TECDİDE BİR BAKIŞ

Mona İslam

BUGÜNE DEK müslümanlar savunma refleksi ile yaşadılar. Değerlerimiz saldırı altındaydı, dar bir sipere sıkışmış bütün kuvvetimizi savunmaya ayırmıştık. Ateşkes oldu. Dışarı çıktık. Baktık ki dünya harap. Biz de, varlık algımız da, tefekkürümüz de, medeniyetimiz de…

Bir tecdid hareketi icab ediyor. Müslümanların kendi dünyalarını imar edecek, kendi tefekkürlerini inşa edecek, varlıktaki her bir şeye, insan olanın her bir derdine bir bakış açısı, bir derman sunacak bir yol aramaları lazım. Bu da kaynaklara dönmekle elde edilebilecek bir şey. Zira bize lazım olan hammadde orada bulunuyor. Hammaddeyi alıp zamanın şartlarına, ihtiyaçlarına göre işleyeceğiz. Tüm insanlığın kullanımına sunacağız ki onlara bariş zamanında Hudeybiye sonrası gibi İslam’ı anlatabilelim. İslam’ı kabul etseler de etmeseler de dertlerine deva sunabilelim. Çünkü bizim Rahim isminin icabı olarak onlara İslam’ı anlatmamız, Rahman isminin icabı olarak dertlerine deva sunabilmemiz gerek. Bunun için onlarla konuşabilecek bir dil bulmalıyız. Bunun için biz şimdi sahabenin bedevilikten çıkıp aleme üstadlar oluşu gibi, avam halimizden kurtulup, öğretmenler olmalıyız. (Burada biz derken tüm müslümanları kast ediyorum, belli bir kesimi değil)

Savaş zamanı herkes kendi birliğinde kendi arkadaşlarını tanırdı. Şimdi dağılmalı, cemaat-i İslamiye’deki tüm ferdleri, donanımlarını, arzıalarını, güzelliklerini, kusurlarını öğrenmeliyiz. Öyle ki her biri İslam’ın bir medeniyet kurmasında bir omuz verecekler. Kimin omzu ne için istimal edilebilir görmeliyiz. Dağılma dönemleri kendi fırkaları içinde olmaya alışmış insanlar için kaos addedilebilir, ama birbirini tanıma, anlama, ve birbirine ihlasla omuz verecek muhabbeti yakalama için gereklidir. Üstelik meftun olduğumuz ve zuhurunu şiddetle beklediğimiz hakikatin, başka yerlerden nasıl göründüğüne bakmak için elverişli bir yöntemdir, dağılmak ve birbirine karışmak. Bazen başka bir yerden hakikatin hiç fark etmediğimiz bir yüzünü görebiliriz. Telaşa gerek yok. Dağılırken herkesin kendi ev adresini unutmaması yeterlidir.

Birbirimizin birikiminden istifade etmeli, birbirimizin büyük saydığı mütefekkirleri tanımalı, önce birbirimizle aynı dili konuşmayı başarmalıyız ki sonra dünyaya ulaşabilen bir dil bulalım.

Selef-i salihine dönmeli, muhakkiklerin, düşünürlerin, geçmiş zamanın ölmeyen mütefekkirlerinin eserlerine hummalı bir faaliyetle yönelmeli, onların ele aldıkları sorunları, sundukları devaları, bugüne ne söylediklerini uzun uzun tartışmalıyız. Bugünü onlarsız tasarlayamayız.

Şöyle diyordu bir Gazali sempozyumunda Ekrem Demirli, “İslamı bir avam kültürü olarak yeni çağa hala çözülmemiş problemler yumağı ile taşımak istemiyorsak…” “Mesela Gazali’nin el Munkız Mineddalal’de Mişkat-ul Envar’da ne yapmaya çalıştığını anlamalıyız. Filan büyük düşünür demekten vazgeçmeli, ne düşündüğünü bilmeye, gerektiğinde eleştirmeye başlamalıyız. ‘Gazali büyük düşünürdür’ demek, Gazali hakkında bir şey bilmedikten, onun fikirleri hakkında yazıp çizmedikten, onunla bugünün problemlerine bir ışık tutmadıktan sonra hiçbir mana ifade etmez. Gazali gibilerin de zaten bizim övgümüze ihtiyacı yoktur, bizim de bu hamasete ihtiyacımız yok.”

Kuşkusuz toplumların bizimki gibi kopuşlardan sonra aslına dönmesi, kendini yabancılaşmadan kurtarması, kimliğini bulması, sözlerini hamasetten, slogandan bilgiye çevirmesi, hatta o bilgiden yeni zamanlara, yeni sorunlara dair yeni fikirler üretmesi birkaç günde olmaz. Ancak bu konuda dert sahiplerinin, çaba gösterenlerin artması bizim için bir umuttur.

Ancak, her zamanda tecdid hareketlerinin bir öncelikli sahibi vardır. Kuşkusuz tecdid bir kişiyle olmaz ve son asırda da medeniyetimizin derdiyle dertlenen çok sayıda mütefekkir olmuştur. Ancak ne dediği hala müslüman entellektüellerce duyulmamış, her ne hikmetse göz ardı edilmiş koskoca bir ağaç ortadadır. Onu görmemeye devam edemezler. Tecdid hamlesini Bediüzzaman’ı yok sayarak yapamazlar. Ne kadar gayret de etseler çabaları bir yerlerden eksik kalır. Önlerine çıkan engelleri kaldıramazlar.

Şöyle bir anektot dinlemiştim. Gerçekten söylendi mi bilmem ama manası itibariyle nakledilmeye değerdir. “Özbekistan’da çalışmalar ve hizmet faaliyetleri yürüten şakirtlerden bir türlü başarılı olamadıklarına, önlerine çok sayıda engel çıktığına dair bir şikayet Hocaefendiye ulaşmış. Hocaefendi onlara “İmam Buhari hazretlerinin türbesine gidin, hayırduasını alın, o tasarrufu devam eden velilerdendir, o bölge onun bölgesidir” demiş.” Aslında bu öğüt bir hizmet çabasında isek hepimiz için geçerlidir, İmam Buhari’nin hayır duasını almak da onunla, eserleriyle tanışmakla olur.

Bu topraklar, bu zaman dilimi de Bediüzzaman’ın bölgesidir. Hiçbir münevver ona uğramadan, hayır duasını almadan, öğüdünü dinlemeden muvaffak olamaz, işleri kolaylaşmaz, eksikleri tamamlanmaz. Kuşkusuz herkesten ona talebe olması beklenmez, ancak ona bir ziyarette bulunması beklenebilir, bu tecdidin derdini herkesten ziyade çeken, ömrünü bundan başka hiçbir gaye olmaksınızn geçiren Bediüzzaman’ın hakkıdır.

Ancak burada iğneyi de kendimize batırmalıyız. Belki de Üstadın üzerine öylesine kapandık ki, onun sesini başkalarından gizledik. İnsanlara ‘onu anlamak istiyorsanız bizi dinleyin’ dayatması yaptık belki. Belki onun şerefinden kendimize bir paye koparıp aldık. Vaktiyle Yahudilerin “Musa bizimdir” diyerek milletlere onun çağrısını işittirmedikleri, işitenlere kendilerine tabi olmak şartı koştukları gibi, Üstadla muhataplarını başbaşa bırakmadık. Onun kendini bizsiz anlatamayacağını mı sandık? Yoksa başkalarının onu bizden daha iyi anlayabileceği ve yerimizi kaybetmek ihtimalinden mi korktuk? Biz Üstad’ı temellük etmekten vazgeçmedikçe onlar onun çağrısına kulak tıkayacaklar. Üstad’dan değil, bizden haz etmiyorlar, bu mülkiyetçi tavırdan şahsen ben de hiç haz etmiyorum. Hayatı bounca her türlü mülkiyet iddiasından uzak yaşamış, eserlerini bile kendine mal etmemiş bir muhakkikin talebeleri tarafından temellük edilmesi ne acıklıdır.

Tecdidi illa ki biz yaparız iddiası ile olası ilerlemenin, tecdidin önüne taş koymuş oluyoruz. “Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine taraftar olmak” ihlas düsturuna aykırı hareket ediyoruz. İslam’ın yalın ve sade sesini duyuran kim ve nereli olursa olsun medar-ı iftiharımızdır diyemiyoruz. “Bu memlekete komünizim gelecekse onu da biz getiririz” diyenlerden ne farkımız var? Kollektif enaniyet yapıyoruz. Üstad Bediüzzaman bizim malımız değil, ancak biz ona mensubiyete şükredebiliriz, o da bizi kabul ederse…

  14.05.2012

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut