Vicdan Kül Yutmaz – 4

RUHUMUZUN MENDİREĞİDİR vicdan.
Ruh binasının bel kemiğidir. [1]
Nasıl ki bir bedeni ayakta tutan omurgadır.
Bütün organların sağlıklı çalışabilmesi bel kemiğinin bütünlüğüne bağlıdır.
Ruhumuzda da o işi vicdan yerine getirir.

Vicdan’ın dört komponenti / bileşeni bulunmaktadır:
“İrade, zihin, his (duygular) ve latife-i rabbaniye” [2]

Örnek vermek gerekirse,
Vicdanı ters çevrilmiş bir fiskos masasına benzetebiliriz.
Tabanını ‘kalb’in oluşturduğu,
Ana sütununu ise ‘latife-i rabbaniye’nin meydana getirdiği,
Diğer üç bacağını da ‘zihin’, ‘irade’ ve ‘his’sin oluşturduğu,
Bir masa gibi düşünebiliriz.

Kalb ile diğer üç bileşenin bağlantısını ‘latife-i rabbaniye’ sağlar.
Bu yönüyle kalbi kasvete boğan ümitsizlik ve suizanı izale etmeye çalışır.

Vicdan aklın nabzıdır.
Dimağdan tefekkür yoluyla imbik imbik süzülen iman hakikatlerini ‘zihin’ alır.
Bu vechesiyle zararlı vehimlerin önünü keser / kesmeye çalışır.

Fıtratın safî, yüce ve derinden derine haykıran sadık dilini ise,
Aşkın coşkularımıza dönüştürür.
Adeta bir decoder gibi duyguların diline çevirir.
İnsanı harekete geçiren coşkuları ‘his’lerimiz vasıtasıyla vicdan verir.

Vicdan şuurlu bir dış iskelet olmakla beraber yapısı korunaksızdır.
Nefisle mücadelesini ‘irade’ yoluyla yürütür / yürütmeye çalışır.
Vicdanının sesini orijinal haliyle [3] dinlemeyi öğrenmiş birisi,
Vesvesenin manevi organlarımıza kısa devre yaptırmasına engel olur.

Vicdanın realitesi şefkat ve merhamettir.
Bu özellikler, kâinattaki en yüce hakikatlerdir.
Safidir ve lekesizdir, derinlikli bir eminlik duygusunu bize verir.
Akıl Allah’ı görmezse de fıtrat görür.
Vicdan seyircidir, kalb de onun penceresidir. [4]

İçimizdeki melektir vicdan, içeriği şefkat ve acımaktır.
Kainattaki meleklerin insanın ruh binasındaki karşılığıdır.
Kalbin geçek sevgi ortağı,
Dimağın hararetli düşünce arkadaşı,
Derinlikli bir eminlik duygusu,
Fıtratın saf ve derinden gelen haykırışlarını,
Aşkın coşkulara dönüştüren manevi organımızdır.

Yapısı son derece latif ve korunaksız olan vicdanı, [5]
Nasıl sağlam bir sütun haline getirelim ki,
Ruhun bel kemiğini oluşturma görevini tam olarak yerine getirebilsin?

Vicdanı oluşturan bu dört bileşeni nasıl koruyalım ki,
Şu debdebeli dünya hayatını en az hasarla geçirelim?
Sonsuzluk ve sınırsızlık diyarlarında,
En önemli pusulamız olan vicdanımız bu sayede zarardide olmasın?

Vicdanın her bir bileşeninin öte âleme taşan hedefleri bulunmaktadır:
İrade’nin gayesi ibadetullah denen Allah’a kulluktur. Nefse bakar.
Zihnin’ki marifetullahtır yani Allah’ı bilmektir. Dimağa bakar.
His’sin muhabbetullahtır / Allah sevgisidir. Kalbe bakar.
Latife’nin müşahedetullah denen İlahi sırları ve tecellileri seyretmektir.
Birleştirici ana sütun latife-i rabbaniye’dir, Cemal-i Lâyezali yansır. [6]
Şu dört bileşenin mahiyetleri tam randımanla çalışırsa,
Muazzam bir cezbe ve çekim gücü yaratır.
Vicdan tezgahında dokunan iman nuru sayesinde insan o cazibeye kapılır. [7]

Şimdi, bu dört bileşenin en güzel şekilde nasıl korunacağına gelince;
Tek kelime ile özetlersek, ‘takva’ hepsini birden içeren pozisyonun adıdır.
Yani, Allah’ın emir ve yasaklarını yerine getirmede titizlenme,
Ve şüpheli şeylerden uzak durmaktır.

Ahirzamanın tam göbeğinde yaşayan bizlerin,
En az hasarla şu dünya hayatını noktalayabilmesinin ilk şartı,
Çok sevaba girmeye çalışmak değil,
Kebair denen büyük günahlardan kaçınmak,
Ve şüpheli şeylerden uzak durmaya bağlı olduğu bilinmelidir. [8]
Çoğunluğun işleye geldiği bir günahı terk etmek vaciptir.
Bir vacip ise binlerce sünnetten üstündür.
Şu asırda örneğin içki içmeden geçirilen her gün,
Vacip sevabına dönüşebilen bir kazanım sunar.
Aynı şekilde zinaya düşülmeden geçirilen herbir gün,
Benzer bir kazanımla noktalanır.

Kısaca özetleyecek olursak;
İçimizdeki melek olan vicdan ruhumuzun omurgasıdır.
Yapısını kalsiyum misali güçlendirmek için takvaya bürünmek gereklidir.
İçinde bulunduğumuz asırda,
Geçmiş zamanlara göre bazı göreceli değişiklikler bulunmaktadır.
En önemlisi de farzları işleyen ve büyük günahları terk edenlerin,
Kurtuluşlarının müjdesini içeriyor olmasıdır. [9]


DİP NOTLAR:

[1]. ‘Ruh bir nurânî kanundur, vücud-u haricî giymiş bir nâmustur, şuuru başına takmış.

Bu mevcud ruh, şu mâkul kanuna olmuş iki kardeş, iki yoldaş.

Sabit ve hem dâim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi hem âlem-i emir, hem irâde vasfından gelir.

Kudret vücud-u hissî giydirir, şuuru başına takar, bir seyyâle-i latîfeyi o cevhere sadef eder..’

Sözler / Lemaat / syf: 643

[2]. ‘Vicdanın anâsır-ı erbaası (dört temel unsuru) ve ruhun dört havassı (duygusu) olan “İrade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye” her birinin bir gayetü’l-gàyâtı (nihai maksadı) var: İradenin ibadetullahtır (Allah’a kulluktur). Zihnin, mârifetullahtır (Allah’ı bilmedir). Hissin, muhabbetullahtır (Allah sevgisidir). Lâtifenin, müşahedetullahtır (İlahi sırları ve tecellileri seyretmektir). Takvâ denilen ibadet-i kâmile (tam kulluk), dördünü tazammun eder (içerir).

Şeriat, şunları hem tenmiye (artırıp bereketlendirir), hem tezhip (düzeltip terbiye eder), hem bu gayetü’l-gàyâta (nihai amaca) sevk eder..’

Hutbe-i Şamiye / syf: 143

[3]. ‘Hayat bir mücadeledir’ prensibiyle eğitilmiş biri, vicdanının sesini doğru dürüst alamaz. ‘Acıma, acınacak hale düşersin’ diyerek büyüyen biri, oluşan parazitten vicdanının sesini duymaya fırsat bulamaz. Keza ‘haklı olanı güçlü göreceğine, güçlü olanı haklı’ farz edecek olursa, vicdanının sesini orijinal haliyle dinleyemez. ‘Düşene bir tekme de sen vurmazsan, sana vururlar’ diyen bir vicdansız; ‘ebed, ebed’ nidalarını iç âleminde nasıl duyabilir ki? Böyle biri, zalimin darbeleriyle inleyen bir mazlumu gördüğünde, vicdanındaki acıyı susturmak için “müstehaktır” derse, manen zulme yardım ve yataklık etmenin yanında üstelik bir de ona ortak olur.

[4]. ‘Akıl (Allah’ı) görmezse de fıtrat görüyor. Vicdan nezzardır (seyircidir); kalb penceresidir..’

Muhâkemat / 3. Makale / 1. Maksad / syf: 107

[5]. Şimdi vicdandaki hisler uyanıkken dimağ ön plana çıkar ve vehimler olaya hakim olursa yada kalb katılaşmaya başlar ve aralarındaki ittifak bozulursa ‘hümanizm’, ‘çevrecilik’, ‘hayvanları korumacılık’... gibi akımlar baş gösterir.

Eğer vicdan tamamen susturulursa şefkatsizlik ve merhametsizlik hakim olur. Akıl ve dimağ aktif unsur olarak olayları yönlendirmeye başlarsa, bu sefer kişide protestan ahlakı hakim olur. ‘Kapitalizm’ gibi maddeciliğin her türlüsü filizlenir.

Dimağ ve vicdan birlikte uyum içinde hareket ederlerken kalb kasvette kalırsa ve enenin ikinci vechesi hortlayarak o boşluğu doldurmaya başlarsa, kin ve düşmanlık da olaya karışacağı için ‘komunizm’ belirir. Eğer vicdan susarsa o takdirde ‘sosyal darwinizm’ ve ‘faşizm’ kendini gösterir. Heva eklenirse despotizm ve diktatörlük boy verir.

Sadece vicdan çalışıyor fakat diğer manevi organlar o esnada devre dışı kalıyorsa, o zaman da ‘polyannacılık’ diyebileceğimiz kullanılan insan profiliyle karşılaşırız.

[6]. Cemal-i Lâyezalî: Allah’ın (c.c) sonsuz güzelliği. Ebediyen devam edecek olan, her şeyi son derece güzel olan Allah’ın (c.c) güzel işleri ve güzelliği, mükemmelliği.

[7]. ‘Vicdandaki tecelli aynen böyle cilvedir (yansımadır) ki, incizap (çekilme) ve cezbe (çekim gücü) iki musaffa (saflaşmış, arınmış) canı,

İki mücella (parlak) camdır; Cemal-i Lâyezalî, hem de nur-i imanî..’

Sözler / Lemaat / syf: 1141

[8]. Ebû Hureyre’den rivayet edilmiş şöyle bir hadis-i şerif bulunur:

‘Siz öyle bir zamandasınız ki, içinizden kim emredildiklerinin onda birini bırakırsa helak olur, sonra öyle bir zaman gelecek ki, o zamanda yaşayanlardan kim emrolunduğunun onda birini yaparsa kurtulacaktır.’

Taberani / Ramûzu’l Ehadis / 1753 no’lu hadis / syf: 136

İşte burada zikredilen ‘onda birini yapan kurtulur’ hakikati, ‘farzları işleyen ve kebairi terk eden’ anlamındadır. Asgari limitler bunlardır.

[9]. ‘Bugünlerde, Kur’an-ı Hakimin nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan (yasaklanmış olanlar) ve günahlardan içtinab etmek (kaçınmak) ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer (kötülüğü engelleme), celb-i nef’a (faydalı olanları tercih etmeye) râcih (üstün) olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve câzibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid (fesatlıkları def etmek) ve terk-i kebair (büyük günahları terk etmek) üssü’l-esas (odak noktası) olup büyük bir rüçhaniyet (üstünlük) kesb etmiş (kazanmış). Bu zamanda tahribat (bozmak) ve menfî cereyan (zararlı akımlar) dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azime (büyük günahlar) içinde amel-i salihin ihlasla muvaffakiyeti (başarı şansı) pek azdır.

Hem, az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.

Hem, takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü, bir haramın terki vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde (saldırılarında) bir tek içtinab (günahtan kaçınma), az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten (hiç bir şey yapmadan, oturduğumuz yerden) gelen ehemmiyetli âmâl-i salihadır (salih amellerdir)..’

Kastamonu Lahikası / syf: 110

  04.12.2011

© 2021 karakalem.net, Aykut Tanrıkulu




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut