olan aşırı bir cezaya çarptırılmasıydı. O, aynı zamanda ülkedeki gizli İslâmî gelişmenin varlığını kabul eden ilk devlet adamıydı. Bu son onun ölümü için tek başına yeterliydi.

Bediüzzaman Said Nursî’nin müdahalesi için vakit hayli geç idi. Herkesin korkulu rüyası olan eski mücahit, darbeden iki ay önce ölmüş ve Urfa’ya defnedilmişti. Onun inançlı talebeleri, hayli zaman önce, kendilerine işkence yapan idarecilerin ancak mecbur kaldıklarında uydukları demokratik değerlere saygı göstermek namına etkisiz hale getirilmişlerdi.[[nötralize edilmişlerdi]] Ancak onlar, sayısal güçlerine ve geçerli gerekçelerine dayanarak çatışmaya girseydiler bile, ne askerin silah ve tanklarının, ne de Menderes’in demokratik olmayan hareketlerinin üstesinde gelebilirlerdi.

Askerî diktatörler zaman kaybetmeden niyetlerini açıkladılar: Türkiye, silahlı kuvvetlerin teminatı altında, ebediyen devam edecek bir tarzda Kemalist rejime geri dönmüştür. 1961 yılında kabul edilen Anayasa’nın 111. maddesi, önemli bakanlar, genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarından oluşan Millî Güvenlik Kurulu’nun tesisini öngörür. Kurulun görevi, “millî güvenlik ve koordinasyon konularında alınacak kararlar için hükûmete yardım etmektir.”189

1961’den bu yana, Türk silahlı kuvvetleri, Kemalist mirasın bekçiliğiyle alâkası olmayan konulara müdahil olagelmiştir. Darbeden sonra, Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) kurulur. İlgili yasal düzenlemeye göre, bütün ordu mensupları gelirlerinin yüzde 10’unu, ileri bir tarihte almak üzere, bu fona aktarmak zorundadır. Günümüzde OYAK, bankacılıktan tutun sanayi komplekslerine ve kârlı ulusal silah endüstrilerine değin birçok alana yayılmış, ülkenin üçüncü büyük holdingi haline gelmiştir. Ülkedeki bankaları, medya gruplarını ve sanayi kuruluşlarını kontrol eden özel büyük holdinglerden oluşan hâkim iktisadî sistemin devamı noktasında, bu kadar büyük bir holdinge sahip silahlı kuvvetler tarafsız veya siyaset-üstü kalamaz. Susurluk kazasının ve 28 Şubat 1997 darbesinin gösterdiği gibi, üniformalılar, devletin en üst kademelerine nüfuz eden mafyaya ses çıkarmıyor iseler de, zayıf ve uysal bile olsa bir İslâmî siyasî partinin varlığına tahammül edemiyorlar.

Bediüzzaman’ın talebeleri, silahlı kuvvetlere karşı, Yeni Said kisvesine bürünerek mukabele ediyorlar.

Yaklaşık bir asırdan beri, İslâm dünyasında, bir zamanlar galip konumunda olan vahyin günümüz Batı medeniyetine karşı aldığı yenilgiyi tersine çevirmenin yolları tartışılıyor. Yirmi yıl önce, İran’da Âyetullah Humeynî’nin yükselişi ve parlak bir zeka olan Ali Şeriati’nin teorik tartışmaları ile canlanan İslâmî uyanışlar, günümüzde, devrim vaatleriyle birlikte kayıplara karışmışa benziyorlar.

O günlerdeki dalgalar çekilmeye devam ediyor. İslâmî devrim hareketleri ya askerî müdahalelerle yok edildi, ya siyasî biçimde pasifize edildi, veya Dünya Süper Gücü tarafından satın alındı. Türkiye’de cesur fakat kabahatli Dr. Erbakan’ın Refah Partisi deneyimi, bu yarı sivil yarı askerî millî güvenlik devletinde parlementer demokrasinin sınırlarını ortaya koydu.

Partizan politikaların ayak oyunlarından uzak duran Nur cemaati, sık sık, yalnızca rejime faydası dokunan bir sessizliği tercih etmekle suçlanıyor. Şu kanaate vardım ki, cemaat bu tavrıyla, Üstadını taklid ederek, daha büyük ve sağlam esaslara dayanmak suretiyle, siyasetin dini kullanmasına mani oluyor.

Türkler, sabır, metanet, kanaat ve haysiyet gibi yüce geleneksel değerleri taşıyagelmişlerdir. Bu değerler, ilginç ve tahmin edilemez yollarla, esrarengiz bir tarzda, gizli Türkiye’yi yeniden şekillendirip değiştiren bir öğretiye sahip müceddid Bediüzzaman Said Nursî’nin kişiliğinin parçasıydı.

Anadolu’da bir kasabadan ötekisine uzanan seyahatim boyunca, bu gizemli Said’e asla yetişemedim. Onun gölgesi daima bir ilerideki köşede kayboluyordu; onun ayak izleri ise, zamanın getirdiği erozyonla, belirsiz hale gelmişti. Ancak, onun yokluğu bir kutup yıldızı gibi parıldıyordu. Satın alınamayan ve mütevaziliğiyle iftihar eden biri olarak tanıdığım Bediüzzaman, akıntıya karşı yüzmüş, kuvvetin verdiği kibirden nefret etmiş ve zamane ruhlara cesaret vermişti. Onu dost biri bildim. Kendisiyle karşılaşsaydım, sırf bunun için, elini sıkacaktım.

  28.12.2003

© 2021 karakalem.net, Fred A. Reed

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut