''Son Menderes''

Mazlumluktan prim devşirmedi. Bildiklerini söylese, hissettiklerini açık etse, onca iktidar kulesini yıkabilir, zalim muteberleri rezil edebilirdi. Sustu. Az konuştu. Çok okudu.


YIL 1991. Ankara Kocatepe Kitap Fuarı’ndaki İz Yayıncılık standına yanaşır adamın biri. Ünlüdür. Özellikle soyadıyla bir devrin zulmünü hatırlatır. Ve milletin vicdanına gömdüğü derin acının mezar taşı gibi yürür aramızda: “Son Menderes”.

Soyadının getirdiği itibara yaslanmayı reddetti. Mazlumluktan prim devşirmedi. Hakkıydı da bu. Bedelini ödemişti. Devletinden adalet beklerken, bir eylül akşamı dalları kırılıp, yaprakları ağır bir hazan rüzgârına kapıldığında sadece 14 yaşındaydı. “…güzel, ipekten yumuşak, veli mizaçlı, hizmet dervişi” bir baba alacaklıydı milletinden. Milletin selâmeti uğruna, ezanın yeniden seslendirilmesi hatırına, yetimliğini kutsal bir emanet gibi taşıdı yüreğinde. Devletinden nefret etmeye hakkı vardı. O günlerde-ve yazık ki bugünlerde de- en güvenilir sanılan kurumlara isyan bayrağı açabilirdi.

Bildiklerini söylese, hissettiklerini açık etse, onca iktidar kulesini yıkabilir, zalim muteberleri rezil edebilirdi.

Sustu. Az konuştu. Çok okudu.

Okumak için uzattı başını kitap standından içeri.

Fuara geldi görüntüsü vermek umurunda değildi.

Soruyordu.

Meselâ bir hadis külliyatının 6. cildinin çıkıp çıkmadığını soruyordu.

“Falanca tercümenin yeni baskısı yapıldı mı?” Yarım saatten fazla kâh ayakta kâh oturarak inceledi kitapları.

Gözlerinde ciddi sorgulamalarla geziniyordu sayfalar arasında. Elindeki listeyi kontrol edip fuarın diğer stantlarına doğru yöneldi.

[Bu özel hatırasını paylaştığı için kardeşim dostum Muhammed Özdemir’e teşekkürler.]

Yukarıdaki fotoğraf 14 yaşında onurlu bir delikanlının babasından koparıldığı, belki de utandırıldığı an’ı yansıtıyor. Utana sıkıla ayakta duran o “delikanlı”nın gözlerinin baktığı yer bir ömür boşluk oldu. Babasızlık oldu. Ağabeysizlik oldu. Annesizlik oldu.

Hürriyetimiz adına bedellerin en ağırını ödeyen o delikanlının gözüne girmek için son fırsatımız bugün ve yarın. Bizim utanmayalım diye utanıyor Aydın o fotoğrafta. Biz ağlamayalım diye dişlerini sıkıyor. Biz üzülmeyelim diye susuyor. İçindeki ukdeyi biz mahcup olmayalım diye onca yıldır çözmeden saklıyor: “İçimde bir ukde olarak kalmıştır. İki dakikacık bile komutan bizi yalnız bırakmadı, doğru dürüst bir vedalaşma imkânı bulamadık. İçimizde kalan, söylemek istediklerimiz vardı ama sıra gelmedi.”

Söylemek istedikleri vardı. Haykırabilirdi isterse, hep sustu. Vatanının itibarına zarar gelmesin diye. Milletin yüreğine kin ve nefret düşmesin diye. Kin ve nefrete karşı, kin ve nefret üretmekten hep kaçındı. Dediği gibi, “sıra gelmedi.” Sırası olmadı hiç. Babasının kanını yerde bıraktı ama canıyla söylediği son sözlerinin ardından durdu canla başla: “Kat'iyyen muğber değilim, hiçbir iğbirar duymuyorum.” (Muğber, gücenmiş demek. Merhum Menderes Osmanlıca konuşurdu.)

Ne ilk ne de son Menderes bir rövanş ve misilleme duygusu barındırdı yüreğinde. Kendilerine yapılan haksızlık üzerinden yeni bir haksızlık üretmek, aslında zalimleri haklı çıkarırdı. Her türlü misilleme düşmanını kendine öğretmen yapmak demekti. O fotoğrafın mağrur komutanı gibi olmaya kalkmadı hiçbir Menderes. Her kimse o komutan gururun karşılığını Hesap Günü geldiğinde kendi aynasında nasılsa kendi gözleriyle görecekti nasılsa.

Son Menderes, fotoğraftaki o mahcup çocuk, içindekileri susturan o mahzun delikanlı, o fotoğrafta kalan sevdiklerinin her birinin acısını taşıdı yüreğinde. Her dönem bir acıyla sarsıldı. O acıları biz bir kenara bıraktık; taşıyamadık, ama o tek başına omuzlandı. Biz unuttuk o hep hatırladı. Her defasında azalan ailenin çoğalan hüznü Aydın’ın omuzlarında kaldı. Önce “ipekten yumuşak” baba gitti. Hem de nasıl? “…sanki, bir el göğüsleri yarmış, ciğerlerini oradan koparmışçasına, belki daha büyük bir acı…” Sonra Yüksel gitti. (Yıl 1972; intihar etti diyorlar, acaba?) Sonra Mutlu ağabeyi veda etti. (1978, trafik kazası (mı?)) 1991’de ise, hüznünü suskunluk zarfına beleyen o asil kadın, hepimiz adına “kadın” olarak sancıyan, “anne” olarak içine ağlayan Berin Hanım veda etti Aydın’a.

Son yıllarında yatalak olan annesinin her dakikasında yanında oldu Aydın Menderes. Öyle ki, bir yere gidecek olsa, “Anneciğim şuradayım, şu saatte çıkacağım, şu vakitte yanında olacağım” diye dakika dakika hesap verirdi. Belli ki anne duası almayı kurtuluşu biliyordu. Ezanı uğruna can vermekle şereflenen rahmetli babasının hatırını saydığı Rahmet Elçisi’nin [asm] müjdesini umuyordu. O’nun [asm] “kime iyilik edeyim?” diye soran sahabesine “annene, annene, annene…” diyerek üç kez işaret ettiği muhteşem iyilik yolunu sessizce adımlıyordu.

Ne Berin Hanım ne Yüksel ne Mutlu ne Aydın kalbimizin başköşesinde ağırladığımız Adnan Menderes hatırasına halel getirecek bir şey yaptı. Sustular sadece. Beklediler. Bize iyiliklerin en güzelini en sessizini yaptılar. İyiliğin en zorunu başardılar. Tarihin “Menderes” sayfası, Hasan [ra] ve Hüseyin [ra] gibi, ahiret saltanatı adına dünya saltanatından vazgeçişin buruk ama asilce kapandı.

Şimdi bizi bekliyor Aydın Menderes… Bizi bekliyor Berin Menderes… Bizi bekliyor Adnan Menderes…

O fotoğrafa mağrurca giren talihsiz komutanın mezarı ne kadar yalnızsa, o kadar kalabalık olacak Son Menderes’in cenazesi. Delikanlıların elini kolu bağlayan, bir hanımefendiyi, bir “ana”yı içine doğru ağlatan Yassıada’nın o zulüm odasına hep beraber yürüyeceğiz. O delikanlının gözlerinin baktığı yerde çok olacağız, çok…

Okunan ezanların her hecesince rahmet eyleye Rabbimiz Menderes’e ve ailesine…

El Fatiha.

  25.12.2011

© 2021 karakalem.net, Senai Demirci



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut