Eğitim sürüsü

Nuriye Çakmak

And içmesek, bir varlığımız olmayacak mıydı?


ANNE VE babaların evlatlarıyla yaşadığı en sistematik ayrılığın okul kapılarında gerçekleştiğini düşünüyorum. Çocuklar için oldukça derin izler bırakan bu ayrılışta yeni evlerine, yuvalarına geldikleri söylenir çocuklara. Ama ortam hiç inandırıcı değildir ki, dinmez gözyaşları çocukların. En düşkün olanı en fazla birkaç gün bekler evladını. Sonra gider gölgesi kapılardan... Koca bir kalabalıkta yalnız kalıverir çocuklar. Hayatla ilk yüzleşmedir bu.

Bu yüzleşmenin ardından tanışma gelir. Adettendir, aileler “Eti senin, kemiği benim” diyerek verirler çocuklarını. Kıymetli yerini ‘eğitimli çoban’a, kemikleri de büyük bir fedakârlıkla kendine alır anne baba. Çocuğa kendine ait bir şey kalmaz böylece.

Kocaman bir sürünün küçük bir parçası.

Bizim eğitim günlerimiz genel olarak böyle başlardı. Daha iyi verim almak için olsa gerek, her sabah toplayıp and içirirlerdi bize. Varlığın anlamını bilmeden, varlığımızı armağan etmeyi öğrenirdik. Her sabah hediye ederdik, bıkmadan.

Bizi teslim eden ailelerimizin yaklaşımından olsa gerek, sürüden dışarıya taşanlara müdahale eden çobandan farksız olurdu hocamız. O da sopa marifetiyle doğru yola iletirdi emanetlerini. Ama eğitimin farkı şu ki, bu sopanın üzerinde rakamlar olurdu. Cetvel derdik biz buna, işlevsel bir aletti. Sürüden ayrılanı kurt kapar diye, okullarımızın etrafı tellerle çevriliydi; istediğimiz zamanda giremez, ölsek çıkamazdık. Zilden sonra bir dakika geç kalmak, büyük bir suçtu. Öğretmen zili dediğimiz o özel zil çaldıktan sonra öğretmenimiz gelene kadar bile yasaktı kendi aramızda konuşmak. Çalışkan bir arkadaşımız tahtaya yazardı adımızı, çünkü öğretmenin gelmesine ramak kala konuşma gafletine düşmüş, sürüden ayrılmışızdır. Bu büyük bir utançtı. Sonra ayağa kalkar ve büyük bir saygı ile ve yüksek sesle, en önemlisi sürüyü bozmadan selam verirdik öğretmenimize. “Günaydın” derdi. Nasılsınız demezdi kimi, susardık. Kimi sorardı, ahengi bozmadan “sağ ol” derdik. “Karnım ağrıyor, babam annemi dövüyor, sobamız yanmıyor” demek isteyip de diyemeyen arkadaşlarımız vardı belki. Ama konuşamazdık. Parmak kaldırmadan, izin almadan, kıpırdamadan...

Yıllarca sayıldık, tekrar tekrar. Sürüden ayrılan var mı diye. Liseden mezun olana kadar her ders parmak hesabıyla sayıldık. Her Cuma törene, her sabah müdürün konuşmasına katılmak gerekti. Yağmur yağsa da, rüzgâr da olsa; ya da yazın sıcağında. Öyle güçlüydük biz. Rahat, hazır ol derdi müdürümüz; ayaklarımızı yere vurmamız ve intizamlı bir ordu gibi tek ses çıkarmamız gerekirdi. Yoksa derse giremezdik, hocamız yeterince disiplinli olduğumuza kanaat getirene kadar bizi bekletirdi. Ayrı bir renk veya çeşit eşya kullanmak ceza almak demekti. Kıyafetimiz, sesimiz, tepkilerimiz “tek” olmalıydı. Yoksa eğitim alamazdık. İlkokulda yemeklerimiz bile tek olmalıydı mesela, ismi beslenme koluydu sanırım biri görevlendirilir, her gün okula ne getirdiğimize bakardı. Bugün patates ve havuç, yarın süt ve bisküvi... Artı, eksi verirdi. Sormazlardı, ‘Annen var mı sana beslenme hazırlayan?’ ‘Bu sabah haşlayacak patatesiniz var mı?’ Bu sorulara can yakıcı cevapları olanlarımız vardı. Konuşamazlardı. Eksiyi alıp otururlardı en çok ve bu böylece sürüp giderdi..

Sonra biz büyüyüp genç olmuştuk ama sistem hiç büyümemiş ve pek bir şey değişmemişti. Çobana itaatsizlik disiplin eksikliğiydi. Etimizden birinci derecede sorumlu olan kişi, bizi sıkı eğitime alır eğip bükerdi, yeterince eğilmezsek atardı sürüden, sürerdi. Ve tabi bizi dışarıda kurtlar yerdi...

Bu kurtların kim olduğunu merak ettim yıllardır. Kim kapacaktı bizi, kendimiz olsaydık? Etimiz kemiğimiz kendimize kalsaydı kim zarar verecekti bize? And içmesek, bir varlığımız olmayacak mıydı?

Şimdi bizler kocaman olduk, başka başka kuşaklar geldi geçti üzerimizden. Mavi boyalı, küçük pencereli, paslı telli okulların yerini lüks binalar, spor alanları, büyük bahçeler aldı bazı yerlerde. Aradan yıllar geçti, bilmiyorum sistem değişti mi. Hangi mantık hüküm sürüyor kapıların ardında. Dışarıdan bakılınca sanki bir şeyler değişiyor ya da değişmiş gibi görünüyor. Ama değişmeyen tek bir şey var, korkarım hala sürüden ayrılanı kurtlar kapıyor.


*Bu yazı ilk kez Sancaktar dergisinde yayınlanmıştır.

  10.10.2013

© 2021 karakalem.net, Nuriye Çakmak



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut