UMUR-U AMME İLE MARİFET İLİŞKİSİ

Mona İslam

İBNÜL ARABİ metafiziğinde önemli meselelerden biri “umur-u amme” meselesidir.

Umur-u amme insanda , kainatta, ve Tanrı’da ortak olarak bulunan özelliklere verilen bir isimdir.

İnsanın Tanrı’yı bilmesi mümkün müdür? Filozoflara göre ancak selbi olarak mümkündür. Çünkü filozoflar Tanrı alem/insan ilişkisini salt Vucub- imkan ilişkisi olarak görürler. Tanrı varlığı zorunlu olandır, ve insan/alem ise varlığı ve yokluğu eşit olan, varlığı yokluğuna ancak bir tercih edici tarafından seçilirse, galip gelen yani var olan şeydir. Biz varlığımızın mümkün oluşundan Onun varlığı zorunlu oluşunu biliriz.

Bu zıddıyla bilme, biz fakiriz, Allah ise Ganidir, biz faniyiz Allah ise Bakidir, biz zayıfız Allah ise Kadir’dir biçiminde devam eder. Bu tür bilgi imkanı bize temelde Tanrı’nın ne olmadığını söyler. Allah’ın bizim gibi fakir, bizim gibi mümkün varlık, bizim gibi fani, yahut zayıf/aciz olmadığını söyleyebiliriz.

Ancak bu tarz selbi/zıddıyla bilme, ne olmadığını söyleme bize “ne olduğu” hakkında bir bilgi vermez. Biz kendi zayıflığımızdan yola çıkarak Onun Kavi’liğini bilemeyiz. Sadece “bizim gibi zayıf değildir” diyebiliriz. Kavi oluşu bilmemiz kuvveti kendimizde tecrübe etmemizden kaynaklanır. Yani kuvvet Allah ile bizim aramızda bir “ortak özelliktir” İbnül Arabi terminolojisiyle umur-u ammedir.

Allahı selbi değil ispati bilme, yani aynıyla/benzeriyle bilme umur-u ammenin bir neticesidir. Biz merhameti tecrübe ettiğimiz için Onun merhametini, Kudreti tecrübe ettiğimiz için Onun Kudretini, öfkeyi tecrübe ettiğimiz için Onun Gazabını, affettiğimiz için Gufranını biliriz. Bu ikinci bilme, aynıyla yahut ispati bilme tarzı bizi marifete götüren şeydir. Çünkü marifet kelime manası ile de tanımak demektir. Biz o özellikleri tanırsak, Onu da tanırız. Kudreti , merhameti, affı, gazabı tattığımız, tecrübe ettiğimiz için bizde Allah’ı bilme(marifetullah) mümkün olur.

Burada Konevi’nin özetleyici bilgi ilkesini hatırlatmak faydalı olacaktır “Bir şey tam aynı olduğunda ve tam zıt olduğunda bilinemez” Bu yüzden insan için en zor şey tümüyle kendini bilmektir, çünkü kendinin aynıdır. İnsan büsbütün zıt olanı da bilmez, çünkü onunla bir bağlantı kuramaz, oysa bilgi bilinene ilişmektir. Öyleyse birşeyi bilebilmemiz için onunla aramızda aynılık ve zıtlık beraberce bulunmalıdır. Allah ile aramızdaki de tam böyledir.

Bu ikinci tür bilmeyi, en çok kelamcılar da reddederler. Kelamcıların size büyük bir tepki göstermesi için “insan Tanrı arasındaki benzerlik” demeniz bile yeterlidir. Ne dediğinizi bilmediğinizi, Allah’ın alemlerden müstağni olduğunu, hiçbir yarattığına benzemediğini(Muhalefetün lil havadis) söylerler. Çok zorlarsanız şirk içinde olduğunuzu da söyleyebilirler. Ancak bu bize “Peki Allah’ta yoksa alemde/insanda bu özellikler nereden geldi, nasıl oldu?” sorusunu cevapsız bırakır.

İbnül Arabi’nin buna verdiği cevap insanın Allah’ın suretinde yaratılışıdır. İnsan Halifetullah oluşu ona göre bu anlama gelir. Halife aslına benzer ve Onun işlerini Onun adına yapabilmesi için de benzemesi gerekir. Allah’ın insanı “iki eliyle yaratması” meselesini de bu konuya delil sayar, iki el Celal ve Cemal sıfatlardır, insanda birleşmiştir. İnsan filozofların iddia ettiği gibi natık(düşünen) bir varlık olmakla diğer varlıklardan ayrılmaz, başka düşünen varlıklar da vardır. İnsan diğerlerinden câmi olmakla ayrılır. İnsan kevn-i câmidir. Allah’ta ne varsa insanda vardır. Alemin her yanına parçalı olarak dağılmış isimler/hakikatler/kelimeler insanda biraraya gelmiş, tek bir merkezde toplanmıştır.

Ancak o filozofların söylediğini büsbütün reddetmez, doğrudur Allah Vacib, insan mümkün varlıktır. Bu da bizim üzerimizde toplanmış olan hakikatleri, bizde görünen Suret-i Rahman’ı asli değil tebei kılar. Bu sebeple insan, tecdid-i halk ile sürekli yeniden varlık verilmeye muhtaçtır. Yine bu yüzden “Kul kuldur Rab da Rabdır bu sabit hakikat hiçbir zaman değişmeyecektir” İnsanın Rahmanın sureti üzere olması Tanrı olduğu anlamına gelmemektedir. Ancak bu onun Tanrı’yı bilmesini mümkün kılmaktadır. Kul ve Rab ayrımı İbnül Arabi’de kelamcılarda olduğu gibi keskin birbirine hiç benzemez, birbiriyle ilişkisi açıklanamaz bir ayrım değildir. Varlığın iki yüzü birbiriyle ilişkili birbirine bakan, birbirini halef/vekil edinen, birbirini bilebilen bir ilişkidir.

Umur-u amme kavramına geri dönersek, insan kendinde bulunan tecrübe edip yaşadığı, gayet iyi bildiği özelliklerden yola çıkarak, kendini tanırsa, alemi de, Allahı da tanıyabilir.

Filozofların Tanrı insan denklemini kurarken ortaya attıkları ikinci bir durum fail- münfail ilişkisidir. Tanrı faildir, insan münfaildir. Ancak İbnül Arabi’ye göre bu hakikatin sadece bir kısmıdır. İnsan sadece münfail ise fail olmayı nereden bilecektir? Fail Tanrıyı bilmesi nasıl mümkün olabilir? Bilebilmek için insan fail oluşu tatmalıdır. Burada insanın alem üzerindeki hilafeti devreye girer, insan Tanrı karşısında münfaildir, Onu buradan zıddıyla bilir, ancak alem karşısında faildir, buradan failliğin bilgisini edinir ve bu bilgiyi Tanrı’nın fail oluşunu bilmede bir vahid-i kıyasi yapar.

Tanrı, insan, alem üçlemesini benzeriyle Tanrı, Adem, Havva üçlemesinde sürdürür Arabi. Nasıl ki insan Tanrı ile alem arasında berzah varlıktır, bir yanı aleme bir yanı Tanrı’ya bakar, aynen öyle de Adem Havva ile Allah arasında bir berzahtır. Havva Ademden zuhur etmiştir, bu onun bir nevi Tanrı’dan zuhur edişine benzer. Burada Adem faildir, Havva münfaildir.

Üçlü görünüm insanın düşünme tarzında/mantığında da ortaya çıkar. Büyük önerme, küçük önerme, sonuç diye sıralayabileceğimiz mantık zinciri de fail- münfail ilişkisine bir diğer örnektir.

Ayet ve hadislere bakarsak Allah bir çok durumda kendini insanın davranışlarının sonucuna bağlı olarak belli davranışlarla tavsif eder. Bu durumların tümünde insan faildir, Allah münfaildir. İnsan dua eder, Allah icabet eder. İnsan tövbe eder, Allah sevinir. Verilen mal Allah’a bir karzı hasendir. Oysa siz onu bir başka insana vermiştiniz. Siz o insanı sonuç önermesi/münfail sanmıştınız. Sadaka Rahmanın eline düşer. Siz sadakayı verensiniz, büyükönerme, sadakayı alan bir başka insan küçük önerme, ama sonuç sadakanın rahmanın eline düşmesidir. Kul bir fiil yapar Allah ona kızar. Oysa siz o fiili bir nesneye yapmıştınız. Kul bir başka fiil yapar Allah ondan razı olur. Mesela siz yerden bir taşı kaldırmıştınız. Bu durumların hepsinde Allah kendini münfail duruma koyar. Sizin etkileşiminiz neyle olursa olsun sonuç Allaha bakar.*

Bize Allahın fail ve münfail oluşunu haber veren nice esma-i ilahiye de vardır. Bir tek örnek verelim sairleri kıyas edilsin. Allah Alimdir, bilir, bu bilme failin bilgisidir. Allah Habirdir biz bir şey yaparız ve bizim yaptıklarımızın ona haber vermesiyle bilir. Burada Allah münfaildir.

Umur-u amme kavramına dönersek Allah da insan da hem fail hem münfaildir. Bu sayede insan hem fail hem münfail oluşuyla Allahı iki yönden bilir. Allah da hem fail hem münfail oluşu ile bize iki yönden tecelli eder, iki durumda görünür.

Allahın hem fail hem münfail oluşu bize hem kadın hem erkek için aynı derecede bilinebilme imkanı sunar. İbnül Arabi metafiziğinde Tanrı, erkek, kadın ilişkisi epistemolojik bir ilkedir. Ancak buna başka bir yazıda değinelim.


* Yukarıda üçleme biçiminde belirttiğimiz, Tanrı-insan-kainat, Allah-Adem-Havva, Zat-sıfat-fiil, Allah- feyz- ayanı-sabite, Büyük önerme- küçük önerme-sonuç vb pek çok yerde İbnül Arabi düşüncesinde sistematize edilir. Ferdiyeti selase dediği bu üçlü alemde her yerde her durumda tekrarlanmaktadır. Ona göre hristiyanlar bir şey sezmiş ama onu anlayamamışlardır.Bunu da bir not olarak belirtelim.

  20.06.2012

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut