Ekşi Sözlük Yazarlarıyla Hasbihal – 3

“Pencereye bakarsanız, camdaki lekeyi, tozu ya da bir çocuğun topunun camda bıraktığı çatlağı görürsünüz. Eğer pencereden bakarsanız, ardındaki dünya gözlerinizin önüne serilir.”

Frederick Buechner


ÖNCEKİ YAZIDA tablo analojisinden yola çıkmış ve bir tabloyu en iyi şekilde görmenin ve onu doğru şekilde anlamlandırabilmenin yolu olarak, bakış noktamızı ve ressamın tarifini göz önünde bulundurma zorunluluğundan bahsetmiş ve tıpkı bunun gibi evren ve içindeki varoluşun da bir tabloya benzetilebileceğini ifade etmiştik. Devam edelim: Evren tablosunun, temsildeki tablodan iki önemli farkı var:

a) eşya ve hadiselerin neredeyse sonsuz bir anlam çeşitliliği ve derinliğine sahip olması

b) ve daha da önemlisi tablonun hala çiziliyor, yani tamamlanmamış oluşu!

Önceki yazıda bir tablo yorumcusu olarak bakışımızın, bırakın tablonun ardındaki anlamı, tablonun görünen yüzünü kuşatmak anlamında bile ne kadar yetersiz olduğunu “sayı dizileri” üzerinden göstermeye çalışmıştık. Pencereye bakmakla, pencereden bakmak arasındaki fark bir yana, bakıldığında görünenin, görülmesi gerekenin ne kadarı olduğuna dair bir yüzleşmenin bile, hüküm vermeden önce durup defalarca düşünmemiz gerçeğini bize fısıldıyordu!

Hoş Geldin Bebek!

Nazım Hikmet’in şiirini çoğumuz hatırlarız:

Hoş geldin bebek
yaşama sırası sende
senin yolunu gözlüyor kuşpalazı boğmaca kara çiçek sıtma
ince hastalık yürek enfarktı kanser filan
işsizlik açlık filan
tiren kazası otobüs kazası uçak kazası iş kazası yer depremi sel baskını
kuraklık falan
karasevda ayyaşlık filan
polis copu hapishane kapısı falan
senin yolunu gözlüyor atom bombası falan
hoş geldin bebek
yaşama sırası sende
senin yolunu gözlüyor sosyalizm komünizm filan…

Hepimiz aynı dünya içinde yaşıyoruz; fakat farklı şeyler görüyoruz. Aynı şeyi farklı renkler içinde görmek anlaşılır olsa da, onları birbirine bütünüyle zıt bir biçimde görmek ve değerlendirmek o kadar kolay anlaşılmıyor. Aynı şeyden ters anlamlar, aynı dünyadan birbirine bütünüyle zıt hayat felsefeleri çıkarılabiliyor. Bir varlık, bir tabiat kanunu veya bir olay, birinin gözünde sağlam bir inancın, diğerinin gözünde ise açık bir inançsızlığın kanıtı olarak kullanılabiliyor. Böyle bir durumda, her iki bakış açısının birden doğru olamayacağı açık olmakla birlikte, anlaşmazlıklar da sürüp gittiğine göre, bir yerlerde, kolay anlaşılmayacak bir biçimde bir “ray değiştirme,” farklı bir mantığa yönelme yahut bazı noktaları sessizce atlayıverme veya olmayan şeyleri var gösterme gibi bir şeylerin cereyan ediyor olması gerekir.(*) Nazım Hikmet’in şiirinde ortaya çıkan da bundan farklı değildir. Onun çizdiği tabloda, her şey yitirilmiş ve kaybolmaya mahkûmdur örneğin. Ölümler, hastalıklar, insanlığı batağa sürüklemiş sistemler ve daha bir sürü şey, bu dünyaya gözünü açan her çocuğu bekleyen potansiyel tehlikelerdendir. Bu öylesine karanlık bir tablodur ki, eğer bir bebeğe yalnızca bunları fark edecek bir empati şuuru verilse, bırakın dünyaya gelmeyi, daha anne karnında intihara teşebbüs edecektir!

Peki, insana dair onca derinlikli ve anlamlı duygular… Aşk, sevgi, muhabbet, şefkat, vuslat gibi yaşamı değerli kılan heyecan ve mutluluklar, bu dünyanın gerçeklerinden değil midir? Bir dost meclisinde ardın sıra kopan kahkahalar, söylenen şarkılar ve iyi demlenmiş bir çay eşliğinde demlenilen sohbetler hangi dünyanın unsurlarındandır? Yöre yöre lezzet keşiflerine çıkan gurmeler ve neredeyse her uğranılan yerde ortaya çıkan envai çeşit lezzetler kimin için vardır? Günbatımında, bir seyir tepesinde sevdiğiniz, eşiniz, hayat arkadaşınızla birlikte oturmak, el ele göz göze, dudaklarından dökülen sevgi sözcüklerini kalbinizin en derinlerinde hissetmek, herhalde mars gezegeninin yaşam senaryolarından alıntılanmış masallar değil! Denizden bir damla gibi sunulan bu kısacık örnekler bile hayatın yalnızca elemden, acıdan, ayrılık ve korkudan ibaret olmadığını vicdanımıza fısıldamıyor mu? Elbette görmezlikten gelinemeyecek haksızlıklar ve acılar da bu dünyanın gerçeği ve her birimiz belli oranlarda ve bütün gerçekliğiyle bunlardan payımıza düşeni alıyoruz. Fakat var olan ve lehimize olan her şeyi görmezlikten gelerek varoluşu anlamlandırma aymazlığı da öyle kolay kabul edilebilecek şık olmamalıdır. Her şey zıttı ile bilinir; acıya isyan eden insan, tatlının farkında olduğu ve varoluşu ona uygun olduğu için acıya isyan ediyordur. Bu durum dahi, insan için arzulanan ve öncelikli olanın güzellik olduğunu ispat etmez mi? Ayrılığa isyan eden, kavuşmanın lezzetini tadanlardır! Onun için isyan edilen, beklenilenin varlığından haber verir. Her şeyin özünü korkunç olarak nitelendiren klasik varoşçular, bu düşüncelerinin kaynağını, ilahi olandan bağını koparmış bir düzlemde bulurlar. Oradan bakınca gerçekten her şeyin özü korkunç! Bir şeyin gerçekte ne olduğu ile onun bizim zihin dünyamızda ne olduğu arasındaki çetin çelişki, bu korkunçluğu besleyen temel faktör. Çünkü bir şeyin gerçekte ne olduğu ilahi köklerden koparılarak değerlendirildiğinde, ortaya çıkan sonuç, o şeyin özünü kendi görüş açımıza göre yorumlamak oluyor. Bu bu iki tür bakış biçimini besleyen yığınla psikolojik saik var ardımızda.

Vahşi Doktorlar

Bunu kabullenmek zor olsa da, insan ve evren hakkında genel geçer hükümler vermek söz konusu olduğunda bir hayli yetersiz olduğumuzu baştan söylemek zorundayız. Rasyonalite, kendi sınırlarını çizerken, bu kırılgan tarafımızı göz önünde bulundurursa, daha rasyonel sonuçlar çıkarmamıza yardımcı olur! Şairin dediği gibi, insanız; ne yapsak eksiğiz işte. Dün ak dediğimize bu gün kara, dün olumladığımıza bugün lanetler yağdırmakta üstümüze yok! Örnek mi istiyoruz; dünya tarihi… En sağlam zemin dediğimiz bilimin bile nerelerden ve hangi evrelerden geçerek bugünkü şeklini aldığına bakmak bile, öyle her meselede kolayca ahkâm kesemeyeceğimiz gerçeğini yüzümüze vurur. Evren ve doğa olaylarına bakışımız bile nerelerden nerelere geldik dedirtiyor. Örneğin güneş tutulması gibi -bugünkü astronomik bilgilerimiz açısından- en olağan meselelerin, daha dün denilecek kadar kısa süre öncesine kadar, üzerine ne destanlar, ne uğursuzluklar yüklendiğini bilmek bile insanın bu zaafını görmek için yetmez mi? Dün, güneş tutulmasını “Tanrıların gazabı” olarak görenler, bugün onu izlemek için bir sene öncesinden otellerde rezervasyon yaptırıyor!

Bu zaafın temelinde, yine bütüne dair doğru bilginin varlığından yoksun olmak en birinci şık olarak duruyor. Aynı şeyden farklı tonda çıkarımda bulunmakla, birbirine tamamen zıt neticelere varmak arasındaki uçurumu, bilginin, eşya ve hadiseler üzerindeki dönüştürücü etkisi olarak tanımlayabiliriz. Bilginin olay ve hadiselere bakışımız üzerindeki kilit rolünü şu örnekle ifade edebiliriz:

“Tıp ve bu bilim dalıyla alakalı hemen hiçbir şeyden habersiz bir kabile üyesini ele alalım. Çok değer verdiği eşinin cerrahi bir müdahale için kendisine haber verilmeden hastaneye götürüldüğünü ve bir köşeden eşine yapılan cerrahi müdahalenin ona izlettirildiğini düşünelim. Ameliyat sonrası, kabilesine götürülen bu adam, diğer kabile üyelerine ne anlatırdı dersiniz? Muhtemelen şunları söyleyecektir:

“Önce bir grup garip kıyafetli ve yüzleri görünmeyen insanlar, yatağa bağlanmış karımın yanına geldi ve ona birkaç şey söyledikten sonra vücuduna garip bir aletle bir iksir verdiler ve onu etkisiz hale getirdiler. Ellerindeki çok keskin bir bıçakla karın bölgesini yardılar ve kanlar içinde çok değerli olduğunu düşündüğüm bir parçayı çıkartarak bir tabağa koydular. Kesilen yeri tekrar dikerek acilen bilmediğim bir yere doğru götürdüler. Sanırım karım içinde çok gizemli ve kıymetli bir şeyi taşıyordu ve bunun farkına varan bu insanlar bu değerli şeyi elde ettikten sonra onu ölüme terk ettiler.”

Şimdi de bu adama, aynı durumun, bir video ile tekrar izlettirildiğini ve cerrahi sürecin “bilen” bir kişi tarafından tekrar anlatıldığını varsayalım:

“Eşini hızlıca o binaya getirmelerinin sebebi apandisitin zarar görmesi ve vücudu zehirlemeye başlamasıydı. O gördüğün yer bir ameliyathane, o garip kıyafetli insanlar da eşinin temiz bir ortamda ameliyat edilmesi için ona uygun giyinen ve konusunda uzman doktorlardı. O garip aletle kolundan zerk edilen sıvı, ameliyat esnasında acı duymaması için vurulan narkozdu. Karın bölgesinden çıkartılan o parça ise onun ölümüne yol açmak üzere olan apandisit idi. Doktorlar, cerrahi müdahale ile eşini apandisit tehlikesinden kurtarıp onu iyileşme süreci geçirmesi için yoğun bakıma aldılar.”

Durumun vahametinden habersiz bir bakışın aynı olaya baktığında gördüğü ve hissettiği şeylerle, gerçeğe yani “görünenin” perde arkasındaki anlamına ulaştığında hissettikleri arasındaki uçurumu, biraz olsun yakalayabildiğimizi düşünüyorum. Aynı olayda, ilkinde vahşetin, acının vs. kısacası dehşetin görüntüleri, ikincisinde kocaman bir bilgeliğin, şefkatin, güzelliğin tablosu oluyor!

devam edecek...




* "Ümit Şimşek, Eserden Esmaya, syf. 15, Morötesi Yayınları. Kitabın yeni baskısı DİB tarafından yayınlanmıştır.

  06.08.2012

© 2021 karakalem.net



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut