BİR ROPÖRTAJA BİR YORUM VE DEĞERLENDİRME

Mona İslam

GEÇENLERDE ZAMAN Gazetesinde Doç. Dr Ekrem Demirli ile Tasavvuf, İslam Ahlakı, Tefekkür, İbni Arabi konularında bir ropörtaj yapıldı. Bu ropörtaja ilişkin kişisel yorumumu paylaşmak isterim.

Ropörtajın genel mahiyetini çok cedel üslubunda bulduğumu belirtsem iyi olacak. Gerek Konevi’nin gerek Bediüzzaman’ın dini meseleleri mütalaa ederken cedel uslubunu tercih etmedikleri, bundan kaçınmayı salık verdikleri bilinir. Siyasi meselelerde gerçeğin açığa çıkmasına yardımcı olan cedel metodu maalesef dini meselelerde hakikatin örtülmesine sebep olabiliyor. Buna dikkat etmek lazım.

Söylediklerim bir tek zata, ropörtajı yapan Nuriye Akman hanımefendiye yönelik değildir. Burada, Karakalemde yazdıklarımı takip edenler, bir kişiye yönelik eleştiri yapmayı sevmediğimi, bundan titizlikle kaçındığımı, ama bir fikri her yönüyle tartışmaya çalıştığımı bilirler. Eleştirilerim geneldir.

Tasavvufun insanı beşeriyetten arındırma çabası olduğu kanısının yanlış bir kanı olduğunu söylemekle başlayalım. Aynı şekilde damlanın deryada erimesi de öyle, bu ne kadar popüler olsa da tasavvufun anlaşılmadığınının ipuçlarını veriyor. Beşeriyet biz nurcuların evradımızda Peygamber Efendimizi methettimiz bir vasıf. O evlendi, ticaret yaptı, savaştı, hatta pazarlık bile yaptı. Elbette bu ümmette İsevi meşrep veliler çokça olmuştur, ama İbn-i Arabi bunlardan değildir. O beşeriyeti Muhammed Fassı’nda anlatırken beşeriyet erkek-kadın ilişkisinden başlayarak tüm yönleriyle harikulade bir mahiyet kazanır. Fassın sonunda “Hakkı bilmek için hakkaten beşer olmak lazımmış” dersiniz. Peygamberin ruh maal cesed miracını anlar, onun semada bedeniyle, beşeriyetiyle dolaştırılışını, meleklere “ Haza beşer” demek için Hakk’ın bir ayeti, bir ispatı olduğunu görürsünüz. Bu da sizi Bediüzzaman’ın Mirac bahsine getirir bırakır. İbni Arabi de kendini Muhammedi velayete mensub sayar. Yaşamı da buna delildir.

Damlanın denize kavuşması meselesine, Hallac’dan işitmeye alıştığımız cem meselesine gelince, bu İbni Arabi’de de vahdet-i vücud olarak tarif edilmez, en yüksek makam da sayılmaz, bazen kul, vecd içinde kendi ile rabbini iltibas edebilir, bu hal geçer, vahdet-i vücud demek sürekli bu halde yaşamak demek değildir. İbn-i Arabi bir “cemci” değildir, cem ve farkı birlikte “Hem o hem o” diyerek elinde tutar. İnsanda ilahiyyet tecellisi vardır der, insan ilahtır demez. Hem tenzih eder hem teşbih eder. Bir çok yerde “Mutlak visal yoktur, kul kuldur Rab da Rab’dır, daima öyle kalacaktır, insanın fakirliği asli özelliğidir, asla değişmeyecektir”mealinde beyanda bulunur. Sırf estetik geliyor diye tasavvufu cem anlarında söylenen sözler antolojisi yapmak hoş olabilir, ama tasavvufun ne olduğunu bize bildirmez.

Kulaktan dolma bilgi ile hareket etmek bizim toplumumuzda her kesimde yaygın bir zaaftır.

Bir de camiamız adına bir özeleştiri yapalım.

Ropörtajı okuyunca bazı Nur Talebeleri’nin Kuran’da bu bahisler var, bunu tasavvufa sormamıza gerek yok” derlerken, kendi Kuran’a bakan gözlerinin Risale-i Nur’la eğitilmiş bir göz olduğunu, tasavvuf gibi Risale-i Nur’un da bir metot, bir paradigma sunduğunu, ve kendilerinin Kuran’ı anlarken o paradigmaya sahip olmayanların anlamayacağı pek çok şeyi anlayabildiklerini fark etmediklerini görüyorum. Bu aslında Risale-i Nur’un kendilerine ne kadar çok şey kattığını fark edememeleri anlamına da geliyor. Kuşkusuz meseleye biraz daha yukarıdan bakan Nur talebeleri var. Onlar Risale-i Nur gibi birer paradigmaya sahip eski zaman muhakkiklerinin kendi zamanlarında talebeleri için Kuran’ı anlamak için nasıl bir “Hazırlık okulu” görevi yaptıklarının farkındalar. Bu yüzden onlar tasavvuf gerekli mi değil mi tartışmasına girmiyorlar.

Nur talebelerinin birçoğunda hasıl olan bir yanlış anlama da Üstadın “Bunlar tasavvuf değil hakikattir” sözünde zuhur ediyor. Bu söze bakarak tasavvuf bir tarafta hakikat bir başka tarafta zannediliyor, itiraf etmem gerekirse ben de öyle zannederdim. Oysa İbni Arabi’yi okuyup, onun kendisini sufi değil muhakkik olarak tarif ettiğini, sufileri kabul edip ama eksik bulduğu yerleri belirttiğini görünce, Üstadın da kendi zamanında benzer birşeyi yaptığını, “Hakikat” dedikleri şeyin tasavvufu da içine alan ama ondan uzak olmayan, daha geniş bir çerçeve olduğunu anlamış bulunuyorum. Bu yüzden onların tasavvuf ile risale meşrebini doğu ve batı gibi ayrı yerlerde mütala etmeleri, etmeyenleri tenzih ederim, artık yanlış geliyor.

Ben Sn. Metin Karabaşoğlu’nun Risale-i Nur’un tasavvufla ilişkisini inceleyen seminerinde öğrendim ki, Risale-i Nur tasavvufun tüm edimlerinden yararlanıyor, geçmişini bünyesinde hazmetmiş, ancak bazı noktaları tadil ve tashih ediyor, bazı yerlerde kendine ve zamanına göre ilaveler yapıyor. Bunun da üzerinde bilinen tekke, yaşayan şeyh ile mürşidin birebir ilişkisi gibi meselelerde yeni bir yol belirliyor. Nazariyat açısından bakılırsa yepyeni bir paradigma sunuyor ki bu ona ne tasavvuf değil dememizi, ne de eski zaman sufileri gibi dememizi sağlıyor. İbni Arabi’nin tabiri ile “Hem o hem o.”

Risale-i Nur nurani bir geleneğin son halkası. duvarın son sırası, Sevgili Metin Abi’nin söylediği gibi Üstad “Hüdanabit” değil. Onu anlamak kullandığı kavramların özüne, geçmişine gitmek, geleneği anlamakla mümkün oluyor. (Ben pek çok şeyi İbni Arabi okuduktan sonra Risale’ye geri dönüp okumalar yaparak bir kez daha ve farklı anladım, İmam Rabbani okuyan bir arkadaşım da benzer şeyleri söylüyordu) Hasılı iyi bir Nur talebesi olmak için gelenek okumaları yapmak gerekiyor. Aksi bizi Vahhabi ve selefilerin Kuran’ı okuma tarzlarına benzer bir Risale okumaya götürüyor. Ancak geleneğin müntesipleri olduklarını söyleyen sufilerin de Risale-i Nur okumamaları, habersiz olmaları bir eksiklik, çünkü onlar da son halkadan habersiz kalıyorlar. Hatta belki bir kadirnaşinaslık olarak dahi addedilebilir, çünkü onlar kendilerini bütün velileri saymak, hürmet etmek, ve irfanlarıyla müstefid olmakla mükellef sayıyorlar. Ancak son dönemin çınar gibi büyük velisini görmezden gelebiliyorlar. Oysa Allah onu ihtiyaç olmasaydı göndermezdi, mürşidler ihtiyaç için ve ihtiyaca göre gönderilir. Metodun farklılığı istifadeye engel olmamalı. Hele ki İslam düşünürleri en batıl şeyde bile bir dane-i hakikat aramayı salık vermişken, böyle bir mahza hakikate sırtını dönmek nasıl olur? Takdirinize bırakıyorum. Elbette herkes herşeyi okumayaz, ama herşeyi okumaya gayret edenler, Risale-i Nur’u okumaktan imtina etmemelidirler. Fıtratlarına uygundur ya da değildir, ama ne söylediğini bilmelidirler. Batılı filozofları bilen ve konuşmalarında zikredenlerin, alıntı yapanların dilinde, zihninde Bediüzzaman’dan tek bir cümle olmaması manidardır.

Yani bir Nur Talebesinin duvarın üstünden bakıp onu sadece bir sıra tuğla sanması eksiklikse, bir sufinin de duvara aşağıdan bakıp onu alttaki birkaç sıradan ibaret sanması da eksiklik diye düşünüyorum. Artık duvardaki kerpiçlerin hangisi altın, hangisi gümüş, onu Allah bilir. Müzakeresi bize düşmez.

Tasavvufun popüler bir kavram olduğu doğrudur. Hazır medeniyet her kavramı popüler hale getirirken yaptığı iç boşaltma işlemini tasavvufa da yapmıştır. Hocanın da sık sık söylediği gibi tasavvuf bir stres atma yolu değildir, bilakis tasavvuf sizin dert zannettiğiniz şeyleri sizden alır ve size daha büyük dertler verir, ve sizi “El çek tabib derdimden, ya da Derdim bana derman imiş” diyecek bir hale getirir. Şimdi tasavvuf romanlarını kapışanların kaçta kaçı gerçekten hakikatin derdine taliptir, sizin fehminize havale ediyorum.

Burada Zaman gazetesindeki ropörtajın Linki bulunuyor, dileyen bakabilir.

  09.01.2012

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut