TEMEL DERT İKİ ŞİFA

Mona İslam

“Neyi arıyorsan, neyin peşinde koşuyorsan, bil ki onun aynısısın sen.” Mevlana

“Kurtuluşa giden gizli yol o sıkıntının içindedir.” Mevlana

“Her şey herşeydedir” Sadreddin Konevi



BAZEN BİR DERDİN devası yüksek bir rafta durur,insan erişemeyince onu yok sanır. Bazen külli bir derdin, mesela, firak derdinin, ilacı ancak küllileşerek elde edilebilir. Bir göz lazım bize vahidiyet dairesine bakabilen, bir nazar gerek küllileşebilen. (Küllileşmek nasıl mümkündür? Onu bir başka yazıya konu edip meselemize deva edelim. )Vahidiyeti idrak ancak böyle mümkün. Derdin devası da zannımca bu. Vahidiyyet.

Firak derdi, İsm-i Vahid ile çözülür. Bütünü görebilen gözler, vahdet-i vücudun sırrına erenler firak derdi çekmezler. Bu fikre nasıl mı vardım? İnayet, lütuf, ikram.

Elimden geldiğince paylaşmaya çalışacağım. Zor bir meseleyi sadırdan satıra dökme çabasında olduğumun farkındayım. Belki hiç anlatamayacağım.

Müminin niyeti amelinden hayırlıdır.

Şöyle soruyordu biri: “Neden en mutlu olunabilecek anlarda geçmişten çaldığımız bir meşalenin geleceğimizi yakmasına izin veriyoruz?” Ve devam ediyordu “Öyledir ya bazen bir “keşke” ye dayanır hayat. Hakikaten de öyleydi, insanın en mutlu olduğu anlarda dahi yakasını bırakmayan bir hüzün vardı bu hayatta.

Dünyanın ahirete bakan yüzü bana “keşke” nin de bir fanilik damgası olduğunu fısıldadı. Keşke, her mutluluğun yarım kalışı, hayallerle gerçeğin örtüşmeyişi. Oysa hayal de bir varlık kategorisi ancak onun varlık alanı cennet. Orada hayal edebildiğin herşey ve dahası çıkacak karşına. Ve geçmişten gelen bir düğüm sıkmayacak boğazını tam neşenin ortasında, sevinçlerin orada olmayan gözleri ararken, başarılar orada olmayan sevdiklerinle kutlanmadığında anlamsızlaşmayacak orada. Çünkü orada tüm sevdiklerin de yanında olacak.

İkinci bir fanilik damgası olan ülfet, alışkanlık ve kanıksama da olmayacak orada, güzel bir şeyin zamanla elinde eridiğini, erimese de senin ona alakanın eridiğini görmeyeceksin. Aynı kalmayacak hiçbir şey her dem tazelenecek. Yepyeni bir tecelli ile dirileceksin, sen de sevdiklerin de. Gözünü çevirdiğin her şey.

Herşeyin üstünde fanilik damgası var. Küllü men aleyha fân. Dünyanın ahiretle teselli bulan yarası. Yarayı iyice belirleyen ayet. Her yerde gözümüzün önünde, Her akşam yorgun düşüşümüzde, kırıklıklarımızda, güvensizliklerimizde, umutlarımızın tükenişinde, yitip gidişimizde.

Burada duran bir adam için hüzün kaçınılmaz. Yarası var, merhemi yok. Ya da merhemi var da, ötelerde, şimdi sızım sızım sızlar varlığı. Merhem nerde?

Hüznü neşeye tebdil mümkün müdür? Keşkelerden, ülfetlerden, kırıklıklardan, umutsuzluklardan, yalnızlıklardan kurtulmak. Şimdi, burada, hemen.

Bir şey biliyorum, anlatacağıma söz verdim, anlatmayı deniyorum sadece, ama bilmem takatim yeter mi?

“Her şey herşeydedir” diyor Konevi. Anlaşılması zor bir cümle. Ancak varlığın birliğinin çok fasih bir özeti. Bir varlık, özü, aynı-ı sabitesi itibari ile diğerlerinden farklı olsa da, kendisinde tecelli eden esma-i ilahi açısından ve o esmanın bir tek zata delil oluşu bakımından aynıdır. Bizi birbirimizle irtibatlandıran, bir adamı, bir çiçeği, bir çocuğu sevdiren bu aynılıktır.

Biolojide de bunun şahitliğine rastlarsınız, bir ağacı bizden ayıran pek az fark, bize irtibatlandıran pek çok ortak nokta var. Genetik de böyle söyler. Bilme de sevme de bu ortaklıktan neşet eder. Bu ortaklık, herşeyi herşeyde kılan vahdet sırrıdır. Bakınız yeryzündeki herşey aslında topraktır. Suretler giyer, sonra suretleri terk eder, yine toprak olur. Herşey herşeydedir, toprak bunun ispatıdır. Keşke toprağa dokunurken herşeye dokunduğumuzu idrak edebilsek.

“İnsan erişebileceği, kendinde olan şeyi, ister ve kıskanır” diyordu hocam. Bir şey sizde bir isimle tecelli etmiyorsa, çekirdek mesabesinde de olsa o sıfattan sizde yoksa, birşeye imrenmezsiniz, sizde de olsun istemezsiniz, bir şeyi sevmeniz, ona yönelmeniz, onsuzluğun sizde azap oluşu, gerçekte onun sizde bulunuşundandır.

Henüz kuvveden fiile çıkaramadınız, bu yüzden azap çekiyorsunuz. Bu yüzden karşınızdakinde onu gördüğünüzde kıskanıyorsunuz. Bu yüzden birinde neşv-ü nema bulmuş haliyle müşahede ettiğinizde aşık oluyorsunuz. Unutamıyorsunuz. Unutmamanız da gerekiyor, vazgeçmemeniz de. Sıkıntı, devayı içinde saklıyor. Siz “Unut gitsin” diyenlere aldırmayın, acının gözünün içine bakın, özlemin, ve kırıklığın. Size hiçbir duygu boşuna verilmedi, her parçanız değerli sizin, kıskançlığınız bile…

Yeter ki onun çatlamak için size basınç yapan bir tohum, susuzluktan boynunu bükmüş bir filiz, yahut doğum sancısıyla kıvranan bir nefs olduğunu farkedin. Sizin nefsiniz, sizden bir mertebede daha varlık doğuracak, varlık mertebeniz bu doğumla yükselecek, bunun ızdırabını çekiyorsunuz. Karşınızda gördüğünüz, imrendiğiniz, ulaşamadığınız değil, bilakis ulaşabileceğiniz. Dua, biraz daha dua…

İştahımızla ihtiyacımız ve istikbalimiz arasında bir ilişki var.

Bizimle arzu ettiklerimiz arasında bir ilişki var. Çok derin bir ilişki.

Bu içimizi burkan ayrılıklara, kırıklıklara, olduramadıklarımıza dair “nefsini bilen” tarafıyla bir deva. İçine bak dedirten, enfüsten keşfedilen bir deva.

Bilmiyorum ki hissettiğimi ne kadar aktarabildim, bazen bizzat hissetmeniz gerek, ben sadece işaret ediyorum.

Bir de “Rabbini bilen” tarafıyla bir deva var fena hastalığına. Ayrılığa, kırıklığa, özleme, hüzne, geçip gidenlere, batıp gidenlere.

Bizim etrafımızda gördüğümüz suretler Onun tecellilerinden ibaret. Biz Onu onlara bakarak tanırız, severiz. Önce tümevarımla hareket ederiz, aynaya bakar orada tecelli eden isimlerden müsemmaya ve Ona ulaşmaya çalışırız. Ya suret buharlaşırsa, ya ayna kırılırsa. O zaman Ona nasıl yol bulunur?

Burada cennet cevabı verenler, yine aynaların peşinde olanlardır. Çünkü cennette de aynalardan tecelli eder Hak. Tecelli azamdır o ayrı. Ama nurani de olsa cennet de bir perdedir. Cennet ismi bile örten demektir.

Hem asıl değildir, hem de oraya varana dek üzerimize yapışmış hüznü gidermeye yetmez.

Oysa o suretlerin manası madem Odur. Her biri Onun tecellisidir, Onun bir ismini, bir vasfını aksettirir. Öyle ise nasıl ki her bir şeyde Onu görürüz, Onda da herşeyi görebiliriz. Çiçekler Ondadır, denizler Onda, aşk Ondadır, sevgililer Onda, bilgi Ondadır, kitaplar Onda. Nasıl ki herşey Ondandır deriz. Onda da herşey vardır deriz. Üstelik ayna değildir, suret değildir, asıldır, kaynaktır.

Bu hem bir tarafıyla teorik anlaşılabilecek birşeydir, dileyen Füsus-ul Hikem’de Zekeriya Fassına bakabilir. Hem elhamdülillah hissettiğim birşeydir.

Tüm sevdiklerinizi suretlerinden soyun, ardında O var, ve sevdiklerinizin tümü aslı itibariyle O zaten. Ve işin güzel tarafı Ona kavuşmak için cenneti filan beklemenize gerek yok. Cennetle dünya arasında Onunla beraber olmadaki fark müşahede ile rüyet arasındaki fark kadardır. O her neredeyseniz sizinle beraber. Şimdi, burada. Bu hissi yakalayabilen birine cenneti beklemeye gerek yoktur. O müşahede makamında zaten cennettedir. Onda bütün sevdiklerini, Onun kendisine sevdirdiklerini görmektedir.

“Bir cennet de var ki orada ne huri var ne köşk, sadece Rabbin tebessümü.” (Konevi, Kırk Hadis Şerhi.)

Bana fanilik derdine ikram edilmiş iki devadır bunlar. Paylaşıyorum. Ne kadar anlatabildiğimi hiç bilmiyorum.

İnsan önce alemde tek tek Onun suretlerini görür, tecellilerini okur, isimlerini fark eder. Aşık olur. Kopup gidenlerle kopar, parça parça olur, her ayrılık içini kanırtır, yaraları tam iyileşecekken yeni bir yara daha açılır. İyileşmemesi sebepsiz değildir, açık yara ona başka birşeyi bulması için verilmiştir.

Sonra kendinde herşeyi görür. İsm-i Ferdin zuhurudur bu. Kendine yeterlilik, tek ve yekta olmak budur. Öteye uzanması gerekmediğini fark eder. Kendini keşfeder, hiç yapamam zannettikleri ona yaptırılır. Aşık olduklarında hayran kaldığı şeyler ona ikram edilir. Kendi kendine yeter hale getirilir. Büyüklerin zübde-i alem dediği budur. Burası insanın nefsini bildiği yerdir. Herşeyi kendinde görür. “Herşey herşeydedir” ilkesi, bu devayı netice verir. Öyleyse herşey aynı zamanda bendedir.

Bu şaşılacak bir şey değildir, aktar-ı kainata yayılmış herşey, aynı zamanda öz ve özet olarak bizdedir. Ancak insanın dışarıdakini görmesi daima daha kolaydır. Bu yüzden önce afak tefekkür edilir, sonra enfüse gelinir. Enfüs mücmeldir, görülmesi zordur. Ancak herşeyi kendi bünyesinde, çiçeklenmiş ya da tohum mesabesinde kalmış gören için artık dışarıdakine muhtaçlık kalmamıştır. O istiğna düsturunu şiar edinebilir. Ona kolaydır.

Dışarıda geniş bir alanda görünen, sende dar bir alana sıkışmış, bu yüzden görmekte zorlanıyorsun.

Kendinde herşeyi görmek sizi gayra muhtaçlıktan kurtarır, ferd kılar. Firak acısı muhtaçlıktan, aşk fakrdan kaynaklanır. (Konevi)Ancak herşeyi kendinde görmek sizi bir başka derde giriftar eder. Yalnızlık. Bakar ki kendi bir çekirdektir, surettir, özettir. Kendi kendine yetse de, kendi gücü herşeye yetmemektedir. Ne kadar kamil olsa, benliği daha ekmeli istemektedir.

Artık aşk-ı mecaziye yenik düşmezsiniz, fakir ila gayr değilsiniz, ama hala fakirsiniz. Fakir ilallah. Allah’ın fakirisiniz. Sizde alem yansısa da, sadece bir yansımadan ibaret, siz hepsini görseniz de, hepsinin bir imkan durumu olduğunun, varlığı ile yokluğunun yansıyana bağlı olduğunun fakirisiniz.

O halde aşk bitmez, çünkü fakr bakidir.

Sonra Onda herşeyi görür, o ağaçtır, tafsildir, asıldır. O Ekmeldir. Muhtaç olduğu Odur, Onun fakiridir o. Aşık olduğu Odur. Alemin suretlerinde ve kendinde aradığı özlediği sevdiği Odur. O sonsuzdur, sınırsızdır, bitimsizdir. O mufassaldır, en küçük bir ayrıntıyı dahi içinde barındırır, Ona bakar, kendini bırakır. Artık değil başkasına kendine de ihtiyacı yoktur. Tüm sevdiklerinin tüm görüntüleri, tüm suretleri, tüm manaları Ondadır.

Alemin cüzlerinde Onu gören ve firak acısı ile inleyen birine, Onun zatına bak demek, nazarını Ehadiyet’e yöneltmektir. Yani teşbihte olan bir insanı tenzih makamında Onu algılamaya yönlendirmektir. Bunun yapılması çok zordur. Üstelik denizi, çiçeği, çocuğu seven birine onları bırak Allah’ı sev demek, nefsin anlamayacağı birşeydir. Ruhunu yöneltirsiniz ama nefsi acı çekmeye devam eder. Çünkü nefs suretle irtibatlıdır. Suret ise deniz, çiçek ve çocuktur.

Şayet Ona deniz, çiçek ve çocuğun ve dahi tüm sevdiklerinin ve ayrılmak istemediklerinin uzaklarda bir cennette olduğunu söylerseniz bu da biraz tesellidir fakat yine aceleci olan nefse zor gelir.

Ancak hayali böyle kuvvetli olan suretlerden çıkmayı beceremeyen nefse “Herşey Ondadır” derseniz. Yani nazarını Vahidiyet’e yöneltirseniz. Tüm sevdiklerinin birer nar tanesi gibi bir bütün içinde, hiç ayrılıksız Onda olduğunu, zaten zuhur etmeden önce de Onda bulunduğunu, her birinin Onun bir isminin, vasfının görünümü, yani Onun bir sureti olduğunu izah ederseniz, nefs tüm sevdiği suretlerle Ona yönelir. Hayal Olan suretlerin kabuğunu soyar ve sahibine iade eder. Özleri itibariyle herşeyin Onda olduğunu, ayrılık istemiyorsa Ona sıkıca tutunmasının yettiğini, beklemek istemiyorsa Onu idraki derinleştirmesi gerektiğini hisseder.

Çünkü Onu idrakte derinleştikçe, Vahidiyet’in “Herşey Ondandır” kadar “Herşey Ondadır” ;yani herşeyin kaynağı, aynı, özü Odur. Sevdiklerinin tümü Odur demiş olursunuz. Sevdiklerinin adını söyle, adlarını Ona söyle, hepsinin ismi Onundur. Hepsinin özü Onundur. Hepsi Odur. Hakiki Varlık Odur. Mevcudat Hakiki Varlığın sınırlı tecellilerinden ibarettir. O sınırsızdır. Ona ne firak girer, ne ülfet. Onu keşfetmenin, tanımanın ne sonu vardır, ne bitimi.

Benim Vahdet-i Vücud’dan anladığım, Vahidiyetten nasibim budur. Yaraları iyileştirdiğine, ayrılık acısını dindirdiğine, aceleci tabiatımıza deva olduğuna, nefsi de Allah’a yönelttiğine şahidim. Diyorlar ki daha yüksek makamlar vardır, Vahdet-i Şuhud gibi, Makam-ı Abdiyyet gibi, diyenler sadık şahitler, inanmamak için bir sebep yok. Ben size yalnız gözümün eriştiği dağların tepelerinden söz edebilirim. Diyorlar ki Vahdet-i Vücud ile bakmak bu zamanda zordur, belki, bilmiyorum. Ancak bir parça hissettiğim, bir parça fehmettiğim kadarıyla benim yaralarıma şifa oldu. Paylaşmak boynumun borcu. Belki birilerine daha deva olur.

Umarım anlatabilmişimdir. Belki sadece işaret edebildim.

  28.11.2011

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut